PKK, Türkiye’deki Kürtlerin, yegane olmasa bile, aslî veya hegemonik siyasal örgütü kalmak mücadelesine odaklanmış durumda olan, Kürt sorununu bu amacı gerçekleştirmek için araçlaştıran bir örgüttür. Öcalan’ın “Kürt iradesinin” bütünüyle şahsında toplandığı yegâne temsilci olduğunun kabul ettirilmesi, bugün bu araçların en önde geleni.
PKK, Öcalan’ın yakalandığı gün olan 15 Şubat’ı, özellikle belediye başkanlarının DEHAP/DTP’li olduğu yerleşim yerlerinde, “Kürt ulusal mücadelesinin şahlanış günü” olarak kutlanması çağrısında bulunmuştu. 15 Şubat’ta, özellikle Diyarbakır’da hemen hemen hiçbir şey olmadı. Kepenkler indirilmedi. Bu durum, bilahare, PKK yönetimi tarafından eleştirildi. Özgür Gündem gazetesinde yer alan bir haber-yazıda bu “sorumsuzluğun” nedeni yerel yönetimden soruldu.
PKK, siyasal güç gösterisinin geleneksel günlerinden birine dönüşen Nevruz öncesinde de benzer bir çağrıda bulundu. Bu kutlamalar da, küçük gerginliklerin dışına taşmadan, olabildiğince sakin ve göreli kalabalık bir katılımla yapıldı. Yer yer PKK bayrağı açılmasına, Öcalan posteri gösterilmesine rağmen, buna güvenlik güçlerinin anında müdahale etmemeleri, gösterilerin bir kez daha çatışmayla sonuçlanmasını engelledi.
Artık KKK adı altında faaliyet gösteren PKK yönetimi, 13 Mart 2006’da yayımladığı bildiride, “Newroz’u Önderlik referandumunun zirveleştiği serhildan haline dönüştürelim” çağrısında bulunmuştu. Ardından, 21 Mart’ta yayımladığı bildiride bunu “Önderlik Newrozu” olarak ilan etti. PKK ve onun diliyle konuşan çevreler, imha politikaları olarak tecrit koşullarında hapis cezasını çeken Öcalan’ın durumunu kast ediyorlar. Türkiye’de Kürt sorunu, PKK’nın ve onun hegemonyası altında kalan çevrenin dilinde ve belki de zihin dünyasında Öcalan’ın durumuyla özdeşleşmiş halde. Sadece bu durum, Türkiye’de Kürt sorununun çözümsüzlüğünün sorumluları arasında, olağanüstü rejim ve ulusal güvenlik devletiyle hayat bulanlar, milliyetçilik konusunda bayrak yarışına girenler kadar, Türkiyeli Kürtlerin siyasal tasarımları adına konuşanların yer aldığını açıkça gösteriyor.
Bugün Öcalan’ın sosyolojik olarak Türkiye’de Kürtlerin tahayyül dünyasında işgal ettiği yerden hareket ederek, bunu araçlaştırarak, Türkiye Cumhuriyeti devletinin Öcalan’ı Kürt sorunu konusunda resmi ve aslî muhatap olarak kabul etmesini talep etmek, çözümsüzlüğü kasıtlı biçimde pekiştirmek istemek dışında bir anlam ifade etmez. Çünkü böyle bir talep, bazı kulaklara hoş gelse de, Türkiye’de devletin tüm kurumlarıyla kendini inkar etmesini istemek anlamına gelir. Çözümün değil, çözümsüzlüğün yoludur.
Nevruz’un olaysız geçmesi belli ki çözümsüzlüğün sorumlularını tatmin etmedi. Bunun ardından askerî bir baskın olduğu izlenimi veren bir operasyonda, 14 PKK militanı öldürüldü. O bölgede yaşayanların verdikleri bilgiler, bu 14 PKK’lının öldürüldüğü kampın bir yıldan fazla bir süreden beri var olduğu ve güvenlik güçlerinin burayı yakından izledikleri yönde. Eğer bu bilgi doğruysa, neden güvenlik güçleri daha önce veya daha ileri bir tarihte bu baskını yapmadı sorusu akla geliyor. Böyle bir baskının öldürme amaçlı değil de, yakalama amaçlı yapılmasının mümkün olup olmadığı sorusunun hukuk devleti olmanın olmazsa olmaz koşulu olduğunu da hatırlatalım.
PKK’lıların cenazelerinin kaldırılmasının, Nevruz’da yaşanan göreli sakin ortamı yok edecek bir gelişmeye yol açacağını önceden kestirmek zor değildi. Üstelik bu gelişmenin, “15 Şubat’ta neredeydin?” sorusunu yönelterek PKK’nın itham ettiği yerel yöneticileri, “siyasal aidiyetlerini ilan etmek” konusunda sıkıştıracağı bir fırsat vereceği rahatlıkla öngörülebilirdi. Cenaze törenlerinin ardından olaylar beklendiği gibi gelişti ve üç kişi daha hayatını kaybetti.
Cenaze törenlerini izleyen olaylarda yeni bir olgu ortaya çıktı. Özellikle Diyarbakır’da, daha sınırlı biçimde diğer kentlerde siyasal-toplumsal denklemin bir parçası olan bu olgu, çocuklukla gençlik yaşları arasındaki bir kitlenin varlığı ve bunların nihilist özellikleri ağır basan tahayyül dünyasıydı.
Diyarbakır Barosu Başkanı Sezgin Tanrıkulu, Diyarbakır’daki olaylarda asıl kalabalığı oluşturan ve klasik kitlesel şiddet eylemlerine her an kaymaya hazır bekleyen kitlenin “1980’lerin sonunda, ‘90’ların başında bu ortama doğmuş çocuklar” olduğuna dikkat çekip, bunun, “yoksulluk, çaresizlik ve çözümsüzlüğün içine doğulan” ortam olduğunu hatırlatıyor. Aile ilişkileri son derece zayıflamış, hem bireysel olarak hem de topluluk olarak kendilerini dışlanmış ve yenilmiş olarak gören bu çocuklar ve gençlerin, “toplanıp, ellerine taş aldıklarında kendilerini güçlü hissettiklerine” dikkat çekiyor. O anda, bu çocuklar gerçekten güçlüler. Ayrım gözetmeden esnafın vitrinini kırabilir, malları yağmalayabilir, yenilme veya dışlanmanın sorumlusu olarak gördükleri simgelerin binalarını taşlayabilir, ateşe verebilirler.
Panzere karşı taş atmanın ele verdiği o derin çaresizliği farklı çevreler harekete geçirebilir. Bu kah PKK olur, kah olağanüstü rejim için ortam hazırlayanlar. Ya da Şemdinli’deki gelişmeler sonrası gündeme gelen, devletin geçmiş politikalarındaki yanlışlar konusunu gündemden silmek, yegane çözümün güç yoluyla PKK’nın tasfiyesi olduğunu Türkiye toplumuna bir kez daha dayatmak isteyenlerin başka bir gün kullanabileceği bir kitle bu. Örneğin, Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir insanları yatıştırmak için konuşurken, oradaki gençlere “ona taş at!” diye öğüt veren veya verenlerin kim ve hangi taraftan olurlarsa olsunlar, zımni ama nesnel bir ittifakın unsurları olduğunu söyleyebiliriz. Herkesin, her türlü kötü niyetle kullanabileceği bu pimi çekilmiş el bombası benzeri toplumsal durumun her patlamasında enkaz daha da büyüyecek ve başta o çocuklar olmak üzere, istisnasız herkes bu enkazın altında daha fazla kalacaktır.
Diyarbakır’da karşımıza çıkan bu devasa sorun, bu kente özgü değil. Türkiye’de büyük kentlerin varoşlarında özünde benzer durumda olan büyük bir gençlik kitlesi var. Diyarbakır’da, Batman’da, başka kentlerde “serdilhan”ı bu çocuklar, bu gençler üzerinden hayata geçirmeyi tasarlayanlar olduğu gibi, İstanbul’da, İzmir’de, Adana’da “ulusal şahlanışı” bu gençler üzerinden sahneleyecekler de olacak. Diyarbakır olaylarının bir gün sonrasında Adapazarı’nda izinli afiş asmak isteyenlere yönelik linç girişiminin aktörleri benzer yaş grubundan gençler değil mi? Gençlerin içinde şiddet tapınmasına kapılanların anlamlı bir oran oluşturması, Türkiye toplumunun yakın geleceği için kurulmuş müthiş bir saatli bombadır. Bu sosyolojik değişimi dikkate alabilecek bir siyasal irade, bir toplumsal tasarım yok bugün Türkiye’de.
Dikkate alınması gereken ikinci olgu, şiddet ve terör yöntemlerini benimseyen dünyadaki tüm örneklerde olduğu gibi, PKK’nın da büyük ölçüde kendi sesinin ve varlığının cazibesiyle büyülenmiş durumda olmasıdır. “14 kişilik bir gerilla grubunu imha etmek bir yiğitlik değildir; bununla övünmek hiçbir insanî erdem ve meziyet sahibi olmamakla açıklanabilir” derken, kendisinin örgütlediği her bombalı tuzak, her silahlı baskın sonrasında ölen güvenlik gücü sayısını bire beş katıp abartarak, bununla övünen PKK adına bildiri yayımlayanlar değilmiş gibi konuşabilmektedir. Uzaktan kumandalı bombayla eylem yapmak, nasıl bir yiğitliktir diye kendisine Türkiyeli Kürtlerden kitlesel bir tepki gelmedikçe, PKK’nın bu otistik tavrı derinleşebilecektir. Bugün Türkiye’de “insanlık dışı şiddet kullanımı konusunda tavır sahibi” olma çağrısı yapmaya yüzü olanların içinde PKK en ön değil, en son sıralarda yer alır.
Türkiye toprakları veya herhangi bir modern devlet toprakları üzerinde güvenlik güçleri dışında, elinde silahla dolaşmak, bu silah patlamasa bile, devletin yasal şiddetine maruz kalmayı gerektirir. Düğünde tabanca sıkan maganda için olduğu gibi, dağdaki veya kentteki PKK militanı veya başka “sol” ya da “sağ” veya “köktendinci” örgüt militanı için de bu ilke geçerlidir. Türkiye’de devletin demokratik meşruiyet eksikliği, ona karşı silahlı direnişe girilmesini zorunlu kılan biçim ve içerikte değildir. Bu durumda PKK’nın ve gönüllü ya da zorunlu biçimde onun ağzından konuşanların ifade ettiği, devletle PKK’nın karşılıklı “barış görüşmesi” yapmasını önermek, vahim bir akıl tutulmasına işaret ediyor. Ya da bunu dile getirenlerin, olayı iki aşiret arasındaki kan davasının çözümü olarak algıladıklarını gösteriyor ki, bu da akıl tutulmasının başka bir tezahürüdür.
Bugün PKK’nın Türkiye toprakları üzerinde silahlı mücadele vermesinin yegane tutarlı amacı olabilir, o da bağımsızlık talebidir. Çünkü ancak bu amaç, bulunduğu yörede kendisini meşru şiddet kullanmaya yetkili, oluşum-halinde-devlet olarak görmeyi mümkün kılar. Ama bilinmelidir ki böyle bir amaç, devletin silahlı güçlerinin şiddet yöntemleriyle bu tür bir ayrılıkçı ayaklanmayı bastırma girişimlerini meşrulaştırır. Bunun sonucunda bir kazanan ve bir kaybeden çıkar.
Kürt sorununun demokratik çözümü Türkiye Cumhuriyeti devleti bünyesi içinde aranacaksa, bunun olmazsa olmaz ve ön koşulsuz şartı yasadışı silahlı güçlerin ortadan kalkmasıdır. Bu aynı zamanda çözümün, “kazananı ve kaybedeni olmayan bir çözüm” olmasını mümkün kılabilecek olmazsa olmaz ön koşuldur.
Radikal İki, 2.4.2006