Bilgisayarımdaki arşivde gezinirken bir çevre eylemiyle ilgili eski ve güzel bir habere rastladım. Almanya’da geçen senenin 18 Nisan’ında TTIP ve CETA’yı protesto etmek için Potsdamer Platz’dan başlayan bir eylemi anlatan bu haber, Türkiye basınında pek yer bulamamıştı. Sadece konunun ilgilileri eylemden haberdar oldular. Bündnis 90/Die Grünen ve Die Linke gibi önemli partilerin de desteklediği eylem gün içerisinde yirmi bin katılımcıya ulaşmakla kalmayıp Stuttgart, Leipzig ve Köln gibi pek çok şehre de sıçramıştı. Bu, günümüze kadar büyüyerek gelecek zincirin ilk halkalarından biriydi sadece.
Eylemler boyunca, Türkiye halkının alışkanlıklarına epey ters düşecek şekilde, TTIP ve CETA’yı destekleyen medya kuruluşlarında bile eylemcilerin itiraz ve çekincelerini uzun uzadıya, empati kurarak anlamaya çalışan, son derece yapıcı tartışmalar yer aldı. Yer yer önemsiz ve ufak sıkıntılar çıkmış olsa da, eylemcilere yönelik polis terörü ve buna yakınsayan provokatif uygulamalar hayal dahi edilemezdi herhalde.
Bu ve benzeri haberleri okudukça insan üzülüyor ve ister istemez kıyaslama yapıyor. Ancak denklem alışageldik biçimde kurulup kıyaslama devlet aygıtının şiddeti üzerinden değil, eylemcilerle eylemci olmayanlar arasındaki diyalog üzerinden yapılınca beliren görüntü başka düşünceleri tetikliyor.
Grup çıkarının farkında bireylerden oluşan Gemeinschaft (kelime dilimize genellikle cemaat şeklinde çevrilir ancak ben Almanca haliyle kullanacağım, zira biliyorsunuz ortalık karışık, ne olur ne olmaz), bu grup çıkarının kutsallaştırılması aracılığıyla yaratılan bir duygu-durum alanına işaret eder. Kan bağı, arkadaşlık ve komşuluk gibi yakın bireysel olgular üzerinden kodlanan birey davranışları bilinçdışı, dışavurumcu, samimi ve süreklidir. İnsanın topluluk halinde yaşamasının arketipini oluşturan Gemeinschaft, kendi kendine yeten ve duygusal ağırlıklı bir yaşama biçimidir.
Modernite ile aslen sui generis bir yapı olarak ortaya çıkan bir diğer kategori ise rasyonalite, sanayi, işbölümü ve kentleşme gibi sembollerle karakterize edilen Gesellschaft’tır (cemiyet). Bu yaşayış biçiminin gözle görülür hali ise meslek örgütleri, devamlı ordular ve Weberyen bürokrasidir. İlişkiler kişisel değil, kural temellidir; ancak kavram, grup çıkarından ziyade bireysel çıkara daha fazla önem atfeder.
Ferdinand Tönnies, rasyonalitenin Gemeinschaft’tan Gesellschaft’a geçişi mümkün kıldığını söyler. Burada unutulmaması gereken bir nokta vardır: Biri diğerinden doğsa da her iki mod, ayrık ve özgül alanlarda eşzamanlı olarak var olabilir. Bu her iki özerk yaşama biçimi arasında bir normlar ağı kurarak yaratılmış, yani bir sosyal sözleşme ve onun tezahürlerinden biri olan hukuk etrafında örgütlenmiş yapıya da “toplum” denmektedir. Şüphesiz bu ağ kurulmadan da bir arada “bulunma” söz konusu olabilir, ancak bu sadece kendinde bir “bulunma”dır, ötesi değil ve bu, toplumun antitezini oluşturan kitlenin (güruh, ahali) tanımına denk düşer. Kitlenin davranış kodları ise “bireysel anarşist”tir. Alışageldik siyasal-ideolojik anlamının dışında bir kavramsallaştırma ile kullanılacak olursa bireysel anarşizm, ne Gemeinschaft’ın duygusal ve kendi-için kodlarına, ne de Gesellschaft’ın mekanik ve kural tabanlı kodlarına yakınsayan bir kültürel duruma işaret etmektedir. Her ikisinin de karşıtını temsil eden bir iletişimsizlik modu olarak bireysel anarşizm, toplumun ortadan kalktığı bir düzlemde tepkisizlik, kişisel hırs ve buna bağlı olarak derlenmiş bir gizli ajanda, boyun eğme ve baskıya rıza gösterme gibi kitle semptomlarının kronikleşerek âdeta ayrı birer norm halini alması durumudur. Burada rasyonalitenin hükmü irrasyonalite karşısında zayıflar, empati ise tamamen ortadan kalkar. Ve şüphesiz ki bu, entropiden kaçmak isteyen bir toplumun asla yakalanmak istemeyeceği en tehlikeli tuzaktır.
Tebaadan toplum inşa etme sürecinin tarihte pek çok örneği vardır. Bize en yakın örnek, elbette Kemalist Reformasyon olacaktır. Topyekûn bir yıkımın kıyısından dönerek oluşturulan bina, sırf 1920-1930’ların siyasal olaylar silsilesi okunduğunda sadece bir rejim kurma denemesinin sonucu olarak resmedilebilir belki, ancak yapılmaya çalışılan bundan daha fazlasıydı. Kemalist reformlara bütüncül bakıldığında asıl olanın bir rejimden ziyade bir toplum inşası olduğu anlaşılabilir. Bu doğrultuda, Kemalizmin yekpare bir yapı olmadığını ve kendi içinde çelişkileri ve mücadeleleri olduğunu unutmadan, kurucu babaların çalışma planlarının, pozitif normlar üzerinden bir “sosyal sözleşme” yaratma çabasından başka bir şeye karşılık gelmediği görülecektir. Aslında bu şekilde söylendiğinde hatalı olabilir, zira çaba, doğrudan sosyal sözleşmeyi kurmaktan ziyade, onu kurabilecek bir jenerasyonu yetiştirmeye odaklanmıştı.
Pozitif normların, onur, özgürlük, empati, adalet ve eşitlik gibi kodlarını bütün bir halkın dimağına kazımak için reformlardan daha fazlası yapıldı. Kemalistlerin kendilerince “doğru” olduğuna inandığı, pozitivist gelenekten devşirilerek tasarlanan eğitim politikaları, bu politikalarla eşgüdümlü olarak köylere dahi kurulan eğitim kurumları ve devlet eliyle yürütülen çeşitli ekonomik girişimler, çoğu zaman eli sopalı bir dadı kılığına bürünerek hep bu amaca hizmet ediyordu.
Kemalizme getirilen en önemli itiraz, onun bir halkın gölüne, o göle yabancı bir maya çalma girişimi olduğu yönündedir; aslında bu itiraz özünde haklı da bir itirazdır. Ayrıca toplum mühendisliği projeleri, Peter Alexeyevich’in Rusya’sında veya Mao’nun Çin’inde olduğu gibi her bir tarihsel örnekte ideolojik aygıtlar kadar baskı aygıtlarının da kullanılması ile eşgüdümlü ilerlemiştir. Ancak Kemalizmin baskısını sırf toplum mühendisliğine atfedersek, madalyonun sadece bir yönünü görmüş oluruz. Zira Türk devlet aygıtının baskıcı tutumu Kemalistlere özgü değil, Kemalizme itiraz yönelten iki cenahtan birinin epeyce hayran olduğu Osmanlı’dan ve hatta daha öncesinden gelen bir geleneğin kalıntısı olmakla birlikte, evet, Kemalist rejim baskıcıydı, ancak çabası toplumu değiştirmekten ziyade yaratmak yönündeydi, çünkü ortada herhangi bir değişikliğin nesnesi olabilecek bir toplum yoktu. Dolayısıyla Kemalistler, bir taş devri icadı olan kara sabana mahkûm bir kitleden, bir tebaadan bir toplum yaratmaya, altyapısını hazırlamaya ve o toplumu bir bütün olarak ayakta tutan iskelet görevi görebilmesi için gerekli sosyal sözleşmeyi kurabilecek bir jenerasyon yaratmaya çalıştılar. Ve kendi modernleşme anlayışları çerçevesinde yarattıkları o jenerasyon, her ne kadar kendisine dayatılan endoktrinasyonun zoraki sonucu olarak da olsa pozitif normlar üzerinden oluşturulmuş bir sözleşmeyi imzalayabildi.
Kemalizm, tüm toplum mühendisliği projeleri gibi baskıcıydı ve günümüze kadar gelecek pek çok kazanımı sağlasa da, yine tüm toplum mühendisliği projeleri gibi başarısız oldu. Tebaa kültürü asla tam anlamıyla kırılamadı, bunalım devam etti ve günümüzde de patlamaya hazır bir bomba gibi kenarda bekliyor. Tek ihtiyacı olan şey son bir kıvılcım.
İnsanı yarı-tanrı statüsüne yükselten unsur, diğer tüm canlılardan üstün olduğuna onu inandıran yalan, zihninin en derindeki noktasında saklı bulunan anlamlandırma dürtüsüdür. Şeyler, kendine anlamsızdır; evrende kapladıkları yer ve zamana, yapı, hız ve oluşlarına anlam katma çabası insanı insan yapan özdür. Bütün bir insan eyleyişinin özü olarak anlamlandırma, insana dair her şeyi etkilemesi gerektiği gibi siyaseti de etkilemelidir. Hatta etkilemenin ötesinde siyaset, Arendt’in “eylem” şeklinde ayrıştırdığı alan olarak içi doldurulması gereken bir çerçeve ise, tüm siyasal eyleme biçimlerinin anlamlandırma üzerine inşa edilmesi gerekmektedir. Antik Yunan demokrasisinin diyalojik yönü, bu anlamlandırma istencinin bir ürünüydü. Modern demokrasiler de kurulma aşamalarında, en azından teoride, Yunan demokrasisine bu yönü nedeniyle atıfta bulundular. Zira demokrasinin belirleyeni, tek taraflı ve sınırlı bir irade beyanından ibaret olan “seçim” değil, anlam atfetme, aktarma ve katılımın sürekli ve tek yolu olan “iletişim”di.
Siyasal alanda iletişim, Türkiye gibi demokrasinin tersyüz edilerek sandık yarışına indirgendiği bir ülkede bile 2000’li yıllara kadar yarım yamalak ve sakat dahi olsa yaşama imkânı bulabiliyordu. Aktörlerin tartışma ve münazaraları, sokakta ve üniversitede tartışanlar tarafından çoğunlukla magazinsel yönleri abartılarak satın alınsa da bir alıcı bulabiliyordu. Böylesi bir alışveriş, sosyal sözleşme kurma çalışmalarından bugüne, sinsi bir hastalık gibi kuluçkaya yatmış, sessizce bekleyen sosyal apatinin tüm vulgerliğiyle açığa çıkmasını ve nihayet vücudu ele geçirmesini engelleyen bir denge mekanizması gibi işliyordu. Bu sayede yaşanan ve yapılan her türlü kötülüğe rağmen, kötülüğün kendisi, istenmeyen, olumsuzlanan bir istisna hali olarak kalabiliyordu. 70’li yıllarda sosyal sözleşme aşınmaya devam etti; 12 Eylül ve sonrasında “yeni tür birey”in yaratılması ile aşınma hızlandı, ancak hâlâ son nefesini vermemişti, iletişimi koruma dürtüsü hâlâ bir yerlerde saklanıyordu.
Ne var ki 2000’li yıllarda ve sonrasında ortaya çıkan yeni siyasetin dili, kökten bir paradigma değişimine işaret edecekti. “Bu demokrasi amaç mı olacak, araç mı olacak?” sorgulamasıyla samimice ifade edilen bu yeni paradigmada demokrasi artık, sınırlı ve yetersiz de olsa, en magazinsel ve yüzeysel olanları dahil tüm diyalojik yönlerinden soyutlanacak (Deniz Baykal’ın bir münazara ortamında tek başına otururken resmedildiği “Ben buradayım, sen neredesin?” sloganlı reklamı hatırlıyor muyuz?), salt idari erki elde edebilmek uğruna adayların birbirini tamamen “iletişimsizce” ezip geçmek için her türlü oyunu oynayabilecekleri, söylem çerçevesinin ve söylev seviyesinin asla umursanmadığı, sandığın her şey demek olduğu, neredeyse, kazananın SMS ile belirlendiği bir üçüncü sınıf Amerikan yarışma programı formatına indirgenecekti. Ve sonrasında siyasal alanın bu şekilde, hoyratça yeniden kurgulandığı, sosyal apatinin zincirlerinden boşanıp kutuplaşmanın teşvik edilerek bireysel anarşizmin kutsandığı bir zamanda Türk halkı, Trump ve Clinton’ın saçma sapan “debate”ini dahi hayranlıkla, imrenerek izleyecek hale gelecekti.
Sosyal sözleşmenin aşındırılması, daha kötüsü, bunun siyasi erkçe yapılması ve iletişimin kopması toplumun çöküşünü hızlandırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bu durum sadece toplumun değil, devlet sisteminin de alaşağı olmasının yolunu açmaktadır. Tüm siyasal alan, elde edilmesi gereken bir erk olarak tanımlandığında, bunun doğrudan sonucu olarak, âdeta pornografik bir şehvetle o erki elde etmek için her türlü pisliği yapabilecek yeni resmî ve gayriresmî aktörler türeyecektir ve görünen o ki bu aktörler kimi zaman dinci bir cemaat kılığında, kimi zaman da seküler bir cunta kılığında peyda olmaktadır. Sonuç olarak, çöküşün kazandığı bu ivmenin dört bir yandan yükselen sinyallerini her gün gazetelerin üçüncü sayfalarından okuyabilir, televizyonların son dakika haberlerinden izleyebilirsiniz.
Sözleşmenin kodlarıyla hareket eden bir azınlık da bir şekilde hâlâ yaşam mücadelesini sürdürüyor. Ancak bunun karşısındaki kitlenin tepkileri gerçekten korkutucu. Gezi eylemleri, bu eylemlerde ölen çocuklar, Yeşil Yol Projesi’ne karşı koyan Karadeniz köylülerinin eylemleri gibi örnekler toptan bir illegalleştirme çabasına maruz kalırken, Van depreminde veya Ankara katliamında ölenlerin arkasından bilhassa sosyal medyada yapılan aşağılık yorumlar ve bunların sayıca fazlalığı, şiddet olaylarına ve tektipleştirmeye yönelik “rıza”, Türk toplumunun toplum reflekslerini her geçen gün artan bir hızda kaybederek “ahali”ye, yeni tür bir “tebaa”ya dönüşümünün sırayla okunabilecek izleri sadece. Sırf kan kaybeden ekonomiye prekarya olması için ülke içine gelişigüzel saçılan ve bir demografik projesizlik örneği olarak uzun vadede yeni sıkıntıların konusunu oluşturacak Suriyeliler, metrobüste mini etek giydiği için saldırıya uğrayan kadın, her türden terör failleri, dükkânının camına kartopu geldi diye bir gazeteciyi bıçaklayarak öldüren esnaf ve burada tek tek sayamayacağım diğerleri… Hep birlikte Bergmanvari bir “ölüm dansı” eşliğinde krizi cinnete çevirmeye doğru el ele ilerliyorlar. Haklarını teslim etmek lazım; epey de profesyonelce beceriyorlar bunu.
Türkiye’nin içinde bulunduğu bu histerik duruma isyan eden bir yazısında (“Türkiye Bir Toplum mu?”, BirGün, 18 Ekim 2015) Necmi Erdoğan, tüm bu olana bitene rağmen nasıl olup da hâlâ bir arada yaşayabildiğimiz sorusuna cevap arar. Çoğu cümlesine birebir katıldığım bu yazıda histerinin tek tek örneklerini verir; bu örnekler arka arkaya konduğunda sokakta yürüyen, evinde oturan, kanepede uyuklayan ortalama vatandaşın hikâyesini oluşturur. “Suç” hepimizindir. Dolayısıyla o, cevabı tam da bu suçluluk durumunun her bir bireyin içine işlemiş olmasını bir “ortaklık” olarak saptayarak sunar: Türk ahalisini bir arada tutan yeni çimento “suçta ortaklıktır”. Elbette Necmi Erdoğan hocamın tespiti epeyce kıymetli, ancak zülfü yâre dokunmam gerekirse, bireysel anarşizmin çukurunda boğulan bireylerin suçlulukta dahi olsa bir “ortaklık” kurup bunun üzerinden bir arada “bulunabilme” tavrı geliştirebileceklerini düşünmüyorum. Suçta bile olsa ortaklık, yine de bir sözleşmeye işaret eder; ülkenin bireyleri ise gelinen nokta itibarıyla herhangi bir ortaklık çıktısı üretebilecek düşünsel-psişik yapıyı tamamen kaybetmiş halde. Türk halkı aynı coğrafi sınırlar arasında birçok farklı başlıkta, belki Gemeinschaft ile yakınsayabileceğimiz birçok farklı kutba bölünmüş durumda. Ve bu kutupların her biri ya siyasi erke kanalize olarak, ya sistemi tamamen reddederek ya da hâlâ tamamıyla yok edilememiş sosyal sözleşmeye bağlı kalma ve onu koruma dürtüleri sayesinde kendi bir aradalıklarını koruyorlar. Böylece son on yılın tek ve en önemli çatışması oluşuyor ve zamanla kristalleşerek dört köşesinden her biri bürokrasi-hukuk-ideoloji-din tarafından tutulan, ortasında tarafların birbirini kırdığı bir boks ringine dönüşüyor.
Her ne şekilde olursa olsun, bu durumun sonsuza dek böyle gidemeyeceği aşikâr. Krizin aşılması için gerekli formül, günümüz şartlarıyla basit bir iktidar değişimi olmaktan çok uzak görünüyor. Şu anki haliyle eğitim politikalarının buna çare olması da imkânsız. Çözümün ne olmadığını söylemek, çözümü üretmekten daha kolay tabii ki. Ve zaten ben, bütün bir siyasal-kültürel krizin aşılması için reçete yazabilecek durumda ve kabiliyette biri değilim; haddime de değil. Ancak tüm motivasyonumu yitirmemek uğruna, krizin aşılmasına yönelik direnişi oluşturabilmeyi, tüm kusurlarına rağmen belki Türkiye’nin Y Jenerasyonu ve çocuklarının başaracağını ümit ediyorum. Kendilerinden sonra gelenlere bağımsızlık, özgürlük, adalet, eşitlik ve dünya vatandaşlığı gibi kavramların birleştiği bir ruh miras bırakabilirlerse, belki reçeteyi onlar yazabilirler. Ne diyordu Ahmet Arif:
“(…) Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Her biri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun?”