Önce: Marcel Proust
Aşağı yukarı yetmiş ile seksen yıllık bir sürenin ardından Türkçeye çevrilme şansı bulabilmiş Proust. Haliyle Proust bizim için yeni sayılır. Proust, elli dokuz yıl yaşıyor ve Kayıp Zamanın İzinde’yi yazmaya otuz dokuz yaşından itibaren başlıyor. Yakalanan Zaman adını verdiği son cilt, ölümünden (1922) beş yıl sonra 1927’de yayımlanıyor.
Proust’un yedi ciltlik bu devasa eseri üzerine bir şeyler yazmak birkaç açıdan “sorunlu”dur. Her şeyden önce son baskı biçimiyle 3.933 sayfayı bulan böylesi bir eserin “özet” değerlendirmesini yapmak başlı başına bir mesele. İkincisi Proust ve eseri üzerine söylenmiş ve yazılmış onca şeyin üzerine sıkıcı bir tekrara girmeden yeni bir şeyler söyleyebilmenin zorluğu, üçüncü olarak da, böylesi bir tanıtım-değerlendirmeyle, okuyucuya Kayıp Zamanın İzinde’yi okumadan, kolayından bilgi sahibi kılma günahı işlemek. Bu “sorunlar”ın yol açtığı zorlukları aşabilmek, yine Kayıp Zamanın İzinde’nin sunduğu olanaklarla mümkün.
İlk önce Kayıp Zamanın İzinde bir roman değil, bir roman yazmak isteyen anlatıcı Marcel’in çabasının özetidir! Şayet Marcel yedinci cildin sonlarına doğru yazmaya karar verdiği romanı yazmaya başlasaydı ve bunu bitirebilseydi, o vakit, bu yazılmış ve bitmiş romanı özetlemek veya özet kabilinde üzerinde değerlendirme yapmak mümkün olmazdı. 3.933 sayfa, uzunluk ve kısalık tartışmasının dışında böylesi bir roman yazılsaydı, ne kadar harika bir eserin ortaya çıkabileceğine dair ipucu veren bir rakamdır. Okuyucu (izleyici ve dinleyici) Kayıp Zamanın İzinde’yi sonlandırdığında, yazma gibi bir fikre sahipse şayet bunun Proust tarafından doyurulduğunu fark edecektir.
İkinci sorunun yarattığı zorluğa ilişkin, yani Proust ve Kayıp Zamanın İzinde üzerine yazılmış onca şeyin üzerine sıkıcı bir tekrar tehlikesi meselesini, yine Proust’un sunduğu seçenekle bertaraf edebiliriz: “Düşüncesi neyse insan odur; düşünce sayısı insan sayısından çok az olduğu için de, aynı düşünceyi paylaşan bütün insanlar benzerdir. Düşüncenin maddi bir yanı olmadığından, bir düşüncenin adamı etrafında sadece maddi olarak toplanmış insanlar, bu düşünceyi hiçbir şekilde değiştiremezler”[1] Bir düşünce, eser, sanatsal ya da felsefi yaratı, ne kadar görkemli ve etkileyici olursa olsun, hem onu çoğaltmak hem de onun hakkındaki bilgileri, fikirleri, bakışları, beğenileri, eleştirileri çoğaltmamız gerekir. Düşüncelerin, bakış açılarına oranı en azından insanlar kadar çok olmalıdır. Bir düşünce ya da eser hakkında “birlik”, o düşünce ve eseri kör bir çatışmanın içinde, hiç istemediği ve hayal bile etmediği şekilde, paramparça eder, ancak çokluğun her bir varlığı tarafından sonsuzluğun bir yerinden kavrandığı, ele alındığı, eleştirildiği oranda ölümsüzleşir, ki ölümsüzleşme hep bir süreklilik halidir.
Sanat ve felsefenin demokratizasyonu, onların tamamlanmamışlıklarıdır. Tamamlanmış olan ve tamamlanmayan her şey bitişinin ilanını bekleyen yitikliği ifade eder. Bu “tamamlanmamışlık” ne bizim gibi sıradan okuyucular ne de yetkin edebiyat eleştirmenleri tarafından giderilebilir. Okuyucu arttıkça “tamamlanmamışlık” nicel ve nitel olarak artar. Bu artışın kör bir bireyciliğin sınırlarında gezinen “mızmızcılığın” çaresiz ifadesi olarak keyfilikle alakası yoktur. Bu insan-bireyin kendi varoluşsallığıyla, “tamamlanmamışlığın” öznel ve nesnel (sezgisel ve akılsal da denilebilir) süreçlerine katılımı ve belirmesidir. Devrimci olan, politik olan değil, felsefi ve sanatsal olarak “tamamlanmamış”lıktır. Böylesi bir “tamamlanmamışlık” sadece insanı değil, varlığın her zerresini “salt araç olarak görülmeyecek, etkin failler” olarak algılar. Politik olan sadece bir “an” ve ardından devrimci olabilir çünkü onun ontolojik nedeni, amacı, tasdik ve stratejisi, hangi fikirleri savunursa savunsun “tamamlamak”tır. En zıt olan ve birbirlerinden binlerce yıl uzak tarihlerde yaşamış nice politik akımın ve liderliğin benzeşmesi, fikirlerinin benzerliğinden değil, yöntemlerinin benzerliğinden kaynaklanır.
Gelelim üçüncü sorunun yol açtığı zorluğa. Yani bir eserin tanıtımının, ona okumaya engel teşkil edici “günahkâr” niteliği.
Sanat ve en yaygın olarak kitap eleştirisine çok uzun zamandır sinmiş ve doğal bir hal almış olan “tamamlayıcı” perspektif, hiyerarşiktir ve yoğun bir iktidar salgılamaktadır. Adorno Minima Moralia’da Proust’un yazarlık girişiminin bizzat yazarlar dünyasında bir kompartmanik bir reddiyeyle karşılaştığını anlatır. Edebiyat bizzat yazarlar tarafından “tamamlanmış”tır, yeni birine yer yoktur. Bu yüzden de nice sanat meraklısı da bu noktada kalır, kendi izlenimlerinden hiçbir şey çıkarmaz ve sanat bekârları gibi hiçbir işe yaramadan tatminsizlik içinde yaşlanır. Bu sirkülasyon, bir başka biçim ve içerik kazanarak okur dünyasına sinmiş ve okuyuş düzeneği ve hiyerarşisi oluşturmuştur. Okur ile yazar arasında sekülerleşmeye ihtiyaç vardır. Kitap eleştirisi, bireyselliğini ilan ederek yazar ile okuyucu arasındaki mahrem ilişki alanını terk etmeli, böylece sekülerizmin demokratik çokluğa evrilmesinde rol oynamalıdır. Bunun için de “tamamlanmışlık ilahiyatı” ve o ilahiyatın tüm hiyerarşisi bir yana bırakılarak okuyucunun bir inayet aramaksızın yazarla buluşması ve nasıl hissediyorsa öyle hissetmesi gerekir. Geçişler, kırılmalar, dönüşümler, kesişmeler, uçtan uca savrulmaların yarattığı kaotik durum ve Proust’un klasik anlatım tarzını, yani soyutlama, sıralı diyaloglar, toparlama, konuları belli bir sırayla birbirine bağlamayı kendi tarzında imha etmesi sebebiyle okuyucunun kapılacağı telaş yersizdir. Proust’un üslubu kendi kendisini berraklaştıran deniz gibidir. Ayrıca daha romanın ilk cümlesinde bize sağladığı ortak olma imkânı, sıkılmayı bertaraf etmeye de yeter.
“Uzun zaman, geceleri erken yattım.” Bu cümleyle başlar 3.933 sayfa. Bu cümle ıstıraplı bir hal bildirimidir. Bu ıstırap, anlatıcı Marcel’in “yatmak” üzere yukarı çıkarken, “Tek tesellim, ben yatağa girdiğimde, annemin beni öpmeye geleceğini bilmekti,” ifadesi ile doruğunu bulur ve bir buçuk milyon kelime sarf edilirken, ya sarf edilen kelimelerin içine ve gölgesine yerleşir ya da birçok zaman kendi gölgesiyle kelimeleri karartır. Hafızayı tanrısal bir düzleme oturtan Proust’un esas tanrısal addettiği şey ise tabiattır. Hafıza meselesinde uyku-rüya-uyanma süreçlerinde Proust, hafızanın çeşitli biçimlerini sıralar: Bedenin hafızası, bu bedensel hafızada, kaburga, diz, omuzların hafızası olarak ayrıştırılır. Kısacası tüm organlarımızın kendi hafızası vardır. Zihnimizden bağımsız olarak organlarımızın özerk hafızalarıyla, sık sık çatışma haline girebileceğimiz gibi, onlarla uzlaşırız da. Her koşulda beden geçmişin vefalı bekçisidir ve roman ilerledikçe bedenin zihin ve duyguya mutlak ihanetine şahitlik ederiz.
Kayıp Zamanın İzinde, girişten itibaren alışkanlık meselesini kendi anlatım düzenekleri içerisine yerleştirir. Alışma ve alışkanlık, ontolojinin truva atıdır. Alışkanlık! Zihnimizin haftalar boyunca geçici bir düzende azap çekmesine göz yuman alışkanlık, ama o olmasa, kendi imkânlarıyla sınırlı kalan zihnimizin bize içinde yaşanabilecek bir barınak sunamayacağı için, her şeye rağmen bulduğu zaman sevindiği, o becerikli ama ağırkanlı düzenleyici!”[2] Bu düzenleyici, Proust için hafıza kaybından bile daha çökerticidir: “Öyle ki alışkanlık denen şey olmasaydı, hayatın, her an ölme tehdidiyle karşı karşıya olan kişilere -yani bütün insanlara- harikulade görünmesi gerekirdi.”[3] Alışkanlığın bu çökertici ve kurutuculuğuna rağmen ona tahammül edebilme yeteneğinden beslenen ve kendimizin yarattığı bir truva atı olduğu vurgusu yazarın gerçekliklerindendir.
Romana, dolaylı ve anlatımın doğası içinde dahil olan Marcel’in dar dünyasının dışında kendi ismiyle ilk giren kişi evin hizmetçisi Françoise’dır. Proust’un Hizmetçi Françoise’yı Kayıp Zamanın İzinde’nin merkezine almasından “sosyalist” bir heyecana kapılmak yersizdir. Ancak yaşam denilen o büyük karmaşa içinde yaşanılan duygular, kırılmalar, kesişmeler, aldanmalar, aldatmalar, arzular, hırslar, savrulmalar açısından bir kraliçeyle hizmetçi arasında fark içerikle ilgili değil, biçimle ilgilidir. Ve Proust’a göre romancı, bir anatomici gibi, önüne gelen bedenleri incelerken, o bedenin bir dâhiye mi yoksa bir aptala mı ait olduğuna bakmaksızın, tıbbın kurallarına göre incelediği gibi incelemelidir. Hakeza bir cerrahın hastasını güzel veya çirkin diye ayırmadığı gibi, yazar da cerrahın dolaşım sistemlerini incelerkenki yolundan ilerler. Sıradan Françoise’nın Kayıp Zamanın İzinde’de kapladığı yerin genişliği ve derinliği, sıradanlığın daha çok yazarlarla ilgili olabileceği fikrini verir. Yedi cilt boyunca ağırlığı, Marcel’in sevmekle nefret etme arasında, sevgililerinden bile yoğun ikirciklik yaşadığı etkisi bir an olsun azalmayan bir karakterdir Françoise ve Marcel Proust’a göre Kayıp Zamanların İzinde’nin tek gerçek karakteridir.
Kayıp Zamanın İzinde’de ıstırabın ikinci halkasında Swann vardır. Ve François’nın Kayıp Zamanın İzinde’ye dahil oluşunun hemen ardından dahil olur. Swann’la birlikte ıstırap ağırlık ve genişlik kazanır. Swann, babasından dolayı, Marcel’in ailesi tarafından tanınır. Proust’a göre, insanlar hakkında bildiklerimiz, onları tanıyıp tanımamamız davranışların değil, kavramların sonucudur. Hakkında, kavramlarımızın olduğu bir insanı tanırız, onu hiç yakından görmemiş, tanımamış olmamıza rağmen, aynı sitede her gün gördüğümüz ve karşılaştığımız “komşumuz” gibi, Swann, Odette adında kibar bir fahişeye âşıktır. Evlenirler, Gilberte adında bir kızları olur, Marcel Gilberte’e âşık olur. Ancak hem Swann’ın Odette’ye hem de Marcel’in Gilberte’e aşkı labirenti andırır. Marcel, Gilberte’i sevmekten vazgeçerek Albertine’e âşık olmakla bu labirentten çıkarken, Swann ise ölünce çıkabilecektir. Kayıp Zamanın İzinde boyunca, her bir karakter, başka başka kişileri kaybeder ve Proust bu karakterlerin kaybettikleri karşısındaki, soylu ve soysuz tavırlarını anlatır.
Güzel-Yorgun ve de Çaresiz Bir Klişe: “Hepimizin Hayatı Bir Romandır”
Nabokov, Kayıp Zamanın İzinde’nin bir otobiyografi olmadığında ısrarcıdır. Otobiyografidir, ancak klasik bir otobiyografi değildir, sayısız ilişkinin, izlenimin, hatıranın, hatırlamanın, unutuşun, zaman oyunlarının bir ömre, o ömrü taşıyan bedene, o bedenin Yahudi, eşcinsel ve hasta bir kimlikteki “prizma”tik yansımalarıdır. Kayıp Zamanın İzinde’de geçen her konu, karakter, duygu, düşünce ve içsel yolculukla hayatımızın geçtiğine, kesiştiğine şahit olmuş bizler de bir roman yazmış olsaydık, en az Kayıp Zamanın İzinde’deki kadar yoğun olacağını sezmiş, hissetmiş ve belki de kendi kendimize mırıldanmışızdır. Ama yine de Kayıp Zamanın İzinde tüm hakikatine rağmen gerçek bir roman değildir. Romandaki hakikat, izlenimle hatıranın bizi sarmalamasıdır. İçimizde belireni, güzel bir üslupla (kesinlikle şaşaalı, ağdalı, teorik, entelektüel değil) yazmamızı engelleyen, içgüdünün uçmak istememesi, kaz yavrusu gibi, isterse uçabileceğini, ama uçmak istemediğini, uçma iradesini, bir zamanlar uçan ataları ve halen uçabilen türdeşlerini örnek göstermesidir.
Kayıp Zamanın İzinde’deki karakterleri Proust yaratmıştır. Yazara göre insan zihnen dışarıdaki bir olayı izlerken bile, içine gömülüdür ve izlediği şeyi, olduğu gibi değil, bilincinin istediği gibi görür. O bilinç nesneyle arasına girer. Gördüğü şey gördüğü şey değil, bilincinin aracılığıyla gördüğü şeydir. Proust’un anlatıcısı Marcel, bu bilincin her şeye nüfuz eden enerjisiyle dolar. Bilinç, tıpkı bir güdü gibi, Marcel’i kitabın felsefi, estetik, duyusal bahçelerinde bir arı gibi dolaştırır. Bir yandan anlatıya dahil olurken, anlatı da ona dağılarak dahil olur. Ve farkına varmadan, kitap, alacalı bir ekrana dönüşür. Kitapta anlatılan her şeyin gerçekdışı kurgusal olması, Marcel’in gerçek hissetmesine ve görmesine engel değildir. O kurgusal olan roman o kadar hakikidir ki, Marcel romanda kendisini istediği role sokabilmekte, arzuyu tadabilmekte, tehlikeyi kahramandan önce sezebilmekte, riyayı fark etmekte, hazza ulaşabilmektedir. Gerçek bir insan, kendisiyle ne kadar derin bir yakınlık kursak da, büyük ölçüde duyularımız tarafından algılanır, yani örneğin Marcel kadar saydam değildir. Duyarlılığımıza, taşıyamayacağı bir yük bindirir. Başına bir felaket geldiğinde, ona ilişkin kafamızda taşıdığımız bütünsel kavramının ancak küçük bir bölümü çerçevesinde duygulanabilir; dahası, o da kendisine ilişkin bütünsel kavramanın ancak bir bölümü çerçevesinde duygulanabilir. Romancının buluşu ise, ruhun nüfuz edemediği bölümlerin yerine, eşit miktarda manevi, yani ruhumuzun özümleyebileceği unsur koymaktır…