Yakala(n)mak

Mülteciler, savaş mağdurları, yaralı, ölmüş, ağlayan çocuklar, şaşkın bakışlarıyla hayvanlar, suskun vakarlarıyla yere devrilmiş yatan yeşil canlılar, kanlı savaşlardan kanın ışık oyunlarıyla gizlendiği olağanlaşmış piyasa savaşlarına kaçanlar, kaçamayanlar, kalanlar… Hatırlamadığım bir tarihten bu yana her yılın, mevsimin ve ayın fotoğraf yarışması birincileri, açlık şampiyonları, “insan” hakları, “barış,” “çevre” ödülü sahipleri (hepsi tırnak içindedir), varlığı rakamlara tahvil edilenler, dağınık dikkatlere ancak sansasyon etkisiyle mazhar olabilenler. Sayı sayabilme yetisinden de, istatistiklerden de, haberlerden de, koca ağızlı siyasilerin kâr amaçlı aptal demeçlerinden de, aynı sözleri ve duyguları yinelemekten yorgun dillerden de, Allahın günü bunun gibi binlerce görseli tüketmeye alışkın küçülmüş gözlerimden de gına geliyor. Gene de “Dünya cehennemdir,” demeye dil varmıyorsa, bütün bu bildik sözlerin, düşüncelerin, haletiruhiyelerin ötesinde bir yer olabilir mi? Sadece yeterince sessiz, biraz düşünmeye, duymaya fırsat veren bir yer, bir aralık, bir es? Belki anlık dalgınlıklar, akla yersiz zamansız uğrayan birtakım söz parçaları, imgeler, uyur uyanık görülen rüyalar, düşler, zamanlar ve mekânlar arasındaki bitimsiz yolculuğumuzun eşlikçileri. Hâlâ bir ötesinin olduğuna işaret eden bilinmezlik figürleri. Onca rakama, kesinliğe, enformasyona, habere, onca bilmişliğe rağmen hâlâ henüz bilmediğimiz bir şeyler olduğunu fısıldayan sessiz ulaklar. Bilip de bilmediğimiz hikâyeler, görüp de görmediğimiz hayaletler, duyup da duymadığımız gaipten sesler. Hepimizi kuşatıp kucaklayan ve ta içimizde işleyen “Büyük Saat”in şu düzensiz, başına buyruk tiktakları.

Geçen gece bir rüya gördüm, hani uyandığınızı zannedip de bir türlü çıkamadığınız, şu iç içe geçen katmanlı kâbuslardan. Evin karanlığında uyanmışım, bir ışık yakmaya çalışıyorum, ampul cızırdayıp sönüyor, sonra başka bir ışığa yöneliyorum ama o da sonunda kararıyor, sonra tekrar, tekrar. Derken, telefon çalıyor, bu defa el yordamıyla onun ışığına yöneliyorum, arayan arkadaşım, bir rahatlama hissiyle açıp telefonu onunla konuşmaya başlıyorum. Tam ona ne kadar korktuğumu, çaresiz hissettiğimi söyleyip belki yardım isteyecekken konuşma cızırtılarla bölünüyor, sinyal kesiliyor. Ağır bir terk edilmişlik hissi, bu kâbusu görenler iyi bilir, çoğunuz da görüyorsunuzdur zaten. Gerçekten uyanmayı başarınca yataktan kalkıp bir sigara yakıyorum, içimde rüyanın çalıştırdığı sıkıntı. Bu yalancı ayazı yumuşatacak bir düşünce, bir imge arıyorum, sonra aklıma çoktandır zihnimi meşgul eden şu iki fotoğraf geliyor, açıp uzun uzun bakıyorum. Onlar bana, ben onlara, öyle bakışıyoruz.

Fotoğraf sanatçısı John Stanmeyer’in Cibuti[1] sahilinde çektiği “Signal” (Sinyal) adlı bu fotoğraf Dünya Basın Fotoğrafları ödülünün 2013 yılı sahibi. Fotoğrafın hikâyesini okuduktan sonra baktığım haritalardan ve internet ansiklopedilerinden öğreniyorum: Kuzeydoğu Afrika’daki Somali yarımadasındaki Cibuti Cumhuriyeti’nin aynı adlı başkentinde yer alan bu sahil Aden Körfezi’ne bakıyor. Kadim Akad dilinden gelen “aden” sözcüğünün anlamı “ova, açıklık, düzlük” demekmiş. Bazı etimologlara göre cennetteki Eden Bahçesi’nin adı buradan geliyor.[2] Cennet gibi bir yer olmalı: “Aden, Arap Yarımadası ile Afrika kıtasındaki Somali yarımadası arasında bulunur. Hint Okyanusu’nun bir uzantısıdır ve Kızıldeniz’le Hint Okyanusu’nu birbirine bağlar. İçinde birçok balık ve mercan çeşidi barındırır.”[3] “Somali, Etiyopya, Eritre gibi Afrika ülkelerinden, daha iyi bir hayat için Avrupa ve Ortadoğu’ya geçmeye çalışan mültecilerin yaygın olarak kullandığı bir durak.” Bir durak, mola yeri, bir es. Fotoğraf bir yakarış ritüelini anımsatıyor. Kadrajdaki Afrikalı mülteciler (çoğu Somalili) “komşu Somali’den sinyal yakalamak için” telefonlarını gökyüzüne kaldırmışlar.[4] Yaptıkları bu şeye kendi aralarında “yakalamak” diyorlarmış; orada, o geceki toplantıda bulunan Stanmeyer’in tercümanı ona böyle söylemiş.[5] Yakalamak. Belli ki, ya memleketlerinde ya da sadece biraz daha iyi bir hayat için yoluna düzüldükleri uzak ülkelerde onlardan haber bekleyen sevdiklerini, tanıdıklarını arayacaklar iyi ve hayatta olduklarını söylemek için. Tam olarak “ne”den, nelerden kaçtıklarını bilmiyorum, tam olarak ne beklediklerini. Cibuti yaşadığım yere çok uzak, Afrika hakkında; bitki örtüsü, hayvanları, dağları, toprak yapısı, iklimi, tarihi, kültürleri, dilleri, inanışları hakkında hemen hiç bilgim yok. Yalnız çok yoksul bırakılmış, çok savaşın olduğu bir kıta olduğunu biliyorum, biliyorsun, biliyor, biliyoruz, biliyorsunuz, biliyorlar. Fotoğrafta ay var, gökyüzü var, deniz var, bir de iletişim kurmaya çalışan insanlar, başlarını göğe kaldırmışlar. Gene Stanmeyer’in aktardığına göre, sinyal epeyce zayıfmış. Cibuti-Somali Yarımadası-Kuzeydoğu Afrika-Afrika kıtası-Kuzey Yarımküre-Dünya-Ay-Evren-Sonsuzluk diye tekrar ediyorum. Ne demek istediğimi pek bilmiyorum, galiba fazla söze de gerek yok. Tek bildiğim, benimle iletişim kurdukları somut bir zincirin somut bir halkası olduğum, o kadar.

Hiç şöyle bir rüya gördüğünüz oldu mu? Benim olur. Gene loş, tekinsiz bir yerde, gene terk edilmişsinizdir ama bu defa korku hissi içinizdeki kesifliğini kaybetmiş; karanlık, mekâna iyi bir dağılmış, yerleşmiştir. Arayan kimse yok, aranacak kimse yok. Umut çekilmiş, zifiri karanlık kıvamını almış. Elinizde telefon, bu defa kendinize ulaşmaya çalışıyorsunuz. Karşıdaki kendi sesinizle aranıza gene cızırtılar giriyor, sinyal kesiliyor, telefona kendi adınızı haykırıyorsunuz. Kendi sesinle, kendi kaybolan sesine haykırmak. Kesilmeseydi sinyal, kendinizle neler konuşacaksınız, kimbilir?

Ortadoğu muhabiri, fotoğrafçı John Beck’in Şengal’de[6] çektiği bu ikinci fotoğrafın bir adı yok. O da gördüğümden beridir aklımın bir köşesinde işliyor. Nedenini bilmiyorum, önemi de yok. Kuzey Irak’taki Ninova şehrine bağlı, Şengal dağlarının eteklerindeki Şengal kasabasının nüfusunu Ezidiler çoğunlukta olmak üzere, Süryani ve Araplar oluşturuyor. 2013’te kasabanın nüfusu yaklaşık 90.000 kişiymiş. Fotoğraf, IŞİD saldırısının Kürt güçleri ve Ezidi milislerce püskürtüldüğü 13 Kasım 2015 civarında çekilmiş. Filmlerdeki polisler gibi hep sonradan gelen BM’nin raporuna göre, IŞİD Şengal katliamında yaklaşık 5.000 kişiyi öldürdü. Kaçırılıp köle yapılan kadınlar, çocuklar, bulunan toplu mezarlar, aç biilaç yollara düşen onca insan, biliyoruz ve bilmiyoruz. Fotoğraftaki Ezidi peşmerge boş bir okul binasının, viran olmuş kasabaya bakan çatısından batmakta olan Güneş’e dua ediyor. Güneş kadrajda yok, sadece ışığı. Ezidiler günde üç kere Güneş’e dua ederler. Dünya’nın yaratıcısı Xweda’nın (Azda, Ezda) kendi ateşinden yaratıp dünyada kendi iradesini temsil etmekle görevlendirdiği Düşmüş Melek Tavus’a (Tawûsê Melek, Melikê Tawis) ibadet ederler ama Ezidilerde Cennet-Cehennem inanışı yok. Yani Dünya (Cennetten) düşülen bir yer değil. Cehenneme olduğu kadar, Cennete de çevrilebilecek bir yer daha çok. İnsansa Tanrı tarafından terk edilmiş değil, kendi içinde taşıdığı iyilik ve kötülük bilgisinin mücadelesine terk edilmiş yalnızca. Düşmeden çıkılmaz, yanmadan sönülmez, terk edilmeden sahiplenip sahiplenilemez onlara göre. Ezidi peşmerge kollarını Güneş’e kaldırmış ya, kime yakarıyor olabilir içinden? Ezidilerde Tanrı en baştan yeryüzünde olmadığına göre (kimileri onun sonradan ölüp, yeryüzünü terk ettiğini söylüyor), kime sesleniyor? Güneş’in nezdinde kendine mi, kendi nezdinde Dünya’ya mı? Güneş batıyor, o ise önünde uzanan yıkılmış ülkesine, evine bakıyor ya, Dünya onun için hâlâ nasıl bir çokluğu ifade ediyor?

Tam bilmiyorum ama yıkıntılar aşırı Güneş’e bakıp belki kendi sesine ulaşmaya çalışırken beni yakalıyor. Karanlık betonarme bir odada, bir terk edilmişlik rüyasından henüz uyanmış bana. Piyasa savaşlarının, metaların, geçim ve gelecek kaygılarının, güvencesizliğin, borsa gibi düşüp yükselen umutların ve umutsuzlukların, güya uzağımızdaki hakikatleri duyuran haberlerin, siyasi gündemlerin, demeçlerin, savaş stratejilerinin, analizlerin, kampanyaların, seçimlerin, ödüllerin, sansasyonel ve sansasyonel olmayan ölümlerin, bütün bu utanç verici tantananın ortasında kendi sesiyle adını haykıran bana, hepimizi kuşatan büyük ve somut bir şeyin bulunduğunu hatırlatıyor. Ay gibi, Güneş gibi, Dünya gibi kocaman bir sinyal ağının. Bilip de bilmediğimiz.



[1] Arapça جيبوتي, Fransızca Djibouti, Somalice Jabuuti. Kaynak: Vikipedi, “Cibuti” maddesi.

[2] http://www.etymonline.com/index.php?term=Aden

[3] Vikipedi, “Aden Körfezi” maddesi.

[4] http://www.worldpressphoto.org/collection/photo/2014/contemporary-issues/john-stanmeyer

[5] Fotoğrafın hikâyesi için http://proof.nationalgeographic.com/2014/02/19/world-press-2014-signals-from-djibouti/

[6] Arapça سنجار‎, Sinjar; Kürtçe شنگار  Şengal, Şingal, Şingar. Türkçede Sincar veya Sencar da deniyor. Kaynak: wikipedia, vikipedi, vs.