Bütün bunlar ne zaman başladı, işler nasıl bu hale geldi? Distopik hikâyelerin kahramanları, içinde yaşadıkları dünyayı olduğu gibi kabullenmekten vazgeçtikleri anda bu soruyla karşı karşıya kalırlar. En korkutucu düzenlerin mimarları kimlerdir; güçlü diktatörler mi, sıradan insanlar mı? Korku nasıl böylesine hızlı ve derinden yayılabilir; iktidardakilerin elinde etkin araçlar olduğu için mi, yoksa insanlar buna izin verdiği için mi? Fahrenheit 451’i düşünelim. İtfaiyecilerin işinin kitap yakmak olduğu bir distopya, Türkiye gibi kitapların, hatta insanların yakıldığı bir ülkede yaşayanlar için çok uzak görünmeyebilir. Ancak Ray Bradbury’yi böyle bir distopya kurgulamaya yönelten temel güdü, kitapların yasaklandığına ve sansürlendiğine tanıklık etmekten ziyade, insanların giderek daha az okuduklarını gözlemlemekti. Kitapları ateşe atan, itfaiyecilerden önce okur olmaktan vazgeçen okuyuculardı. İtfaiyeci Guy Montag yaptığı işi sorgulamaya başlayınca, şefi Beatty ona mesleklerinin gelişimini şöyle izah ediyordu[1]: Önce kitaplar kısaltıldı, klasik eserler sözlük sayfalarında “özetin özetinin özeti” haline geldi, felsefe, tarih, dil dersleri kalktı. Gidişat, “çocuk yuvasından üniversiteye, üniversiteden tekrar çocuk yuvasına” doğruydu. Palyaçolar dışında tiyatrolar boşaltıldı, kitaplarda ve gazetelerde artık daha çok resim vardı, her şey sadece eğlence ve zevk içindi, kafa yormak gereksizdi. Bunların hiçbiri, devletten tepeden inme bir şekilde gelmedi. Başlangıçta ne baskı, ne uyarı, ne sansür vardı. İnsanlar ne istediklerini bilerek, mutluluktan başları dönerek okumaktan vazgeçtiler, “kahrolası kendini beğenmiş eleştirmenler” dışında kitapların kalitesinin düşüşüne aldıran olmadı, “entelektüel” sözcüğü zamanla bir küfür haline geldi. Kitaplar artık “dolu bir silahtı”, çok okumuş birinin kimi hedefleyeceği bilinemezdi. İtfaiyecilere verilen görev de silahtan kurşunu çıkarmak ve “iç huzuru” sağlamaktı.
Distopyaları bu kadar ürkütücü yapan şey, totaliter yönetimlerin saçtığı dehşete değil, o dehşet ortamında çaresizlik ve yılgı içinde olması gerekirken mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşayan bireyin itaatkârlığına dayanmalarıdır. Tıpkı Katharine Burdekin’in Swastika Geceleri’nde olduğu gibi. Nazi ideolojisinin tam yedi yüz yıl boyunca iktidarda olması mıdır tüylerimizi ürperten, yoksa kadınların bu süreçte sadece üremeye yarayan damızlık hayvanlara indirgenmeyi ve kafeslerde yaşamayı kabul etmeleri mi? Kadınlar, nasıl olmuştur da kendilerini bu kadar alçaltmışlardır? “Kadının indirgenmesi” denilen süreçte kadınlar “iradesi olmayan, karakteri ve ruhu olmayan, sadece erkeklerin yansıması olan canlılar” haline gelmiştir.[2] Öyle ki kitabın kahramanı Alfred, Şövalye’den kadınların da bir zamanlar aynı erkekler gibi “insan” olduğunu öğrendiğinde kulaklarına inanamaz. Şövalye şöyle anlatır:
“O zavallı dişi ahmaklar, erkeklerin onlara dayattığı şeyleri neşeyle ve canı gönülden yaparlarsa, erkeklerin bir şekilde mantıklı davranmaya başlayıp onları sevmeye devam edeceklerini sandılar. Ama sevginin öldürülmesine yardım ettiklerini görmediler. Bugün hangi kadın, erkeğin onu bir arkadaşını sever gibi sevebileceğini hayal edebilir?”[3]
Eril iktidarın kadın bedeni üzerindeki kontrolünün varabileceği belki de son noktayı göstermekle birlikte, Burdekin’in feminist distopyasının temelinde yatan, kadınların “sınırsız bir bilinçli coşkuyla” erkekleri memnun etme arzusudur. İktidarın tahakküm mekanizmaları hiç nefes aldırmayacak kadar boğucu bir baskı ortamı yaratabilir, ancak hiçbir şey başkaldırının olmadığı bir dünya kadar distopik olamaz. Yaşama değerini veren şey, Camus’nün dediği gibi, başkaldırıdır.[4]
Peki, bir distopyanın karanlığında başkaldırı nasıl mümkün olabilir? Mesele, her şeyden önce karanlığın farkına varabilmek, Cohen’in Anthem’inde bahsettiği çatlaklardan sızan ışığı görebilmektir. Nazizm’e dayalı bir başka distopya olan Yüksek Şatodaki Adam’da, Alman askerî istihbaratı (Abwehr) için ajanlık yapan ancak Japonya ile savaş çıkarmak isteyen Nazilere karşı olan Baynes, Lotze adında Nazi bir sanatçıyla konuşurken şöyle düşünür:
“İçinde yaşadığımız psikotik bir dünya. İktidarın başındakiler deli. Bunu ne zamandır biliyoruz? Bu gerçekle yüzleşmeyi denedik mi? Peki bunu kaçımız biliyoruz? Lotze’nin bilmediği kesin. Belki de deli olduğunu biliyorsan deli değilsindir. Ya da en sonunda akıl sağlığına kavuşursun. Sanırım sadece birkaçımız bunun farkında. Dünyanın dört bir noktasına dağılmış yalnız insanlar. Peki kitleler… Onlar ne düşünüyor? Burada, bu şehirdeki yüz binlerce insan? Aklı başında bir dünyada yaşadığımızı mı zannediyorlar? Ya da belki gerçeği bir ucundan yakalamış, kıyısından da olsa görmüşlerdir… Olabilir mi?”[5]
Distopik iktidarlar tam da bu olasılığı ortadan kaldırma üzerine kuruludur. Kusursuz bir distopya olan George Orwell’in Bin Dokuz Seksen Dört’ünde gerçekler kasıtlı olarak tersyüz edilmiştir ve Büyük Birader’in gözü her zaman herkesin üzerindedir. Dark City (1998) ve The Matrix (1999) gibi distopik bilimkurgulardaki zihni ve hafızayı kontrol edebilen yaratıklar ya da yapay zekâlar yoktur Bin Dokuz Seksen Dört’te. Büyük Birader’in Parti’sini bu kadar acımasız yapan, en gizli korkuları aracılığıyla insanın içine girebilmesi, “zihni darmadağın ettikten sonra dilediği gibi yeniden biçimlendirebilmesidir”.[6]
“Parti neye gerçek diyorsa, gerçek odur. Parti’nin gözünden bakmadıkça, gerçekliği görmek olanaksızdır. İşte senin yeniden öğrenmen gereken de bu, Winston. Bu da benliğini yok etmeyi, iradeli olmayı gerektirir. Akıllı olmak istiyorsan, özünden geçmelisin.”[7]
İnsanın özünü, ruhunu yok eden, herkesi birbirinin tıpatıp aynısı makinelere dönüştüren bu karanlıkta, ışığın içeri girebileceği çatlakları görebilenler, sadece âşıklar ve yalnızlardır. Winston, Julia’ya duyduğu arzuda “Parti’yi paramparça edecek bir güç” bulur:
“Oysa artık katıksız aşk ya da katıksız şehvet diye bir şey kalmamıştı. Her şeye korku ve nefret karıştığı için, artık hiçbir duygu katıksız değildi. Sevişmeleri bir savaş, doyumun doruğuna varışları bir zafer olmuştu sanki. Parti’ye indirilmiş bir darbeden farksızdı. Siyasal bir eylemdi.”[8]
Orwell’e de ilham veren Yevgeni Zamyatin’in unutulmaz klasiği Biz’de, TekDevlet’in sadık bir vatandaşı olan D-503’ün “matematiksel kusursuz yaşama” inancını sarsan da I-330’e duyduğu aşktan başka bir şey değildir. Aşk, ona matematikte bile “sıra dışı, dikenli gölgeler yani irrasyonel formüller” olduğunu, her formülün bir sabiti varsa irrasyonel sabitlerin de olması gerektiğini düşündürür. “Bu sabitleri kendi yüzey dünyamızda görmüyorsak, yüzeyin altında onlara ait muazzam bir dünya illa bulunmalı” diye düşünür ve böylelikle “ruh” denilen şeyi keşfeder.[9] “Yaşamın bütününü, tüm karmaşıklığı ve güzelliğiyle” sayılar yerine sözcüklerde görmeye başladığında artık “TekDevlet’in bir molekülü değil, sadece insanlığın bir parçası olmayı” diler.[10] The Truman Show (1998) filminde de, Truman’ın yaşadığı dünyanın sahteliğini kafasına spot lambası düştüğünde değil, âşık olduğunda idrak etmesi boşuna değildir.
Distopyalarda bu yüzden aşka yer yoktur, aşka dair ne varsa yasaklanmış, cinsellik kontrol altına alınmıştır. Jean-Luc Godard’ın Alphaville’inde (1965) “hissetmek” bile başlı başına bir suçtur; karısının ölümüne ağlayan bir adam kurşuna dizilir. Ancak aşk kadar tehlikeli bir şey varsa o da yalnızlıktır. Schopenhauer’a göre insan sadece yalnız olabildiği sürece bütünüyle kendisi olur, kendini olduğu gibi duyumsar, dolayısıyla ancak yalnız olduğunda özgürdür. “Bilinmesin; yalnızlık biraz da, her şeyi bilmenin ta kendisidir” diyen şair[11] nasıl da haklıdır. Aldous Huxley’in bireyliğin tamamen yok edilmesi üzerine kurulu Cesur Yeni Dünya’sında yalnızlığa bu yüzden izin verilmez:
“‘Fakat şimdilerde insanlar hiç yalnız kalmıyorlar’ dedi Mustafa Mond. ‘İnsanların yalnızlıktan nefret etmelerini sağlıyoruz ve yaşamlarını hiç yalnız kalmayacak şekilde düzenliyoruz.’”[12]
Aşk da, yalnızlık da yasaksa nedir “ideal” olan? “Uygun bir eş” bulmak! Yorgos Lanthimos’un The Lobster (2015) filmi bu açıdan müthiş bir distopyadır. Kentte kurulu olan distopik düzende yalnızlık yasaktır, sizinle ortak bir özelliğe sahip biriyle eşleşemezseniz bir hayvana dönüştürülürsünüz. Kentten kaçanların ormanda kurduğu düzende ise başka bir distopya belirir, burada da aşk yasaktır. Filmin kahramanı David önce kentteki, sonra ormandaki distopyanın dayattığı düzenden kaçmayı başarır. Ancak kente âşık olduğu kadınla geri döndüğünde ne yapacaktır? Bir distopyanın içinde onun dayattıklarına karşı çıkarak yaşamanın bedelini ödeyebilecek midir?
İçinde yaşadığımız dünya giderek daha çok bir distopyaya benzerken, bu sorunun bizi de ilgilendirdiği aşikâr. Distopyanın kahramanları, yani âşık olmaya ve yalnız kalmaya cesaret edebilenler, iktidarın sunduğu “istikrar” ve “mutluluğu” reddeden, bile bile mutsuzluğu tercih edenlerdir. Kendilerine gösterilen yoldan gitmedikleri sürece, attıkları her adımın bir bedeli olacaktır. Karanlık ağır ağır, göz göre göre çökerken, duvardaki çatlakları bulanlar onlardır. Diğerleri sadece seyreder, evlerinde, ideal eşleriyle beraber. Çocuklarına “sen sus, sen karışma” diye nasihatte bulunurlar. Nasıl olsa bedel ödemeye alışık birileri onların yerine de mücadele ediyordur. Bir köşeye çekilip güneşli günlerin gelmesini beklerler. Karanlık tamamen çöktüğünde artık gözleri alışmıştır, içleri bomboştur. Dağın eteğindeki Sisifos gibi didinip duranlarsa kayaları yuvarlandıkça en azından kendi yazgılarını yaşamanın sessiz sevinciyle yüreklerini doldururlar.[13]
Bütün bunlar ne zaman başladı, işler nasıl bu hale geldi? Başka bir dünyanın nasıl mümkün olacağı, belki de bu sorunun cevabında gizli. Distopyalar karanlıktır ama güneşli günler için “bir gün gelecek elbet” diye beklenen ütopyalardan[14] daha iyi yol gösterirler.
[1] Ray Bradbury, Fahrenheit 451, çev. Zerrin Kayalıoğlu ve Korkut Kayalıoğlu, İstanbul: İthaki Yayınları, 2014, s. 89-96.
[2] Katharine Burdekin, Swastika Geceleri, çev. Mehtap Gün Ayral, İstanbul: Encore Yayınları, 2014, s. 93
[3] A.g.y., s. 107.
[4] Camus’nün sözünü ettiği başkaldırı, her şeyden önce insanın kendi karanlığına karşıdır. Bununla birlikte başkaldırı, “her saniyesinde dünyayı yeniden tartışma konusu etmektir”. Bkz. Albert Camus, Sisifos Söyleni, çev. Tahsin Yücel, İstanbul: Can Yayınları, 2016, s. 68.
[5] Philip K. Dick, Yüksek Şatodaki Adam, çev. Feyyaz Şahin, İstanbul: Altıkırkbeş Yayınları, 2013, s. 66.
[6] George Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, çev. Celâl Üster, İstanbul: Can Yayınları, 2013, s. 302.
[7] A.g.y., s. 283.
[8] A.g.y., s. 155.
[9] Yevgeni Zamyatin, Biz, çev. Algan Sezgintüredi, İstanbul: Versus Yayınları, 2013, s. 108-109.
[10] A.g.y., s. 74 ve s. 228.
[11] Hasan Ali Toptaş, Yalnızlıklar, İstanbul: Everest Yayınları, 2016, s. 30.
[12] Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya, çev. Ümit Tosun, İstanbul: İthaki Yayınları, 2013, s. 290.
[13] Albert Camus, a.g.y., s. 140-141.
[14] “Bir vapur dumanıyla sanki gelecek gibi, bir gün gelecek elbet, ütopyalar güzeldir.” Ferhan Şensoy