Milan Kundera L'ignorance (Türkçe’de Bilmemek) adlı romanının başlangıcında nostalji sözcüğünün Yunanca “geri dönüş” anlamına gelen nostos ile “acı çekme” anlamına gelen algos sözcüklerinin birleşmesinden türediğini anlatıyor. Yani nostalji bir geri dönüş özlemi yüzünden duyulan acı, üzüntü ve yoksunluk hissi anlamına geliyor. Kundera'nın romanda esas izini sürdüğü mesele ise vatanından uzakta yaşayan, ondan haber alamayan, onun başına neler geldiğini artık “bilmeyen” göçmenin bir gün tekrar vatanına dönse bile, döndüğü yerin o eski bıraktığı yer olmayacağına dair duyduğu endişe. Dönüşün acı vermesinin nedeni dönememek değil, dönülen yerin bırakılan yerle aynı olmayacağı korkusu.
Donald Trump'tan bahseden bir yazıya nostalji sözcüğünün “etimolojisi” ile başlama nedenim şu: Trump'ı ABD Başkanlığına taşıyan toplumsal dinamiklere baktığımızda "o eski muhteşem Amerika'ya" duyulan derin bir nostalji söylemiyle karşılaşıyoruz. Bu kez sancılı bir nostaljiye kapılanlar Kundera’nın anlattığı gibi göçmenler değil, ülkedeki yerlilerin (native) hepsi olmasa bile önemli bir kısmı. Hissettikleri duygu ise acıdan çok varoluşsal bir öfke.
Bu "yerliler" bir zamanlar muhteşem (great) bir yer olan bu ülkenin fabrikalarında iyi ücretlerle çalıştıkları "Amerikan" işleri ülke dışına çıkarılmış, “çalınmış” insanlar. Kendi ülkelerinde hem düşük ücretle çalışıyorlar hem de kültürel anlamda yabancı durumuna düşürülmüşler. Ülkelerini artık tanıyamıyor, ülkelerini yöneten elitlerin de artık kendilerini umursamadığına inanıyorlar. Trump’ın üzerine bindiği ve ona kendi karakterinin hoyrat, saldırgan, gürültücü, saygısız ve usturupsuz motiflerini eklediği siyasi dalga işte böyle kavgacı ve nativist bir nostalji hareketi.
Bir nostalji pınarı keşfedip onu manipüle etmek elbette sadece Trump'a özgü bir strateji değil. Columbia Üniversitesi’nden düşünce tarihçisi akademisyen Mark Lilla The Shipwrecked Mind: On Political Reaction adlı yeni kitabında her reaksiyoner (gerici) hikâyenin insanların toplumdaki yerlerini ve ödevlerini bilerek, mutlu bir ahenk, güven ve asayiş içinde, kendilerini geleneğe ve Tanrı'ya teslim ederek yaşadığı bir ülke kurgulayarak başladığını anlatıyor. Hikâyenin devamında entelektüellerin, yazarların, gazetecilerin ve üniversite hocalarının taşıyıcılığı ile "içeri sızan" bünyeye yabancı fikirler bu toplumsal ahenk duygusunu bozuyor. Bütün bunlar olurken ülkeyi yöneten politika eliti de nizam ve intizamı muhafaza etme iradesini yitiriyor. Üzerine çöken yanlış bilincin girdabında savrulan toplum hep beraber, çoğu zaman da güle oynaya kendi yıkımına doğru koşuyor. Gericinin hikâyesinde bu toplumu mutlak bir yıkımdan sadece o ahenkli ve mutlu yerin, o eski muhteşem düzenin güzel anısını unutmamış olanlar kurtarabiliyor.
Lilla burada bana önemli gelen bir ayrım yapıyor: reaksiyoner (gerici) olan hakkında ilk anlamamız gereken şey onun bir "muhafazakâr" olmadığı. Radikal savrulmalardan hiç hoşlanmayan, tarihin akışını yumuşak kürek darbeleriyle "yönetmeye" çalışan muhafazakârın tersine, reaksiyoner aynı bir devrimci gibi radikal bir misyon biçiyor kendine. Devrimcinin gözleri yaşanmış bütün geçmişlerden daha iyi bir geleceği kurmaya odaklanmışken, reaksiyonerin bütün derdi yıkıp dökme pahasına da olsa, kurgulanmış ve idealize edilmiş bir "geçmişe dönmek". Brexit’in, Trump’ın ve Avrupa’daki alternatif sağ hareketlerin ortak paydası bu idealize edilmiş geçmiş vurgusu.
Trump'ın seçim kampanyası boyunca kurduğu anlatıda, bu mutlu geçmişe dönebilmek ve “Amerika’yı yeniden muhteşem yapabilmek” için kurtulunması gereken, bünyeye zararlı iki yabancı fikir var. Bunlar yabancı ülkelerde yaşayanların refahını ve mutluluğunu Amerikalıların refah ve mutluluğunun üzerinde gören küreselleşme (globalism) ve çokkültürlülük (multiculturalism).
Küreselleşme Amerikan orta sınıfının yüksek ücretli işlerini ellerinden alıp onları fakirleştirirken, gidip Çin ve Meksika gibi yerlerde "besili" bir orta sınıf kuruyor. Bu iddiada önemli bir doğruluk payı olduğunu belirtmek gerek. Dünyanın önde gelen küresel gelir dağılımı iktisatçılarından Branko Milanoviç'in çalışmalarına göre küreselleşme en çok Çin, Brezilya, Endonezya ve Hindistan gibi gelişmekte olan ülkelerin orta sınıfları ile dünya genelinde gelir düzeyi bakımından en yüksekte bulunan %1'in işine yaradı. Gelişmiş zengin ülkelerin alt-orta sınıfları ise fakirleşti.
Çokkültürlülük ise bu ekonomik politikalara ahlâki bir zemin hazırlayan, sözde evrensel değerleri Amerikan değerlerinden daha kutsal ve “doğru” değerler olarak dayatan bir elitist ideoloji olarak işlev görüyor Trump'ın popülist söyleminde. Kaba tabirle, küreselleşme zengin ülkelerin alt-orta sınıfından alıp dünyanın en zenginlerine ve gelişmekte olan ülkelerin orta sınıfına verirken, çokkültürlülük de bunun “iyi bir şey" olduğunu anlatıyor. Bu sayede, küreselleşmeden kaybedenler sesini çok çıkarırlarsa onların ayıplanmalarını ve şovenizm ile suçlanmalarını sağlıyor. Trump’ın bu “ayıp” konularda ağzına geleni olabildiğince sansasyonel biçimde söylemesinin, yıllardır kendisine konuşacak ses ve söz bulamayan, siyaseten doğruluk (political correctness) dayatması ile sinir küpüne dönen Amerikan taşrasının (Middle America) neşesine neşe katması da bundan kaynaklanıyor.
Trump'ın uluslararası alanda ekonomik ve siyasi işbirliğini hedefleyen kurumlara olan güvensizliği, hatta düşmanlığının kaynağı da bu kurumların küreselci elitlerin ajandasına hizmet ettiğine olan inancı. Örneğin bir Dünya Bankası programının nihai amacı, ülkeler özelinde değil, dünya genelinde ekonomik büyümeyi arttıracak ve gelir dağılımı eşitsizliğini azaltacak uygulamaları hayata geçirmek. Bu sayede, örneğin Afrika'da ekonomik büyüme artıyor, gelir eşitsizliği azalıyor ve bu bütün dünya genelinde gelir eşitsizliğini azaltıcı bir etki sağlıyorsa, Dünya Bankası kendini misyonunda başarılı sayıyor. Trump ise bu başarının Detroit'te çalıştığı otomobil fabrikası kapanmış bir Amerikalı işçiye ne faydası olduğunu sorguluyor. Trump'a oy veren seçmenlerin mavi yakalı olanları "Eğer seçtiğim politikacılar benim değil Afrika'nın refahına öncelik veriyorlarsa, o zaman benim çıkarımı kim temsil ediyor?" sorusunu soruyorlar.
Burada esas mesele küreselleşmenin başından beri omuz silktiği bir asimetri. Ticaret bariyerleri kalkıp dünyanın az gelişmiş yerleri daha hızlı gelişmeye başlayınca, serbest piyasa ideologlarının iddiasının aksine bunun meyvesini gelişmiş ülkelerdeki insanların hepsi değil, sadece belli bir kısmı yiyor. Büyüyen küresel ekonomiye katılabilen, sunduğu hizmet, gördüğü işlev az gelişmiş ülkelerden gelen rekabete dayanıklı olanlar kazanıyor. Düşük yetenek (low skill) grubunda, rekabete dayanıksız olanlar ise kaybediyor. Bu anlamda küresel gelir dağılımı düzelse bile, ulusal ekonomilerin kendi içlerindeki eşitsizliği doğuran fay hatları iyice belirginleşiyor ve ülke içindeki toplumsal sözleşme arızaya uğruyor.
Ancak burada özellikle vurgulanması gereken iki nokta var. Birincisi Trump’ın izlemeyi planladığı yerli imalatı korumacı (protectionist) politikaların Amerikan firmalarının rekabet gücünü azaltacak yapısal sorunlara gebe olması. Bu istenmeyen etkinin de ötesinde, korumacı politikaların Trump’ın iddia ve arzu ettiği biçimde imalat sektörü istihdamını ne kadar arttıracağı gayet şüpheli. Bunun sebebi Amerikan imalat sektöründeki iş kayıplarının ana nedeninin küreselleşme değil, otomasyon, yani teknolojik ilerleme olması.
Harvardlı ekonomist David Deming’in gösterdiği gibi Amerikan imalat sektörü 2000’li yıllarda beş milyon iş kaybetmiş olmasına rağmen şu anda bütün zamanların en üst seviyesinde üretim yapıyor. Bu sektördeki iş kayıpları otuz yıl önce başlamış. Yani mesele Meksika ve Çin’in işleri "çalmasından" ziyade teknolojinin ilerlemesi. Ve bu da en nostaljik popülistin dahi geri döndürebileceği bir şey değil. Trump Amerika'yı tekrar “muhteşem” yapacaksa, buna giden yol Amerikan şirketlerinin dirseğini bükerek birkaç bin işi ülkeye geri getirmek ya da Meksika sınırına duvar çekmek değil. Bunun ana yolu Amerikalılara çok hızlı gelişen teknolojinin taleplerine uygun yetenekler kazandırmak amacıyla acınacak durumda olan Amerikan kamu eğitim sistemini reform etmek.
Trump'ın yükselişinin iktisadi nedenleri elbette önemli. Ama bunların yanında çok önemli kültürel nedenleri ve kimlik siyaseti savaşlarını da göz ardı etmemek gerek. Trump'ın iktisadi milliyetçilik vurgulu popülizmine mesafeli yaklaşan, ancak çokkültürlülük işini abarttıklarını düşündüğü liberal elitlerin "kültürel" hatalarını yüzlerine vurma fırsatını da kaçırmak istemeyen muhafazakâr Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi uzmanı akademisyen Walter Russell Mead bu konuda dikkate değer şeyler yazıyor. Foreign Affairs dergisindeki son yazısında Trump'ın popülist hareketinin kökenlerini ABD'nin ilk popülist Başkanı Andrew Jackson'a uzanan bir siyasi damara bağlıyor. Ona göre Trump'ı iktidara taşıyan müdahale kendi kimliğini tehdit altında gören Jacksoncu siyasi damarın bir isyanı.
Walter Russell Mead, Afrikalı Amerikalılardan Hispaniklere, Asyalılardan, eşcinsellere ve transeksüellere kadar hemen tüm farklı etnik ve cinsel kimliğin kültürel alanda tanınmasının ve gururla ifadesinin bir zorunluluk haline geldiği şu son dönemde Jacksoncu “beyaz” Amerika'nın kendini kuşatılmış hissedip yumruğunu masaya vurduğunu anlatıyor. Evin kültürel reisinin kim olduğunu hatırlatma amaçlı bu Jacksoncu isyanı, Amerika'daki kültürel kutuplaşmayı ve bunda giderek inandırıcılığını yitiren medyanın oynadığı rolü de başka bir yazıda tartışmak üzere bu yazıyı burada bitireyim.