Mühendislik görevim gereği Almanya’ya dört yıl için gittiğimizde, kızım Bejan ikinci sınıfı tamamlamıştı. Hatta cuma günü karnesini almış, pazartesi Bremen’de tekrar okula başlamıştı. Almanya’da eyaletlerde her sene farklı zamanlarda yaz tatili başlar. Yıl içerisinde de üç kez on beş tatil olduğundan, yaz tatilleri kısadır; yaklaşık kırk beş gün sürer. Yaz tatilleri haziran, temmuz ya da ağustosta başlayabilir. Bu düzenleme nedeniyle tüm ülkede okullar aynı anda açılıp kapanmaz; herkes aynı gün güneye inmez, kuzeye çıkmaz. Lunaparklar yaz boyunca, nerede tatil varsa oraya taşınır. Yazların Türkiye’deki gibi sıcak olmaması da bu esnekliğe imkân verir.
Bejan gelmeden hangi okula gideceğini belirlemiştim. Aslında çok da zor olmadı bu karara varmam. Hemen herkes en yakındaki mahalle mektebine çocuklarını gönderdiğinden, çok yönlü bir araştırma da gerekli olmadı. Okullar, ülkedeki yaşam düzeyi gibi, birbirine denk sayılırlar. Bu sayede, en yakındaki okulun nerede olduğunu öğrenmeniz çoğunlukla yeterli olur. Ben de, komşumuz ve otuz yıldır aynı muhitte yaşayan bir yurttaşımıza en yakın okulun yerini sordum. Yerini bilmediğini söyledi. Oysa beş dakikalık yürüme mesafesinde olduğunu fark ettim.
Bejan’ı ilk günden Almanca öğrenebilmesi için bir hazırlık sınıfına aldılar. Tek amacı yabancı çocuklara Almanca öğretmek olan bir uyumlandırma sınıfıydı bu. Her çocuk gibi hızla yeni bir dil öğrenmeye başladı. Hep dile gelen altıncı ayın mucizevi etkisiyle, Almancayı altı ay sonunda zorlanmadan konuşmaya başladı. Bejan’ın bu başarısına şaşıranlara, “Zaten birkaç yıl önce de Türkçeyi öğrenmişti,” diye cevap vermeyi alışkanlık yapmıştım.
Dil sorununu çözünce kendi sınıfına geçti. Yaşadığımız muhitte çok fazla Alman olmadığından doğal olarak okulda her milletten arkadaşı vardı. Hatta dört yıllık okul serüveni boyunca hiç “yerli” bir Almanyalı arkadaşı olmadı. Almanya’da yabancıları, göçmenleri, yoksulları, ülkeye geçici gelenleri sosyal konutlara yönlendirmek temel bir devlet siyasetiydi. Birbirine benzemeyenleri ayırmak, Alman sisteminin esasını oluşturuyordu.
Bejan’ın öğretmenleri, yabancı çocukların eğitimi konusunda uzmanlaşmış yerli Almanlardı. Öğretmenlik mesleği, yabancılara bırakılmayacak kadar değerliydi. Öğretmenlerle diğer meslek toplulukları arasında belirgin bir gelir farkı da yoktu. Sözgelimi Almanya’da bir öğretmen ortalama üç bin euro, mühendislerse dört bin euro alır. Bu yüzden öğretmenlik ilgi gören bir meslektir.
Almanya’daki Türkiyeliler Alman eğitiminin “çok kötü” olduğunu, Türkiye’dekinin çok daha nitelikli olduğunu söylerlerdi hep. Onlara göre çocuklar, okulda sadece oynuyor, hiçbir şey öğrenmeden eve dönüyorlardı. Yurt özlemiyle beslenen aynı şaşırtıcı kanı, Türkiye’deki yaşam biçimiyle ilgili de tekrarlanıyordu. Türkiye adlı düşsel ülkede insanlar doğal şeyler yiyip içiyor, hormonlu ve sağlıksız şeylerden uzak bir hayat sürüyorlardı onlara göre. Bu yüzden, doğal domatesle beslenen çocuklar, daha birinci sınıfta bölme işlemini yapabilecek olgunluğa erişiyorlardı. Bir yandan bu söylenenlerde doğruluk payı da vardı; sözgelimi Bejan, altıncı sınıfta hâlâ ikinci sınıfa kadar aldığı matematik bilgisiyle idare edebiliyordu. Ama matematikten kalan zamanında çok farklı karşılaşmalara fırsat bulabiliyordu; bir yerel gazetede bir gün boyunca çalıştı, ata bindi, tiyatro oyunlarında yer aldı, futbol oynadı, çok farklı müzik aletlerini çalmayı denedi, judo yaptı, güreşti, çim hokeyi oynadı, birkaç kez kampa gitti, sayısız okul gezilerine katıldı.
Bejan, bu sayısız oyunlar, eğlenceler içerisinde, Türkiye’deki eğitimin esası olan, kalabalık bir sınıfta öğretmen ve öğrencilerin eşitsiz, bunaltıcı karşılaşmalarından uzak kaldı. Ama öğretmenleri de bu sırada boş durmuyor, onlar da kendilerini eğlenceye bırakmıyorlardı. Onların esas görevi ve Almanya’nın en sağlam kolonu olan, doğru insanla doğru mesleği buluşturma işlevinin uygulayıcıları olarak, çocukları aralıksız izleyip değerlendiriyorlardı. Sadece matematikteki başarısına göre değil, gündelik zorluklara karşı tavrına, sebatına, uyumuna, düzenine de göz gezdiriyorlardı. Bu arada hiç not vermediler, ta ki o büyük güne kadar. Beşinci sınıfta kimin Gymnasium’a gideceğine karar verene kadar, çocuklarla gerçekten de oynayıp durdular. Çocukların sadece kafalarının değil, diğer beden parçalarının da ne kadar işlevli olduğuna bakıp değerlendirdiler. Sağlam kafa ve vücut uyumunu gözettiler. Her farklı beden parçası, kafa gibi bilgilere açıktı onlara göre. Türkiye’deki gibi, kafalar dolu ama elleri ayakları boş, jest ve mimiklerden yoksun, ifadesiz, özgüveni olmayan çocuk üretiminden uzak, her çocuğun sayısız karşılaşmalar yardımıyla kendini ifade etmesine izin verdiler. Bu sırada hep Almanlara yakıştırıldığı gibi, mutlak bir disiplin arayışı da göze çarpmıyordu. Temel olan, yabancıları yerlilerden ayırdıkları gibi, çocukları da seçip ayırmak, en iyilerini bulmaktı.
Bejan’ın sınıfında, beş çocuk bu nitelikte sayılarak diğerlerinden ayrıldılar. Bu ayırmadan sonra Bejan’a, “Sen olsan kimleri Gymnasium’a gönderirdin?” diye sordum. “Ben de olsam onları seçerdim,” diye cevapladı. Bu seçmeyi, diğerlerini de ikna ederek yaptıklarını fark ettim böylece. Bu ayrılan çocuklar, kafaları en dolu, en zeki olanlar değillerdi. Öğretilenleri almaya, ne istediklerini olabildiği kadar bilmeye yakın nitelikte küçük bireylerdi.
Bu seçimin sonraki aşamalarında kim hangi eğitime gereksinim duyuyorsa, o yönde bilgilere ulaşacaktı. Erkenden herkesin kafasını doldurmak yerine, meslek seçimi belirginleştikçe, gerektiği kadarını öğretmek, aralıksız seçmek ve ayırmak bu ayrımcı ama etkin eğitimin esasıydı. Bana göre Almanya’nın çok-boyutlu zenginliğinin temeli de burada aranabilir. Tüm güler yüzlü ayrımcılığına rağmen, doğru meslekle buluşan doğru kişileri seçmek az bulunur bir zenginlik kaynağı sayılabilir. Yanlış işle buluşmuş insanın vereceği zarar da aynı ölçüde bir yoksullaşma nedenidir. Yaptığı işle mutlu olan insanların yarattığı dayanışma ve verimle beslenen bir ülkede, her kişi mesleğini kendi doğal seçimi gibi kabullenir. Örneğin mühendisliği bırakıp hayvancılıkla uğraşmayı aklından geçirmez. İş hayatında yılgınlıklar nadiren ortaya çıkar.
Almanya’ya geri dönüp baktığımda, doğru meslekle buluşmuş insanlarla dolu bir ülke manzarası hatırlıyorum en çok. Örneğin ucuz bir eğitimin içerisinden geçerek, istemeden ya da tesadüfen oraya gelmiş öğretmenlerle, bir sınıfa doluşmuş çocukların karşılaşmasına güvenmeyen, öğretmeni kafa şişiren, bilekleri yoran, uyku getiren değil de, fırsat veren, yer açan, genişlik kazandıran, iyi karşılaşmalar yaratan bir kimse gibi tam da yaşamın merkezine alan…
Bejan, dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş arkadaşlarıyla.
Bejan, öğretmeniyle...