Türkiye’de sağ-muhafazakâr kanadın literatüründe en geniş yer kaplayan kavramların başını “sivilleşme” kavramı çeker. Bu cenahın sivilleşmeyi pelesenk haline getirecek denli kullanmasındaki amacı demokratik sivil toplumun inşasını aşağıdan yukarıya başlatarak kendi kendini yöneten bir organizasyon yaratmaktan ziyade siyaseten yukarıda rahat hareket edebilme imkânını yakalayabilme isteklerinden kaynaklandı her zaman. “Sivil”in “resmî olmayan, üniformalı olmayan, kamu bürokrasisinin dışında kalan” şeklindeki sübjektif anlamını siyasileştiren bu kesim, bütün mücadele ve kurumsallaşma pratiklerini siyasetin içerisinde söz sahibi olarak kalmak üzerine kurdu. Bundaki esas sebebin asker-“sivil” kesim arasındaki süregelen sorunlu ilişki olduğu şüphesizdir.
Muhafazakâr/İslâmi siyasetin güçlendikleri noktada askerî darbelerle alaşağı edilmesi durumu, bu cenahın daha fazla varlık mücadelesine girmesine ve beraberinde de toplumun sivil-asker ya da laikçiler-dindarlar dikotomisi ile ayrışmasına sebep oldu. Sivilleşme mücadelesi belki de muhatabına kendilerinin bir “irticai tehlike” olmadıklarını göstermenin bir ifadesiydi. Ancak ne uğradıkları bu “ötekileştirilme” ne de sivilleşmenin önemine sıklıkla değiniyor olmaları, mücadelesini yürütüyor olmaları, bu kesimi ne olduklarından daha demokrat ne de özgürlükçü kılacaktı/kılar. Sağ muhafazakâr siyasetin doğası gereği demokrasi ve özgürlük olgularına olan mesafeli tutumu epistemolojik olarak zaten başlı başına bir realiteyken, ırk, din ve mezhep olgusunu bir arada bulundurarak anlam evreni oluşturan Türkiye’deki gibi bir muhafazakâr çevrenin realitesi de bir o kadar acıdır, katıdır. Siyaset arenasında varlıklarını koruma mücadelesi yürüttükleri müddetçe ağızlarından hiç eksiltmedikleri sivilleşmenin, gücün zirvesine ulaştıklarında dillerinin altında apoletli bir görünüm alması (“demokratlıklarının” sadece hareket kabiliyeti kazanmak amacıyla kullandıkları bir taktikten ibaret olduğu) aksiyomlaşır.
Cumhuriyet tarihi boyunca siyaset alanında hareket kabiliyetini en fazla geniş tutmuş ve bir bakıma sağ-muhafazakâr kanadın da “Diriliş”ini borçlu olduğu AKP, Demokrat Parti’nin de üzerinde bir başarı trendi yakalamış olmasını ise yine “sivilleşme” kartını iyi kullanmasına borçludur. Sivilleşmeyi, zaman içerisinde artan gücü oranında kurumsallaştıran AKP için de sivilleşmenin anlamsal karşılığı Türkiye’nin askerin demir yumruğu altında ezilen başını kurtararak, demokrasinin kuş tüyü yastığına yatırmak olmadı hiçbir zaman!
İktidarı süresince “Türkiye sivilleşme yolunda çok önemli adımlar attı” afyonuyla toplum, siyasetin askerî vesayetten arındırıldığına dair birtakım uygulamalarla karşılaştı.
Askerin sadece yurt savunmasına odaklanılmasını sağlatan 15 maddelik bir “eylem planı” ile asker-sivil ilişkisinin demokratik ülkelerdeki gibi bir seviyeye oturtulması amaçlanıyor gibi gösterildi. AKP’nin birinci ağızlarınca dile getirilen bu amaç AKP’nin 2023 vizyonuna temel oluşturuyor denildi. Asker-sivil ilişkilerindeki değişikliklerin yasallaştırılması üzerinden geçen zamandan 15 Temmuz darbe girişimine kadarki süreye kadar AKP güçlü kurumsallaşmasını sağlamış oldu. Asker-“sivil” ilişkisi ile ilgili değişiklikleri, ileri bir demokratikleşmenin adımı olarak atmayıp bunu sadece varlığına güvence oluşturmak amacıyla atmış olması neticesinde toplum yeni bir darbe pratiği ile karşı karşıya kaldı. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında devletin içteki düşmanlarına karşı geliştirdiği korunmacı ve müdahaleci siyaset mevcut olan dar parti anlayışının sürdürülmesine ciddi bir dayanak oluşturdu. Böylelikle de Türkiye ikinci bir Takrir-i Sükûn sürecine sürüklenilerek anakronik bir buhrana konuldu hızlıca. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın (CHF) tek parti olduğu dönemde tüm muhalefet odaklarının kanun/lar yoluyla ortadan kaldırılarak Türkiye’nin her iki yakada baskı ve şiddet ortamına sürüklenmesinin bir benzeri şimdi yaşanıyor. Parti-Devlet Bütünleşmesinin 19. yüzyıldaki versiyonunun OHAL, KHK’lar, Kayyum uygulamaları ile 21. yüzyılda tekrarına şahit oluyoruz. Türkiye’de CHF’den yadigar canlandırılan anakronizm yeni bir Takrir-i Sükûn’dur.
Türkiye’nin kuruluşundan bu yanadır süregelen hukuk dışı işleyen güvenlikçi politikası nedeniyle zayıf dolu demokrasi karnesini daksil ile “pekiyi”lerle dolduran AKP cenahının, darbe girişimi sonrası bu göstermelik karneyi yırtıp atmasına gerekçe olarak darbe girişimini gösterdikleri malumdur. 1925 Şeyh Sait ayaklanması, Türkiye’nin siyasal yaşamında radikal dönüşümlere yol açtı. Devletin, herhangi bir muhalefete konuşma olanağı tanımayan mevcut sert karakteri, hukuki olmayan kanunlara dayanarak hem Kürdistan’da hem de batıda kendisini konuşturdu. Çapı, tüm Kürd illerini kapsayacak düzeyde genişleyen isyan gerekçesiyle Kürd illerinde sıkıyönetim ilan edildi. Atatürk’ün isteği üzerine başbakanlık görevinden istifa eden Fethi Okyar’ın yerine geçen İsmet İnönü aynı gün içinde Takrir-i Sükûn kanununu çıkarttı. İki yıl yürürlükte kalmak üzere çıkarılan kanun hükümete olağanüstü hal yetkileri tanıyordu. Devletin kendisine düşman olarak tayin ettiği irticacılar (dindar kesim) ve isyancılar (Kürdler) kanun kapsamında hedef tahtasındaydılar. Takrir-i Sükûn Kanunu’nun birinci maddesinden bunu anlamak mümkün: “İrticaa ve isyana ve memleketin içtimai nizamını, huzur ve sükûnunu ve emniyet ve asayişini ihlale bais bilumum teşkilat ve teşvikat ve teşebbüsat ve neşriyatı, hükûmet, reisicumhurun tasdiki ile re’sen ve idareten men’e mezundur.”
Aynı gün alınan bir meclis kararıyla biri merkezi Ankara’da olan, öteki de Kürdistan’da olan iki İstiklal Mahkemesi kuruldu. Ayaklanma bölgesi için kurulan Şark İstiklal Mahkemesi’ne verilen idam cezalarını uygulama yetkisi de verildi. Kürdistan’daki isyan da şiddetli bir şekilde bastırılarak Şeyh Sait ve yakalanan tüm isyancılar hakkında bu kanun kapsamında idam kararları verildi.
Devletin demir yumruğu bu sırada batıda da boş durmuyordu. Takrir-i Sükûn Kanunu’na dayanılarak muhalif gazetelerin tümü kapatıldı. Kanunun çıkmasından iki gün sonra, 6 Mart’ta İstanbul’da çıkan Tevhid-i Efkâr, Son Telgraf, Aydınlık, Sebilürreşat ve Orak Çekiç gazeteleri kapatılmış, bu gazeteleri 16 Nisan’da kapatılan Tanin izlemiştir. 11 Ağustos’ta Vatan da kapatılacaktır, ayrıca Bursa, İzmir, Mersin, Trabzon ve Adana başta olmak üzere bazı illerde yayımlanan muhalif gazeteler de bu kanuna dayanılarak kapatılmıştır.
Şark İstiklal Mahkemesi, ayaklanmayı dolaylı olarak kışkırttığı gerekçesiyle Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının (TPCF) katib-i mesulü emekli Yarbay Fethi Bey hakkında da dava açtı. Dava sonucunda Fethi Bey, beş yıl hapse mahkûm edilirken, mahkeme bu davaya dayanarak 25 Mayıs’ta Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın mahkemenin görev bölgesi içindeki bütün şubelerini kapatma kararı aldı. 3 Haziran’da Takrir-i Sükûn Kanunu’na dayanarak TPCF tamamen kapatıldı.
Şark İstiklal Mahkemesi, 7 Haziran’da bir ara karar alarak tutum ve yazılarıyla dolaylı olarak kışkırttıkları gerekçesiyle ülkenin önde gelen bazı gazetecileri hakkında da tutuklama kararı aldı ve tutuklanan gazeteciler davalarının görülmesi için Elazığ’a gönderildiler. Dava sürerken gazeteciler Atatürk’e affedilmeleri için telgraf çektiler. Atatürk de mahkeme başkanlığına bir telgraf göndererek alınacak kararda, Cumhuriyete ve rejime bağlılıklarını ve yazdıkları yazılardan dolayı pişmanlıklarını belirtip af dileyen gazetecilerin bu davranışlarının dikkate alınması yönünde görüş bildirdi. Mahkûmiyetle sonuçlanmasa da gazeteciler davası basına gözdağı verilmesi açısından çok etkili oldu.
TPCF’nin Takrir-i Sükûn Kanunu’na dayanılarak kapatılması ve muhalif basının aynı yasanın verdiği yetkilerle tamamen susturulmasıyla Türkiye’de çok partili hayat bertaraf edilmiş oldu.
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın feshinden bir ay sonra kurulan Ahali Cumhuriyet Fırkası’nın yasaklanmasından ve başka parti kurma girişimlerinin engellenmesinin ardından CHF’den bağımsız faaliyet yürüten sosyal ve kültürel örgütler de ortadan kaldırıldı.
Böylelikle de önce ülkedeki bütün örgütler iktidardaki tek partinin bünyesinde bütünleşerek parti devlet bütünleşmesi sağlanmış oldu. Atatürk’ün bu durumu gayet meşru gösterdiği, 25 Mart 1931 tarihli Vakit gazetesinde yayımlanan şu demecinde rahatlıkla görülebilir:
“Milletin tarihinde bazı devirler vardır ki muayyen maksatlara erişebilmek için maddi ve manevi ne kadar kuvvet varsa hepsini bir araya toplamak ve aynı istikamete sevk etmek lazım gelir. Memleketin ve inkılabın içeriden ve dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı masumiyeti için bütün milliyetçi ve cumhuriyetçi kuvvetlerin bir yerde toplanması lazımdır. Aynı cinsten olan kuvvetler müşterek gayret yolunda birleşmelidir.”
Tek parti ve “tek adam” hükümdarlığında yürütülecek bir siyasal sistemi milletin hayrına bir durum gibi yorumlayan Atatürk’ün kendi varlığıyla çok partili sistemin önünü kapatma kudreti 1946’da Demokrat Parti’nin siyaset arenasına katılmasıyla aşılmış oldu denilebilir. “Aynı cinsten olan kuvvetlerin müşterek gayret yolunda” birleşemeyeceğinin bir göstergesi olan Demokrat Parti’nin kurucuları Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan, Celal Bayar gibi CHF’deki muhalifler olarak bilinen isimler partilerinden kopuş yaşayarak DP’yi kurdular. Farklı “cinsten” bu isimlerin, parti programlarında ön plana çıkarttıkları noktalar, ihtiyaca cevaben, ülkede demokrasinin geniş ve ileri düzeyde gerçekleştirilmesiydi. Programlarında temel hak ve özgürlüklere geniş yer verilmesinin yanı sıra tek dereceli seçim sistemine geçilmesi ve yönetimin halkın buyruğunda ve denetiminde olması isteniyordu.
CHF’den de DP’ye kısa sürede geçişler oldu ve 1946 itibarıyla tek parti yönetimi, temsilî olsa da kapanmış oldu. Türkiye’yi farklı bir başlangıcın evresine taşıyan süreç DP’nin 1950 ve 1954 yıllarında seçimlerden zaferle çıkması oldu. DP özellikle de ikinci seçimde aldığı oy oranı ile sivilleşmenin ilk ciddi tohumlarını serpiştirdi. DP oylarını %56,6’ya, meclisteki temsil oranını ise %93,2’ye yükseltti. CHP’nin oyları %34,8’e, temsil oranı ise %5,7’ye düştü. Ancak 27 Mayıs 1960’taki askerî darbe devreye konularak Türkiye’nin sivilleşme süreci baltalanmış oldu. Demokrat Parti dönemi Türkiye’nin Batı’nın bir müttefiki olma hevesiyle şiddet ortamından görece uzaklaştığı bir dönemdi. CHF karşısında geliştirilen bir sivilleşme süreciydi ancak askerî darbe ile Batı’ya açılma süreci de sekteye uğratılmış oldu. 1960 darbesi ne ilk ne de son darbe oldu elbette ki!
Sonrası ise toplumun içerisine girdiği distopik ortamın ülkeyi diktatörel bir yönetime götürdüğü süreçtir. Sivilleşmenin sancılarını uzun bir dönem içerisinde yaşayan, sesini çıkarma korkusundan karnından konuşan sağ muhafazakâr çevre, zaman içerisinde bir öç alma duygusu geliştirdi. AKP ile başlatılan sivilleşme süreci bir intikam alma döneminin adıdır. Ancak değişim/sivilleşme ve demokratikleşme saikleriyle yürütülmeyip intikam alma hesabı üzerine kurulduğundan CHP Türkiye’sinin tüm yaptıklarını aynı yöntemle AKP’nin de yaptığını görmekteyiz. Güncel durumda ise devletin pratiklerini toplumun baskı ve şiddete uğrayan kesimi “sivil darbe” olarak yorumlamaktadır. Sivil darbe sükûnu takrir etmektedir. Türkiye’deki sükûnetin takriri, modası geçmeyen bir elbise gibi gücü elde edenin alıp üzerine geçirmesi için askıda bekletiliyor. Mantık hep aynı çünkü…