İnsan kalabalığının, kaynak noksanlığı ve yer darlığının olduğu her yerde, “yavaşlık felsefesi” olarak adlandırmayı deneyeceğimiz bir öğretiyi uygulamak zorunludur. Maddi kaynakların az olduğu yerde, bu noksanlığı tinsel öğretilerle telafi etmek, dışarıya dönük bir ilginin, iştahın biraz da içe dönmesi ve hatta farklı aktarımlarla dengeleme çabası daha anlaşılır olur. Kanaatkârlık özellikle yoksulların hayatta kalması için zorunlu bir mizaç şeklini alır. Bu çeşit bir yavaşlık, sadece nitel değil, nicel yollarla da hayata geçirilmelidir. Örneğin hareketleri ağırlaştırmak, hatta mümkünse hareketsiz beklemek, yerli yersiz iştahlanmamak, arzuların kabarmaması için bedeni de terbiye etmek gereklidir. Ruh ve beden yavaşlığı birbirine bağdaşık terbiyeler olur. Nitel ve nicel yavaşlıklar birbirine destek olmalıdır. Özellikle Taocu tinsellik, bu yavaşlığın bir yaşam biçimi gibi uygulanmasına dönük bir öğretidir. Ama genel olarak, yaşam hamlesininin, güç istencinin ya da türlü arzuların meditasyon, yoga veya başkaca tekniklerle farklı kanallara yönlendirilmesi uğraşı vardır. Sadece Uzakdoğu dinleri değil, kaynakların dar olduğu zaman ve yerlere ait mistik öğretiler de bu istencin yok edilmesine dönük teknikler sunar.
Maddesel kaynakların daha fazla olduğu yerlerde de yavaşlık felsefesine yer açılır; ama çoğu zaman özgün kaynaklarına karşıt şekillerde. Bu gibi disiplinlere genelde daha fazla hızlanmak için başvurulur. Sözgelimi ertesi gün işine daha hırsla sarılmak için meditasyon yapılır. Ruh ve bedeni topluca yavaşlatmak yerine, işlevsel bir sükûnla, dinlenmiş bir ruhu ve bedeni daha hamleli, daha istenç ve arzu dolu yapmak temel amaç halini alabilir. Özellikle kapitalist üretimin yarattığı kaynak bolluğu, girişken üretici ve tüketicileri, hamleli şahsiyetleri gereksinir. Kapitalizmin içkin mantığında neyin üretildiği çok da önemli olmaz; düşünce ya da sınai üretim fark etmez. Kişinin ne yapacağına karar vermesi, tasarlaması yeterli gibidir. Bunun için de ruhu veya bedeniyle ifade edebileceği ne varsa ortaya koyması yeterlidir. Üstelik yer darlığını sorun olmaktan çıkaran sömürgeci tahayyül, el altındaki kaynakların sınırsız gibi görünmesine neden olur.
Gilles Deleuze'ün ilk kez Spinoza'da bulduğu felsefi düzeydeki “ifadecilik” de bu zamanların verimidir. Batı felsefesi içerisinde, özellikle Spinoza'dan başlayarak, oradan Nietzsche'ye ve Bergson'a uzanan bir fikriyat içerisinde, hızlanmaya dönük güç istenci, yaşamı temellendiren bir kaynak gibi tarifini bulur. Rönesans'la birlikte gözleri açılan, bir izlenimci gibi dünyanın değişen manzaralarına tanık olan Batı dünyasının sakinleri, özellikle Barok Çağ'la birlikte ifade biçimlerinde de sınırsızlık arayışı içerisine girerler; iki yönlü genişleyen bir sonsuzluğa gözlerini dikerler. Mikroskop ve teleskopun eriminde büyüyüp küçülen bir dünya gibi, ruhlar da tüm sonsuzluğu doldurmak, keşfetmek ister. Sadece yeryüzünü duymak değil, onu ifade etmek, yeniden yaratmak isterler. Bu sonsuzluğu tecrübe edebilecekleri ve kendini sınırsız şekillerde açan yeryüzüne, açık duyularla, gelişmiş ifade biçimleriyle cevap vermek, genişlemek, açılmak, keşfetmek Batılı bir dürtü olur.
Sömürgeci genişlemeyle kaynaklarına kavuşan kapitalizm de bu ifadecilikten güç alır. Doğu'nun yavaşlıkla birleşen hikmeti içerisinde işlevsel olmayan bilme biçimlerine karşılık, Avrupa düşüncesinde daha fazla hızlanmaya dönük malumat tutkusu kıymet görür. Heidegger'in teknolojinin temel belirleyeni saydığı "fizik ve matematiğin evliliği" de bu istencin bir sonucu sayılabilir. Matematik soyutlamayla fizikî kaynaklar aynı denklemde işlenebilir olduğunda, sonlu maddeye sonsuzmuş gibi muamele edilir. Hiç tükenmeyecek bir tabiat tasavvuru ortaya çıkar. Tek sorun, bir soyutlama şeklinde de olsa var olanı ifade etmek gibidir. Şu anda sözgelimi Avrupa ve Amerika'da tasarım ofislerinde tasarlanan her şeyin Çin ve benzeri ülkelerde üretilmesi gibi, yeryüzü bu hızlanmanın, mesafesizliğin oyun yeri olur. Üstelik Çin gibi yerlerde, kendi hakkına razı, yavaşlık terbiyesine sahip adam, kadın ve çocukların azla yetinirliği sayesinde, neredeyse maliyetsiz şekilde bu ifadeciliğin verimi tasarımlar hayata geçirilebilir olur. Buralardaki insanların sebatı, söyleneni yapan, uysal mizaçları uygun bir işgücü yaratır. Sınırlı bir yeryüzünden sınırsız dünyalar yaratmak üzere, özünde yavaş insanlara başvurulur.
Ama zamanla, hamleli, istenç sahibi, arzulu, ifadeci Batılılar, yavaş yavaş yeryüzünün her düzeyde sonlu bir kaynak olduğunu, matematik ve fiziğin artık ayrılması gerektiğini fark etmeye başlarlar. Çevresel kısıtlar tüm ideoloji ve yaşam biçimlerinin temel belirleyeni olmaya başlar. Ama küresel bir zenginleşmenin sonucunda yavaş topluluklar da hızlanmaya başlayınca, bir felaket öngörüsü kendisini gösterir. Bu nedenle Çin gibi ülkelerde tasarruf oranı her yıl biraz daha azalır. Yavaş insanların zor zamanlar biriktirmeye sebatı tüketim yönünde değişir. Örneğin Çinliler, nasıl olsa yeterince birikim yaptık deyip elindekileri harcamaya karar verirlerse, yeryüzü birkaç on yılda bir Mad Max sahnesine dönebilir.
Ama herhangi bir ekonomiciye kulak verildiğinde değişen pek bir şey yokmuş gibidir. Ekonomiyi fizikle evli bir aritmetiğin çocuğu zanneden bu otoriteler bir yana, eğitimciler de, çocukların ifadeci yönelimlerini daha da artırmaya dönük türlü kişisel gelişim önerileri geliştirmeye devam ederler. Sanki yeryüzü sınırsız bir oyun yeri, kendimizi dilediğimiz gibi gerçekleştirebileceğimiz bir uzammış gibi tavsiyeler birbirini kovalar. Çocukların kendi bireyliklerini, farklarını ifade edebilecekleri mecralar da çoğunlukla tüketime dönük, pahalı düzenekler gibi ifadesini bulur. Bu yüzden başka türlü tüketim düzeneklerini gereksinir; Heideggerce söylenirse, yeryüzünü el-altında-hazır bir kaynak gibi görmeye zorlar. Özellikle Avrupa kaynaklı eğitimlerde olduğu gibi, özünde ilham verici olan ve çocuğun nesnesine elini değdirmesini, üzerine çıkmasını, binmesini, sürmesini, icra ve tecrübe etmesini hedefleyen bu eğitim yordamı, yavaşlık felsefesiyle birleşmediğinde, tüm yeryüzünün bir tema parkı gibi kavranmasına hizmet edebilir.
Ama kafamızdaki Barok sonsuzluk algısıyla yeryüzünün Gerçek'i arasında oransız bir eşitsizlik vardır. Kısıtlı yeryüzü kaynaklarını paylaşamamaktan ileri gelen savaşların ortasında her gün biraz daha kendisini duyuran yer darlığıyla bu ifadeci sonsuzluk kavrayışı uyuşmaz. Yeryüzü daraldıysa, sağından solundan sızdırıyorsa, evcil olanların dışında hayvanların yaşama şansı kalmadıysa, bununla uyumlu bir yavaşlığı, geri çekilmeyi, biraz yerinde oturmayı hayata geçirmek, sadece etik değil, daha akılcı ve doğal bir çözüm gibi ortaya çıkar. Aksi durumda, disütopik filmlerdeki gibi, yeryüzünün kendi yüceliğini ilan edeceği nihai bir felaket çok yakın olabilir.
Bu konuda kendi adıma ne yaptığımı soracak olanlara pratik bir öneride bulunmam zor. Ama kızım Bejan evi birbirine kattığında nadiren de olsa hareketsizce koltukta oturma cezası veriyorum. “Hiçbir yerin kıpırdamasın!” diyorum. Ancak birkaç dakika sonra dayanamayıp yerinden zıplayarak kalkınca, kendi bildiği gibi davranmasından gizli bir memnuniyet duyuyorum. Ama iyice daralmış, her yerden felaket haberleri gelen bir yeryüzü manzarasının, yavaşlamadıkça çok uzakta beklemediğini bilerek yaşamak ve o ölçüde idmanlı olmanın yolu paranoyak bir komplocu zihniyetten çok, üretken ve yaratıcı bir yavaşlık felsefesiyle mümkün gibi görünüyor. Üstelik daha da zoru, bu öğretinin kısmi bir bolluk içerisinde hayata geçirilmesi gerekli gibi... Ünal Nalbantoğlu’nun her dersinde usanmadan dile getirdiği gibi, bir “istememe istencini” hayata geçirmek acil önemde görünmektedir. Felaketleri geciktirme ve belki de yok etme olasılığı barındıran bu akılcı ve duygulu yavaşlık, sistem karşıtı eylemlerin temeli olmaya başladı bile.