Tekel işçilerinin direnişi, hükümetin çizdiği tarihi sınıra yaklaşırken, geçtiğimiz haftasonu gerçekleşen eylem, sürecin kolaylıkla bitmeyeceğini bir kez daha gösterdi. 20 Şubat cumartesi gününü, gündüzü ve gecesiyle “Tekel işçileriyle dayanışma günü” olarak ilan eden ve yaklaşık 20 bin kişiyi Ankara’da Sakarya Meydanı’na toplayan organizasyon, toplumsal hareket tarihimizin sembollerinden biri arasına girecek gibi görünüyor.
2.5 aydır devam eden direniş zaten başlı başına tarihi bir öneme sahip. Tekel direnişi, artık 15-16 Haziran 1970 ya da 1991 Maden İşçileri Yürüyüşü ile birlikte anılmaya başladı. Yaklaşık 20 yıldır bu kadar geniş katılımlı ve uzun soluklu bir eylemin gerçekleşmemiş olması, Tekel direnişinin iki temel özelliğini oluşturuyor. Fark yaratan bir diğer özellik de, sürenin uzamasına rağmen direnişe verilen desteğin azalmaması; tersine katlanarak artması. Tekel işçilerinin direnişi, karşılaştırıldığı diğer iki büyük eylemden bu noktalarda ayrılıyor ve yaratacağı uzun soluklu etki de bu özelliklere bağlı olacak.
Gerçekten de bir eylemin, direnişin ya da protestonun, toplumsal hareket niteliğini kazanması, bir yandan sürekliliğine diğer yandan da eylemin doğrudan etkilemediği farklı kesimlerle eklemlenmesi ve onların desteğini almasına bağlıdır. Kolektif tepkilerin, hareket niteliğine dönüşmesi, Tilly’i[1] takip ederek söyleyecek olursak, makul talep-birlik-sayı-bağlılık gibi temel faktörlerin, uzun erimli şekilde kamu politikalarına etkileyebilme gücüyle ilişkilidir. Tekel direnişinde bu faktörlerin karşılığına baktığımızda, yaşananların toplumsal hareketler teorisinin kapsamına girdiği rahatlıkla söylenebilir. İşçilerin özlük haklarını korunması talebi hükümetin tüm karşı propagandasına rağmen toplumdan destek alırken, eylemdeki birlikteliklerini inatla sürdürmeleri, sayılarının beli bir düzeyin altına inmemesi ve yine karşı-propagandalara rağmen birbirlerine gösterdikleri bağlılıklarıyla, bu tepkinin kısa süreli bir öfke patlaması değil, dolaylı ve doğrudan etkileri olacak bir hareket haline geldiğini gösteriyor.
20 şubat eyleminde de görüldü ki bu hareketin en önemli kazanımlarından biri, geniş kesimleri talepleri etrafında bir araya getirerek toplumsal meşruiyet zeminine sahip olmasıydı. Son yıllarda, belli grupların İstanbul’u merkez olarak seçmesinin de etkisiyle, 1 Mayıs gibi sembolik günlerde bile meydanları ancak doldurabilen Ankaralıların, 20 şubatta birkaç saatliğine değil tüm bir gün bu dayanışmaya omuz vermeleri, kritik bir eşiğin aşıldığını gösteriyor. Bu desteğin en önemli nedenlerinden biri, Tekel direnişinin yukarıdan organize edilen ve hiyerarşik bağlar içinde değil, tersine işçilerin kendi inatlarıyla süreci yönlendirmeleri ve çoğu zaman sendikalara belirli kararları almaya zorlamalarıydı. Böylece direniş, hakkını gasp ettirmeme talebi olduğu kadar, özelleştirmelerin ve kamunun bu yöndeki politikalarının yanlışlığını da vurgulayan; bunu geniş kesimlere yayabilen bir hal aldı. Diğer bir deyişle, “direniş artık fabrika işçisinin direnişi değildir; toplumsal düzeye yayılmış, üretken emeğin yenilik ve taşkınlığına, üretici öznelerin otonom elbirliğine, biyopolitik tahakkümün ötesinde kurucu güçler geliştirme dayanan yepyeni bir direniştir.”[2]
Öte yandan yaşananlar, işçilerin özlük haklarını talep etme ve kamu politikalarını sınıfsal çıkarları doğrultusunda etkilemek gibi “klasik” toplumsal hareketlerin niteliği sayılabilecek özelliklere sahip olsa da, hareketin dayandığı taban ve otonomi, işçilerin taleplerinin geniş çevrelerce desteklenmesi ve eylem şekilleri, yaşananların yeni toplumsal hareketlerin perspektifine de girdiğini gösteriyor. Dolayısıyla, 21. yüzyıl hareketlerinin eskiden bir kopuş özelliği göstermediği ancak geleneğin üstüne konarak ilerlendiğine dair savlar, Tekel direnişinde onaylanıyor.
Bu sürecin en başından beri dikkatimi çeken slogan, 20 şubatta da sıklıkla söylenen, “birleşe birleşe kazanacağız” oldu. Türk solunun bölün bölüne çoğaldığını dikkate alacak olursak, bu sloganın sahiplenilmesi oldukça önemli. Hareketin artık bir parti, sendika ya da üst bir yapı tarafından değil, tabanının inatçılığı ve yönlendirmesi ile ilerlemesi, bu sloganı yaratan en önemli faktör. Şurası açık ki, kurumların “kitleleri tek taraflı harekete geçirme döneminin sona erdiği ve hareketin kendisinin kurumlara yön verdiği bir dönemi yaşıyoruz”[3]. Yeni platform, inisiyatif ve cepheler üretmek yerine hareketin bu değişen yapısına kulak vermek, Türk solunun kitleyle yeniden barışması için önemli bir yol olabilir. Somut ve yaşamsal sorunların çözümlenmeden, ABD’nin memleketten kovulması ya da emperyalist ve işbirlikçilerin hadlerinin bildirilmesi, çadırdaki, sokaktaki, direnişteki her kesimden vatandaş için çok da elzem görülmüyor.
Genel olarak Tekel direnişi ve özelinde 20 Şubat’taki mutabakat gösterisi, hareketin içinden gelen yeni bir dile ihtiyaç olduğunu göstermekte. Artık, üst perdeden konuşmak yerine diyaloğa geçmek gerekiyor. 2,5 aydır süren bu direniş, toplumuna her kesimine bir şeyler öğretti. Tekel işçisi de onların haklarını savunduklarını iddia edenlere de diyalog zemini oluşturdu. Direniş bir şekilde sona erse de en önemli kazancımızın bu iletişim zemini olduğunu ve bunun değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
[1] Charles Tilly (2008), Toplumsal Hareketler 1768-2004 , Babil Yay.
[2] Antonio Negri (2006), İmparatorluktaki Harekeler, Otonom Yay.
[3] Yavuz Yıldırım; “Şeker, Tekel ve Sendika”, 20.10.2010, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=975552&Date=20.01.2010&CategoryID=83