Medusa’nın Gülüşündeki Kadın

Yalnız bir kadın olmak zor derler. Hele bir de sana yabancı bir ülkede, bir şehirde veya bir sokakta yalnız bir kadınsan bunun ağırlığı daha da farklı, daha da bir dayanılmaz olabiliyor.  Bilmediğiniz bir sokağa girip oradan çıkış yolu ararken hemen yanınızdan geçen birine çıkışı sorup ve onların kendi dillerinde siz yolu anlatırken anlayabildiğiniz dil, duygularınızı anlatmada ya da hissettiğiniz tarifsiz düşünce ya da “şey”i anlatmada yetersiz kalır, şey gibi... Şey gibi işte. Oysa sadece bir bakışınızdan sizin ne hissettiğinizi, o tarifsiz denilen duygunun, düşüncenin tarifine gerek duymadan onun ne demek olduğunu anlayan insanların olduğu, köklerinizin uzandığı topraklarda kadın olmak, kadın olmanın ağırlığımı bir nebze de olsa hafifletebiliyor. Öyle ya, kadınlar konuşarak kurtarırlar kendilerini her defasında intiharın eşiğinden. Konuşarak rahatlarlar, rahatladıkça hafiflerler ve hafifledikçe daha bir özgür olurlar, ki özgürlük de kadına en çok yakışan, kadını daha bir güzel yapan “şey”dir vesselam. 

Rahatlamak için, özgürleşmek için yalnızca konuşmak yeterli midir? Salt konuşmaktan geçmez özgürleşmenin yolu. Ona giden yola yazmayı da ekleyebiliriz, çünkü sanıldığının aksine kadın çok fazla konuşmaz, ne yazık ki! Konuşturulmaz. Kadın sanıldığı gibi çok konuşan olsaydı şayet beyaz erkeğin yarattığı berbat, buram buram savaş kokan, tacizlerle sarılı bir dünya yerine çok daha farklı bir dünyada buluşur, tanışırdık. Ki konuşsa bile söyledikleri bir erkeğinki kadar yankı bulmaz. Bundan dolayı biyolojik cinsiyet farklılıklarımızın (Die Biologische der Geschlechtersunterschiede) sonuçlarından biri olarak her ne kadar konuşma, ifade yetimiz ve dilbilgisel becerilerimiz erkeklere nazaran daha erken ve hızlı gelişse de nitelikli olarak konuşma yetimiz eril ses tarafından kıstırıldığı, bastırıldığı için gelişmemiştir ve nitekim cılız kalmıştır. Burada kastettiğim bir şeyler söylemek ya da salt konuşmak değil tabii ki. Bir kavram üzerinde konuşmak ve bir kavramı tanımlamak, bir konuyu tartışmak, bir düşünce dile getirmektir demek istediğim. Bunlar hep “eril”in hegemonyasında olduğu için her şeyin en kısa ve öz tarifini yapan erkeğin aksine kadın, bir kavramın tanımını yaparken bile zorlanabilir, bunu yaparken detaya girer kadın, detaylara boğar çoktan erkekleşmiş toplumu ve bu nedenle sıkıcı olup ciddiye alınmayabilir.

Kadın doğaya yakın görülür, erkek ise kültür ile ilişkilendirilir, kültür doğaya hakim olduğu için erkek de haliyle kadına hakimdir. Patriyarkal toplumlarda erkek, eril olan olumlu ya da norm olarak kurulurken kadın ya da dişil olan olumsuz, esas olmayan, norm dışı, yani kısacası “öteki “olarak konumlandırılır (Donovan, 2005: 232).1 Fakat bu doğaya yakın olma ve esas olmama durumu bir yazgı değildir kadın için. Belki de patriyarkinin oluşturduğu bir diğer algıdır.

Tam burada Helene Cixous`nun “Medusa`nın Gülüşü” adli makalesi seslenir kadınlara “Yazın,” diye. “Yazın,” der Cixous kadınlara. Bedenlerinizi, kendinizi yazın, hep utanç kaynağı olan bedenlerinizi yazın. Ancak o zaman özgürleşeceksiniz. Ve yazmak, bedenlerinizi yazmak sizleri babanızın ve kocanızın topraklarından alıp kendi topraklarınıza götürecektir. Özgür olmak için, özgürleşmek için önce kafanızdaki babanızı, daha sonra hayatınıza toplum tarafından girmesi şart koşulan bir diğer erkek kocanızı yok etmeniz gerekiyor, işte o zaman “ben” olabilirsiniz. Aksi takdirde erkeğin ötekisi, eksik olanı, onun bir parçasından var olanı olmak zorunda kalacaksınız.

Bu nedenledir ki hâlâ yabancısı olduğum ve hiçbir zaman da asli unsuru olmayacağım bu şehirde ne zaman kendimi kapana sıkışmış hissetsem, o kapandan kurtulup kadın olmanın, renkli kadın (women of colour) olmanın ve de anlaşılmayan olmanın ağırlığından sıyrılmak için yazıyorum ve yazdıkça özgürleşiyorum, özgürleştikçe “ben” oluyorum. Sadece kadınlığımdan değil, rengimden, ırkımdan dolayı beni “öteki” yapan herkese inat özne oluyorum. Simone de Beauvoir`nın2 1949`da yayımlanan eseri İkinci Cins’teki vurucu cümlesini alıyorum ve yazıyorum: “Kadın doğulmaz, kadın olunur.” Kadın doğan ya da doğmayan, zamanla daha da kadın olan ve hisseden herkes için Helene Cixous`ya öykünerek, ona bir selam çakarak, Medusa`yı daha da güldürerek yazıyorum ve önce bedenimi, yani kendi varlığımı yazıyorum. Bedenimi yazdıkça ondan eskiden olduğu gibi utanmıyorum artık ve her bir cümlede, her bir kelimede daha da bir özgürleştiğimi hissediyorum.


Helene Cixous, “The Laugh of the Medusa”, The University of Chicago Press, 1976.

[1] Josephine Donovan, Feminist Theory: The Intellectual Traditions, Bloomsbury Academic, 2000.

[2] Simone de Beauvoir, Das Andere Geschlecht, Rowohlt Taschenbuch Verlag, 2000.