Tora Pekin ve Özgür Gökmen, Taraf'ın 5 Ocak 2010 tarihli sayısında yayımlanan “muhalif olmak, eleştirel olmak, düşman olmak” başlıklı yazımı şahit göstererek, “Alper Görmüş’ün medyayı eleştiren yazılarında da artık kendisinin işaret edegeldiği sorunlarla karşılaşıyoruz” yargısına varmışlar.
Ben, biri beni eleştirdiğinde hemen kâğıda-kaleme sarılan (ya da bilgisayarın başına geçen) biri değilim. Hatta, hayatımda hiç böyle bir şey yapmadım galiba. Bunun nedeni, şimdiye dek bana yöneltilen eleştirilerin hep değerlendirmelerim, tespitlerim ve yorumlarımla sınırlı kalması olabilir. Fakat Tora Pekin ve Özgür Gökmen'e cevap vermem gerektiğini hissediyorum, çünkü onların eleştirisi değerlendirme, tespit ve yorumla ilgili değil; kullandığım argümanlar, haber malzemeleri ve benim onları kullanma biçimimle ilgili.
Başlıktan da kolayca anlaşılabileceği gibi, Taraf'taki yazımda, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AK Parti) iktidara gelmesinden bu yana, “Bu parti düşmanımızdır” kabulünden doğan muhalefet tarzının problemlerine işaret ediyordum. Tespitlerime göre, bazı kişiler ve toplumsal kesimler “muhaliflik”ten eleştirel olmayı değil, kafadan her şeye karşı olmayı anlıyor ve bu onları adım adım “düşman” kodlamasına götürüyordu. Bu, benim son 7 yıldır savunduğum bir tezdi ve ondan önce bu çerçevede onlarca yazı yazmıştım.
Tavrımda elbette adalet gözetmenin payı da var, fakat asıl, böyle bir “muhalefet” tarzının hakikatte “muhalif” olmadığı; tam tersine muhalefet ettiği şeyi güçlendirdiği ve varacağı yerin kör bir kaostan başka bir yer olamayacağı için ısrarla vurguluyorum bunu.
Bir siyasi gücü “düşman” olarak kodlarsanız, onunla siyasi mücadele yürütmeniz anlamsızlaşır. Çünkü “düşman” kategorik olarak, her zaman ve her durumda “yanlış”tır. Görüldüğü gibi, siyaseten ve ahlaken sorunlu olması bir yana, felsefî olarak da sorunlu bir pozisyonla karşı karşıyayız. Bu muhalefet tarzının en bilinen ve en etkili isimlerinden biri olan Bekir Coşkun, “Kürt açılımı” için Başbakan'a telefon edip destek veren Sezen Aksu'ya haddini bildirirken şöyle demişti:
“Sanatçılar zeki insanlardır; toplumuna ortaçağ yaşamını öneren, modern hayata karşı çıkan, laikliği bir kenara itip dinciliği referans alanların 'iyi bir şey' yapamayacaklarını bilir...”
İşte ben, ilericilik adına kotarılan böyle bir “skolastik”ten söz ediyorum ve buna itiraz ediyorum. Sol'un günümüzdeki asıl sorunu da, insanlara değen fikirler ve tasavvurlar üretemediği için, tıpkı buradaki gibi skolastiğe varan bir negatif siyasete demirlemiş olması değil mi?
Bunları hatırlattım, çünkü Tora Pekin ve Özgür Gökmen'in şimdi aktaracağım eleştirileri, benim bu düşüncelerimi açmak amacıyla kullandığım iki haber malzemesine ilişkin...
METROBÜS MEVZUU
Pekin ve Gökmen yazımdan şu bölümü alıntılamışlar:
“İngiliz The Sunday Times gazetesi, geçtiğimiz yılın 12 aralıkında Kopenhag’da yapılan İklim Değişikliği Zirvesi öncesinde 'Dünyayı kurtarmak için 20 yol' başlıklı bir haber yayımlamıştı. Gazetenin '20 yol'undan biri de İstanbul Belediyesi’nin geçtiğimiz yılın başında hizmete soktuğu metrobüs projesiydi. Haberi okurken, bizim gazete ve televizyonlarımızın, 'metrobüs' deyince akıllarına neden 'arızalanmış metrobüs'ten başka bir şey gelmediği üzerinde düşündüm.”
Bir de buradan yola çıkarak vardığım şu satırları almışlar:
“'Gazeteci muhalif olmalı’ klişesi, bütün gösterişine rağmen doğru değil. Doğrusu gazetecinin ‘eleştirel olması’dır. Bu da bir durumu, olguyu bütün yönleriyle okurun dikkatine sunma ahlakına tekabül eder.”
Fakat yazarlar, bizzat benim bu ahlaka uymadığım kanaatindeler. Çünkü internette geniş bir tarama yapmışlar ve sadece TGRT'de buna benzer bir haber görmüşler. Başlığı, “İşte dünyayı kurtaracak projeler”miş. Fakat TGRT bu haberi, İngiliz gazetesindeki bir başka haberde yer alan metrobüsle ilgili kısa bir bölümü, 'Dünyayı kurtarmak için 20 yol” başlıklı habere yamayarak oluşturmuş. Yamanan bölüm şöyleymiş:
“Türkiye’deki en kalabalık, kirli köprülerden biri olan İstanbul’daki altı şeritli Boğaziçi Köprüsü’nü geçmek, bu sene metrobüs (Bus Rapid Transport) kendi şeridine sahip olana dek üç saat sürebiliyordu. Yolculuk artık 25 dakika sürüyor ve günde 800 bin yolcu bekleniyor.”
Şöyleymiş, böyleymiş diye yazdığıma bakmayın, Pekin ve Gökmen'in TGRT'deki haberle ona kaynaklık eden haberlerin orijinal metinlerini karşılaştırarak vardıkları sonuç tamamen doğru. Yani TGRT okurlarını kurnazca manipüle etmiş.
Fakat problem şurada ki, ben yazımda kullandığım bilgiyi, yazarların zannettiği ve ısrarla vurguladığı gibi TGRT'den değil, Vatan gazetesinden almıştım. Hayır, internet sitesinden değil, basılı gazetenin 30 Kasım tarihli sayısının birinci sayfasından... “Metrobüs çevreci projeler arasında” başlıklı haberin birinci sayfa anonsu şöyleydi:
“İngiliz The Sunday Times gazetesi, 12 Aralık'ta Kopenhag'da yapılacak İklim Değişikliği Zirvesi öncesinde 'Dünyayı kurtarmak için 20 yol' başlıklı bir haberi kapak konusu yaptı. Gazete, bazı ülkelerin küresel ısınma konusunda attığı adımlara da yer verdi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin eksoz salınımını düşürmek için bu yılın başında hizmete soktuğu metrobüs projesini örnek gösterdi.”
Belki yazarlar şimdi de “Fark etmez, baksaydın” diyeceklerdir. Neden? Bir Türk gazetesinde okuduğum bir çeviri haberin orijinalini de okumak zorunda mıyım? Onun doğruluğuna inanarak bir şey yazamaz mıyım? Üstelik haber “muhalif” basında çıkmış, tersi olsaydı (TGRT mesela) belki böyle bir ihtiyaç duyabilirdim.
CAMİ MEVZUU
Yazarlar, “muhaliflik, eleştirellik, düşmanlık” çerçevesindeki değerlendirmelerimde kullandığım ikinci örnekte de “manipülasyon” ve “cımbızlama” tekniklerine başvurduğum kanaatindeler...
Sözünü ettiğim yazımda, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş'ın Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nin 18 Ocak'taki açılışından önce Anadolu Ajansı'na verdiği söyleşideki, “eleştirellik, muhaliflik ve düşmanlık arasındaki farkları ve geçişlilikleri anlamaya hizmet eden” şu sözlerine dikkat çekmiştim:
“O günlerde ‘Buraya cami yapacaklar’ dediler. Bu kadar önyargı ve yargısız infaz olabilir. ‘Yok buraya alışveriş merkezi yapacaklar, otel yapacaklar’ dediler. Böyle bir güvensizlik olabilir mi? Bunu söyleyenler, bir yerden duymadıkları halde uyduran insanlar, ‘Ben insanım’ diye nasıl dolaşabiliyorlar? Bir yerden duymamışsınız, kendiniz uyduruyorsunuz ve yalan söylüyorsunuz.’”
Tora Pekin ve Özgür Gökmen şöyle diyorlar:
“Cami mi? Cami de nereden çıktı? Gerçekten de bu nasıl bir gazeteci belleği ki bir yıl önceki olayı hatırlamıyor, bilgiyi kontrol etme ihtiyacı da duymuyor. Arşiv ortada: Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin yıkımında caminin sözünü eden oldu mu?”
Buradan itibaren yazarlar, “Kim demiş, nerede demiş, metin göster” faslından epeyce laf ettikten sonra, yazıda verdiğim somut bir örneği neden beğenmediklerini açıklıyorlar. Benim verdiğim örnek şu:
“Başkan Topbaş; ‘Bizden şüpheleniyorlar, Muhsin Ertuğrul Sahnesi’ni yıkıp yerine cami yapacağımızı sanıyorlar’ dedi, alaycı bir şekilde. Yalan mı? AKP’nin kökleri olan partiler ‘Taksim’e cami’ diye tutturmadı mı? Yaptıkları ilk icraat İstanbul’un kaldırım taşlarını yeşile boyamak değil miydi?” (Milliyet, 3 Nisan 2008; Topbaş’ın gazetecilerle yaptığı “ikna kahvaltısı”na katılanlardan Serfiraz Ergun’un değerlendirmesi...)
Yazarlara göre bu örnek sayılmazmış, çünkü devamında Serfiraz Ergun'un şu sözleri varmış ve ben onu almayarak cımbızlama yapmışım:
“Güven dediğin şey zamanla oluşur, lafla değil. Bekleyip göreceğiz. Kenan Işık da Orhan Alkaya da Başkan Topbaş’ın atadığı tiyatrocular. Onların icraatını da bekleyip göreceğiz.”
Siz söyleyin, bu son birkaç cümle, gazetecinin oraya cami yapılacağı yolundaki şüphesini izale eder mi?
Ayrıca, şurada yüzyüze bakıyoruz, burası “yazılı”dan çok bir “sözlü” kültür ülkesidir ve işler çoğu zaman yazılmadan yürütülür. Bugün kimse “ben darbe istiyorum” diye yazmıyor ama, Türkiye'de yüz binlerce insanın bu düşüncede olduğunu söylersek yanlış yapmış olmayız, değil mi?
O günlerde, evet, aklı başında, makul gerekçelerle sahnenin yıkılmasına karşı çıkanlar vardı, fakat öbürleri de vardı. Yıkıma karşı hareketin öncülerinden Nedim Saban'ın “Yıkarlarsa cami yaparlar” teziyle ilgili olarak yazdığı şu satırlar dahi böyle bir tezin ve sahiplerinin olduğunu doğrulamaya yeter:
“Bu provokatif söylem zaten baştan beri inandırıcı değildi. Vahşi kapitalizmin ibadet alanları alışveriş merkezi, hamburgerci ve otoparklardan ibarettir. (Bkz. Tepebaşı Tiyatrosu.) İşin ilginç yanı, bu söyleme hiçbir zaman inanmadığım ve aptalca bulduğum halde, salt kültür merkezlerimizin talan edilmesine karşı çıktığım için, beni böyle düşünüyormuş 'gibi' ilan etmek bazılarının işine geldi.”
Ayrıca “yazılı”sı da var: “Mutlaka iş merkezi yapılacak. Korkarım cami yapılmasın.” (Bakırköylü Sanatçılar Derneği Başkanı, tiyatrocu Cihat Tamer'in İstanbul Üniversitesi Haber Ajansı'na verdiği söyleşi, 23 Mayıs 2008).
Yazarlar, “Bu kadar deli saçması bir iddiayı kimse öne süremez”e güvenip “arşiv burda, göster hadi”ye fazla abanmasınlar derim ben. Vaktim olsa eminim başka örnekler de bulurum.
Bu iddiamı güçlendirmek için, “Muhsin Ertuğrul'un yerine cami” kuşkusunun “deli saçması” sayılması durumunda “zır deli saçması” sayılması gereken başka bir örnek vereyim: Atatürk Kültür Merkezi'nin yerine cami yapacaklar kuşkusu...
Buyurun:
“Konuştuğum opera-bale sanatçıları AKM’yi yıkıp yerine cami yapma projesini hâlâ duyduklarını söylüyorlar. İstanbul’da cami eksiği olsa 'haklılar' diyebilirsiniz ama tam 2944 caminin bulunduğu bir şehirde 2-3 kültür merkezinden birinin, hem de '1’nci sınıf tescilli korunması gereken kültür varlığı' niteliği taşıyan bir binanın yıkılıp cami yapılmasını anlayabilir misiniz? Olsa olsa bu da 'siyasi propaganda' amaçlı olabilir.”