“İnsan neyse o”1 mudur gerçekten? Yoksa kendi bedeninde içselleştirdiği düşünme, davranma, hissetme ve kavrama şemalarının, ait olduğu topluma göre oluşturduğu bir habitustan2 mı ibarettir? Sahi beden dediğimiz şey kendi içinde veya kendi başına bir anlam ifade eder mi? Pierre Bourdieu ile anılan habitus kavramına bakacak olursak, insanlar içinde var olduğu toplumsal alanda, performe ettiği eylem ve davranışlarla tanınır ve o toplumda karşılık bulur; ve bu tanınma, kabul görme de ilk etapta gerçekleştirdiğimiz eylemleri dışa vuran bedenler aracılığı ile olur. Bu yüzden beden bütün etki alanlarımızı ve varoluşsal etkilerimizi önemli bir şekilde etkilemektedir.
Gerek sosyal bilimler gerekse kültür çalışmaları alanlarında yapılan çalışmalara baktığımızda “beden” kavramının disiplinlerarası bir ilgi konusu olduğunu görebilmekteyiz ve bu bağlamda, içinde bulunulan döneme göre geçirdiği anlam değişimine rağmen insanı ilgilendiren her alanda popüleritesini uzun yıllardan beri korumakta diyebiliriz. Örneğin 19. yüzyılda Avrupa ve Amerika’nın özellikle göçmen ve Afro Amerikalılar arasında meydana gelen yüksek doğum oranı veya beslenme bozukluklarından kaynaklı beden odaklı tartışmaları ve korkuları veyahut 20. yüzyılda kapitalizm ve tüketim kültürünün yükselişinde yine bedenin odak noktası olması gösteriyor ki bedenin ne anlama geldiği ve etki alanı zaman içinde değişse de her zaman toplumun, daha doğrusu Foucault`nun dediği gibi iktidarın tartıştığı, merak ettiği bir konu olmuştur (Turner, 1984; Featherstone, 1983).
Bedenler günümüzde artık toplumsal düzene nasıl uyduğumuz anlamına gelmiyor, bunun yerine kendini ifade etme ve daha çok ne, kim olmak istediğimiz anlamına gelmektedir. Bu bağlamda düşündüğümüzde bedenler üzerinde yürütülen tartışmalar tıp dünyasında olan gelişmelere büyük oranda katkıda bulunmuştur diyebiliriz. Daha uzun yaşamak, daha sağlıklı, kaliteli ve doğal bir yaşam sürmek veya daha estetik bir görünüme sahip olarak yaşamak isteği beden ve tibbi gelişmeleri böylelikle iç içe geçirmiştir. Fakat burada karşımıza çıkan daha estetik bir görünüme sahip olma arzusu bu sefer genel olarak bedenin değil, kadın bedeni üzerine yoğunlaşılmasına sebep olmuştur. Bu da sanırım kadın bedeninin dönemden döneme ya da zamandan zamana değişiklik göstermeden her zaman aynı ilgiye maruz kaldığının bir göstergesidir ve buradan da kadın ve bedeninin “güzellik” arayışının bir nesnesi haline geldiğini görebiliriz. Feminist pencerelerden yapılan tartışmalarda kadın ve erkek arasındaki hiyerarşi temel tartışma konusudur fakat “güzellik arayışı” söz konusu olduğunda hiyerarşinin kadınların kendi aralarında da meydana geldiğini söyleyebilriz. Örneğin son yıllarda Asyalı kadınlar arasında hem güzelliğin hem de zekânın göstergesi kabul edilen “Avrupalı” göz yapısına sahip olmak adına yapılan, gözkapağı ameliyatları giderek yaygınlaşmaya başlamış ve bu da ırksal hiyerarşinin ortaya çıkmasına neden olmuştur ( Sharp, 2000). Çünkü güzellik kavramı özellikle öteki için “Avrupa”dır. İlginç olan, “çirkin” olanı “güzelleştirme” operasyonlarını gerçekleştiren bıçakları da, güzellik ya da çirkinlik tanımlarını üst ırka göre yapan patriyarka üretir ve kullanır; ve böylece kadın bedeni yine kapitalist sermayenin nesnesi olup çıkar3. Buna benzer bir diğer örnek de Katy Davis`in Embody-ing Theory4 adlı çalışmasında verdiği örnektir; 19. yüzyılın başlarında bilim insanları Avrupa ırkını ve dolayısıyla Avrupa bedenini üstün kabul etmişlerdir ve böylece vahşi ve başa çıkılmaz Afrikalı kadın bedenlerini bulup onları evcilleştirmek bu Avrupalı bilim “adamlarının” hayali olmuştur (Gilman, 1985; Fausto-Sterling, 1995). Bu örnekler bize bedenlerimiz aracılığıyla üzerimizde ırksal, cinsel ve sınıfsal olarak nasıl iktidar kurulduğunu anlatmaya çalışır.
Beden üzerine en fazla çalışma yapan düşünürlerden biri de ünlü Fransız düşünür ve felsefeci Michel Foucault`dur. Foucault direk olarak kadın ve kadın bedeni üzerine çalışmalar yapmamış olsa da yaptığı çalışmalar günümüzde birçok bilim insanı tarafından feminist bakış açısıyla okunarak bu alana katkı sağlamıştır. Özellikle iktidar, beden, disiplin kavramları üzerine yaptığı çalışmalarla iktidarların bedenleri, kendi iktidar alanlarını genişletmek, bu alanları domine etmek ve bu alanlarda yaptıklarını meşrulaştırmak adına nasıl kullandıklarını anlatır. Foucault`ya göre beden disiplin ve rejimleri, yani iktidarları normalleştirme sürecinin bir nesnesi olarak görülür ve yine aynı şekilde iktidar ve bilgi ilişkisini, cinsiyet ve öznellik ilişkisini birbirine bağlayan bir araç olarak görülür. Ancak bahsettiği bu ilişkiler doğrudan gözlemlenen ilişkiler değildir, aksine etkileri ile hissedilen ilişkilerdir. Yani Foucault`nun bahsettiği iktidar ilişkilerinde etkili olan ve bedene sirayet eden bu ilişkiler kısıtlamalar ve baskılar yoluyla kendini belli eder4. Bu nedenle iktidarlar kendilerini özneleştirmek adına bedeni disipline ederek baskı altına alırlar. Bu disiplin araçları, Foucault`ya göre hapishaneler, klinikler, akıl hastaneleridir. Tabii bunlar bulunduğumuz dönemlere göre farklı formlar alabilir; örneğin günümüzde Foucault`nun bahsettiği disiplin merkezleri birçoğumuzun günün büyük kısmını geçirdiği işyerleri, plazalar, şirketler veya okullardır. Bedenlerimizi buralarda patronlarımızın, yani iktidar güçlerinin ellerine teslim ederek disipline ediyoruz ve her geçen gün onların istediği “ezilen, mazlum” bireyler haline gelerek bu iktidarların eril söylemlerinin bir ürünü olarak inşa ediliyoruz, yani onlardan bağımsız var olamıyoruz. Bu bağlamda Foucault`un delilikle ilgili yaptığı çalışmada doktorun hasta üzerinde nasıl iktidar kurduğunu ya da doktorun çalıştığı klinik üzerinde, hukuksal aygıtların nasıl iktidar kurduğunu incelediğini görürüz; bu da bir nevi toplumda hiçbir zorlamaya veya çabaya gereksinim duymadan meydana gelen hiyerarşi kavramını ortaya çıkarır ve bize hiçbir şeyin iktidardan bağımsız meydana gelemeyeceği düşüncesi, en tarafsız olması beklenilen bilim insanlarının söylemlerinin bile tarafsız ve iktidardan bağımsız olamayacağını gösterir. Bu nedenle, özellikle içinde bulunduğumuz topluma baktığımızda, son yıllarda daha çok görünür olan iktidardan bağımsız olunamayacağı ve her daim bedenlerimizle iktidarın yaptıklarını onaylamaya yönelik davranışlar sergileme gereksinimini, iktidarın istediği prototipte bir insan bedeni yarattığının bir göstergesidir. Böyle olunca da zamanın ruhuna göre bedenlerimiz kimi zaman “modernite” adına örtülerini atıp açılmak zorunda kalmıştır, kimi zaman da yine o dönemin ruhuna göre bu defa “muhafazakârlık” veya “millilik” adına örtülerini tekrar takıp kapanmak zorunda kalmıştır. Bu yapboz kendi toplumumuzda yine en fazla kadın bedeni üzerinde görünür kılınmıştır.
Godot`yu beklerken aralarında konuşurlar Vladimir ile Estragon ve Vladimir “İnsan neyse odur. Temelde olan değişmez,” der Estragon`a. Belki de ruhumuzun derinliklerinde, içimizde, temelimizde var olup biten her şey sabittir ve değişmez Vladmir`in dediği gibi. Haklı olabilir Vladimir. Ancak bedenlerimizle dışarıya yansıttığımız benliklerimiz hep akışkandır, zamanın ruhuna göre, iktidarın o an dilinden düşecek sözcüklerine göre ve iktidarın inşa ettiği toplumun kurgularına göre şekil alır bedenlerimiz. Neysek o olamayız. Ve kimbilir Godot gelene kadar daha kaç filin altında çimen misali ezilip tahribe uğrayacak bedenlerimiz ve benliklerimiz.
Kaynakça
1 Beckett, Samuel, Godot`yu Beklerken, 1953.
2 Jurt, Von Joseph, Die Habitus Theorie von Pierre Bourdieu
3 Öztürk, Melda Yaman, Ataerkil Kapitalist Toplumda K adın Bedeni, Ağustos, 2012.
4 Davis, Kathy, The Embody-ing Theory, 1997.
4 Foucault, Michel, Göz Kamaştırıcı Hayvan: İktidar, İktidarın Gözü, Çev. Işık Erdügen, Foucault, Michel, Subject and Power, The University of Chicago, 1983.