Her daim içimin bir köşesinde yersiz yurtsuz hissederken buldum kendimi. O his ile dolanıp durdum çoğu zaman. Kilometrelerce yollar gittim. Dağ başlarında durmayı kendime huy edindim de sonunda hep bir şekilde şehre geri dönmek zorunda kaldım. Bazen özleyerek, çoğu zaman hiç dönmeyi istemeyerek geri geldim. Üstelik bir yerden sonra değişiverdi aidiyetler, nereye geri döndüğümü nereden gittiğimi bilemedim. Yol bir yaşama biçimi olarak yerleşti aklımın içerisine, varmak sadece bir süre dinlenmek içindi hepsi o kadar.
Sonra arkadaşlık, dostluk, ahbaplık, tanışlık kavramlarıyla kavga ederken buldum kendimi. Aidiyet sadece dört duvara, bir çatıya, bir mahalleye, içi kitaplarla dolu bir eve değildi elbette. Bütün bunların dışında ait olduğum insanlar vardı. Üstelik kapıyı çekip çıkıp gidebildiğin bir ev gibi de değildi bu insanlar. Kimisi en ufak şeyde hayatından uzaklaşıp, gidip sadece yolda gördüğünde başınla selam verdiğin insanlar haline dönseler dahi kimisi ne olursa olsun orada olacağını bir şekilde garantiliyordu. Kurtuluş yoktu tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimizdi. Yaşlarımız kadar sahip olduğumuz dostluklar vardı, beraber büyümüştük, daha ötesi yoktu.
Beraber düğünler yapmıştık, cenazeler kaldırmıştık. Ah edip sövmüşlüğümüz de çoktu, birbirimizin rüyasına misafir oluşumuz da, beraber gündüz düşleri kuruşumuz da. Sonra ufacık kırgınlıkları kocaman yapıp birbirimize sarılmayı unutuşumuz da çok oldu. Yaşım daha neydi ki ben zamanla daha çok kırılmayı öğrendim diye sorarken buldum kendimi. Gerçek dostluğun arasına mesafeler girmiyordu, bir onu iyi anladım. Arkadaşlar seçilmiş ailelerdi, coğrafya gibi bir kader değil, kendimiz belirlerdik başımıza gelecekleri. Kaç kilometre uzakta olursan ol, aranınca dakikalar süren o konuşmalar ya da yan yana gelince sanki dün ayrılmışız gibi oturulan o sofralar hiç bitmiyordu. Kiminle, ne kadar sık görüştüğün değil, gördüğünde nasıl sarıldığın, dünyanın bir ucundan gerçekten nasılsın diye sorabilmek lüksüydü. Sınanıyorduk, sınanıyoruz, daha çok sınanacağız.
Sonraları ya da bugünlerde diyelim, değişti her şey ya da ben bir değişimin başını yakalayamadım da ortasında bir yerde havada dururken buldum kendimi. Herkesin dağıldığı, benim koptuğum ve kendimi gitgide daha uzağında bulduğum topluluklar olur oldu etrafımdakiler. Yargılarken buldum kendimi, yargılanırken. Hal hatır sormak yerine yaptıklarımızla ya da yapmadıklarımızla hesap sormaya bile gerek duymadan yazılmayan mesajlar, sorulmayan “nasılsın”ların içerisinde ama o da bunu yaptı derken.
2013’ün Haziran’ıydı, sokaklar bizimken hiçbir şeyi kaybetmedik, birbirimizi kazandık diye dolaşırken bulmuştuk sokaklarda kendimizi. Ayrılırken de, buluşurken de daha sıkı sarılmayı farz edinmiştik. Eve giderken başımıza gelecekleri kestiremiyorduk ya da tekrar sokağa çıkıp çıkamayacağımızı. Ben ilk kez kendimi bu ülkenin vatandaşı gibi hissediyordum. İlk kez sokakta kendim için bir şey yaparken bulmuştum kendimi. Bir elin sıcaklığıyla ısınıyordu elim, yalnız değildim sokaklarda, birken iki olmuştuk çoktan, daha kalabalıktık, sevilmek için az olsa dahi endişelenmek ve sevinmek için çok fazla nedenimiz vardı. Birbirimizin kabulüydük.
Sonra, sonrasını kaçırdığım bir yerde yan yana durmaktan bile vazgeçerken buldum herkesi. Ben yine yolu fazla uzun tutmuştum da döndüğümde her şey mi bambaşkaydı, kimin gerisinde kalmıştım, insanlar ne zaman bu kadar ilerlemişti. Neyi kaçırmıştım da herkes, herkes hakkında bu kadar çok konuşur olmuştu.
Biz kim oluyoruz da her şeyi kendimizce, hem de uluorta yerde yargılarken buluyoruz kendimizi. Bu hakkı ve haddi sadece düşünmeyi becerebilen birer aklımız olduğu için mi kendimizde buluyoruz yoksa sadece ağzımız var diye konuşup duruyor muyuz? Şiddetten, adaletten, iktidardan, bencillikten, yalandan ve riyadan şikâyet edip dururken arkasından konuştuğumuz insanların suretlerinden birer parça almıyor muyuz üstümüze.
Biz kim oluyoruz da dün yan yana çay içtiğimiz insanı bugün herkesin içerisinde alaşağı edebiliyoruz fakat onu karşımıza alıp “Bunu yapmak istiyorsan yap ama bence şurada şöyle bir sıkıntı var,” demeyi beceremiyoruz. Dost yatağını ne zaman kırdık geçtik de insan gönlünün kırılabilir olduğunu unuttuk. Biz kim oluyoruz da kendi eşimizi dostumuzu da linç edecek gücü kudreti kendimizde buluyoruz. O insanın dün yaptıklarını silip sadece bugün olduğu yere onu gömebiliyoruz.
Bir yıl kadar önceydi, “Umutsuzluğa Alışma” diye bir yazı yazmıştım. Umuda her şeyden daha çok ihtiyacımız var diye. Sonra sığınacak yerler bulmuştum kendime. İyi şeyler de oluyor bak, diyerek anlatmaya başladıklarım vardı. İyi bir kitaptan, güzel bir filmden, yeni bir albümden, iyi bir haberden, kurulan yeni bir tiyatrodan, açılan bir sergiden, ara verip kaldığı yerden devam eden bir dergiden, âşık olan yeni insanlardan… Sonra sonra her şeyi elimizden alır olduk. İyi olanın kötü tarafını görmeye başladık. Öyle ki insanların kendilerini ifade edişlerine bile karışır olduk. Her şey ne zamandan beri bu kadar bizimle ilgili, hiçbir şeyin şahsiyeti ne zamandan beri kalmadı.
Kimin içeride kimin dışarıda olduğunu unuttuğumuz günlerin içerisinde iktidarı eleştiren sivri dillerimizle hepimiz kendi küçük iktidar çeperimiz içerisinde bir şekilde yaptığı işleri yapmaya devam etmeye çaba sarf ederken; mutsuzluk tek iktidar sahibi. Bireysel ve toplumsal. Elimizden başka hiçbir şey gelmediği için mi, sokaklar artık bizim değil diye mi, değiştirmeye dair bir umut kalmadığı için mi, gidenler gitti, kalanların ise gidenlerin ardından sadece bakışları kaldı diye mi, bilmiyorum. Bize biraz umut lazım, koşulsuz şartsız sevgi. Her daim onay olmasa dahi bir aferini hak ediyoruz belki de. Onu sırf o olduğu için sevdiğiniz insanlara sahip çıkın. Bazen diller tutulur, basiret bağlanır ama hayat devam eder. Farklı sesten aynı ağızlarla söylediğiniz türkülerin yüzü suyu hürmetine, beraber oynadığınız düğünlerin hatırına, bir omuzda taşıdığınız cenazelerin ruhuna… Siz siz olun, bizden vazgeçmeyin.