İç huzurumuz kaçtı. Evet belki de çok iyi bir filmden çıkınca gerçekten hissedilmesi gereken bir duygudur bu. Ama gerçekliğin kaçırdığı huzur bizi bu yazıyı yazmaya mecbur kıldı. Çünkü bu film bir Ken Loach filmi ve düşünceyi gündeliğe göze parmak sokmadan harika biçimde içimize işletiyor. Daniel Blake’in ve Katie’nin film boyunca yaşadıklarının sıradanlığı ve olağanlığı izleyenlere tuhaf bir korku veriyor. Çalışarak hayatını idame ettiremeyen bireylerin itildiği bu boşluk bizi rahatsız ediyor.
Beyan esas değilmiş.
“Ben, Daniel Blake” filminden çıktıktan sonra aklınızda kalmayacak bir cümle bu. Çünkü iş kurumu görevlisine, o hafta, sokaklarda dolaşarak iş aradığını, “cv”sini işyerlerine elden bıraktığını anlattıktan sonra, “Peki ama kanıt nerede?” “Akıllı telefonunuzla fotoğraf çekmediniz mi?” “Ben nereden bileceğim gerçekten iş aradığınızı?" gibi sorularla karşılaşan Daniel Blake “Beyan esastır,” diyor. Teknolojiyi verili bir beceri olarak ele alan, alternatifsizlikler üzerine kurulmuş bu sistemde, iş kurumu görevlisi, altmışlarını çoktan aşmış bir bireyin internetten başvuru yapmasını, akıllı telefon kullanmasını ve bilgisayara hakim olmasını bekliyor.
“Kural gereği”
Neredeyse altmışlarında, marangoz ve inşaat işçisi olan Daniel Blake geçirdiği kalp krizi sonrası, doktorun henüz çalışamazsın demesiyle hayatını sürdürebilmek için destek maaşına başvurur. Film boyunca da, başvurunun bürokratik absürtlükler içindeki sürecini ve sistemin Daniel Blake’in bu maaşa uygun olup olmadığını anlamak için uzattığı sürüncemeyi izleriz. Film boyunca, amacın hakikaten “yardıma uygun” kişileri bulmak mı yoksa bürokratik absürtlükler içinde bireyi yıldırmak mı olduğuna karar veremeyiz. Çünkü başvuru sürecinin kendisi bir defetme ve cezalandırma süreci olarak işler. “Kural gereği” resmî kâğıttan önce telefon aramasıyla bilgilendirilmek gerekir. “Kural gereği” üç ay beklemek gerekir. “Kural gereği” akla yatan veya yatmayan bir sürü anlamsız aşamayı bekleme sürelerine sadık kalarak yerine getirmek gerekir. Başka bir gelirinin olup olmaması veya yaşadığın sağlık problemleri kurallardan daha önemli değildir.
Bireyin günahı, bireyin boynuna
Zorunlu olan cv yazma seminerinde izlediğimiz sahneler bireye yaptığı atıf ve bireyin iradesinin dışında gelişen tüm günahların bireyin hanesine yazılması açısından hayli tanıdıktı. Bu seminerde öğütlenen şey kabaca şöyle: “Kalabalığın arasından sıyrılmalısın. Çünkü işsizlik diye bir gerçeklik yok. Senin yeteri kadar iyi olamaman var.” Tüm bunlar Blake için oldukça gülünç. Bizim için de öyle tabii. Çalışamayacak durumda olan ve hayatını kazanmak için çalışmak zorunda olduğu bu sistem içinde devlet tarafından zorunlu cv yazma kursuna gönderilen birini izlerken bu fasit daireyi açıklayacak mantıklı bir önerme bulmak gittikçe güçleşiyor.
Çalışmak istiyor Daniel Blake. Ki çoğumuzun bilmediği, yapmaktan aciz olduğu en hayati işler elinden geliyor. Örneğin kaloriferleri yanmayan bir evi ısıtmak için camları baloncuklarla yalıtması gerektiğini biliyor. Veya kendi lavabosunu kendi tamir edebiliyor. Kütüphane yapıyor, kapı kollarını onarıyor. Bir tek fare imlecini basılı tutup aşağı çekmeyi bilmiyor. İş kurumuna itiraz formunu doldurmak için online başvurudan başka bir alternatif olmadığı için bilgisayarın başında bir hayli zorlanıyor. İlerle tuşuna bastığında karşılaştırdığı hata ekranı hepimizi gülümsetse de, tüm bu şaşkınlıkları o kadar gerçek ki hepimiz etrafımızda Daniel Blake olabilecek birilerini kolaylıkla bulabiliriz. Facebook kullanmaya yeni başlamış üst jenerasyonlar mesela. Düşünüyoruz da. Sinir oluyoruz içimizden, formları elle doldurmak, görüşmeleri sıcakça yüz yüze yapmak varken, Blake’i tüm bu karmaşa içine iten sisteme. Yalnızlığının cezalandırılmasına. Sorun sadece bürokrasinin katmanlı, can sıkıcı oluşu değil; hem bilgisayar kullanamazken hem de cv yazamazken Blake’in suratına vurulan “tüm bunlar senin başarısızlığın” ünlemlerine!
“Vatandaş”tan “müşteri”ye
Blake bizi güldürüyor çünkü web sayfasının donduğunu söyleyen genç adama, “Çözemez miyiz?” diye karşılık veriyor. Yeterince çalışırsa, çabalarsa, işsizlik maaşını ya da destek maaşını, adı her ne olursa, kırk yıllık dürüst emeğinin vatandaşlık karşılığını alacağına inanıyor.
“Sosyal” devletin hayatını çalışarak kazanamayacak vatandaşlar için sağla(ya)madığı korumayı, bu koruma hizmetlerinden elini eteğini çekerek özel şirketlere devretmesini ve tüm bu sürecin faturasını bireye kesmesini izliyoruz. Film kırk yıl boyunca çalışmaktan ve vergisini eksiksiz olarak ödemekten gurur duyan vatandaşların çalışamayacak hale geldiğinde nasıl da kolayca toplumun ve hatta Katie’nin başına geldiği gibi kentin çeperlerinden dışarı atıldığını gözler önüne seriyor.
Bireylerin artık “vatandaş” olarak değil, “müşteri” olarak değerlendirildiği, en haklı itirazlarını sunmak için birebir muhatap bulmak için özel şirketlerin çağrı merkezlerini arayarak telefonda saatlerce çırpınmalarını anlatıyor. Daniel Blake ile Katie’yi yan yana izleyebilmemiz ise yaşlanıp hastalanana kadar iyi bir hayat sürdürmüş bir erkek ile hayatının henüz başlarında iki çocuğu ile mücadele veren bir kadının yaşadığı farklı dışlanma süreçlerini ayırt etmek açısından önemli.
Filmin bu kadar etkileyici olmasının sebebi, günümüz insanının maruz kaldığı tüm süreçlerin altmetnini harika bir olağanlık içinde sunması sanırım. Hangimiz saatlerce telefonda beklemedik? Hangimiz vatandaş olmaktan ileri gelen en insani haklarımıza erişmek için bürokrasinin duvarlarına çarpa çarpa afallamıyoruz? Daniel Blake’in yaşadıklarını bizim de yaşamamız ne kadar da mümkün, değil mi?
Daha fazla detay ile filmin tadını kaçırmayacağız. Bu yazıyı tüm dünyacak minik bir ihtiyaç listesi yaparak bitiriyoruz. Bu ihtiyaç listesini Daniel Blake gibi duvarlara yazamadık belki ama buraya yazıyoruz: İnsan onuruna yakışır iş, makul bir sosyal güvenlik sistemi ve “müşteri” değil, “vatandaş”.