Kürd Sorunu’nun Çözümü ve Halepçe Katliamı

Dünya üzerindeki etnik topluluklar, uluslar, nüfus özellikleri ve sayıları neye tekabül ediyor olursa olsun, künyelerinde illaki bir trajedi barındırır. Bilhassa da etnik topluluklar için trajediyi besleyip topluluk bireylerinin yaşamına pompalayan olgunun, siyasi mühendisliklerle oluşturulan politik sınırlar ve bu sınırları daha da keskinleştiren insanlar arası fiziksel ve ruhsal bölünmüşlükler olduğu tecrübeyle sabittir. Sınırların ardında, etrafında yaşanan trajediler, bir şizofrenin iç dünyasında mütemadiyen uğradığı hezeyanı bir kendisinin bilmesi gibi, herkesin bihaberi olduğu ölümlerdir, dinmeyen acılardır. Sınırlarla bölünen, sınırların arasına hapsolan Kürt coğrafyasının her dört bir parçasında son bulmayan, hatırlandıkça Amigdalayı hırpalayan acı tecrübeler böylesi bir hezeyandır.

Kürt coğrafyası jeopolitik özelliği, çevresindeki imparatorluklarla arasında oluşan “doğal” sınırlar nedeniyle bu imparatorlukların hepsinin bir şekilde müdahalelerine uğramış bir coğrafyadır. Bir şizofrenin mütemadi hezeyanını yaşayan Kürt coğrafyası, çevresindeki devletlerin kesinleşmiş politik sınırları ile bir bölünmeye uğradı. Osmanlı ve İran imparatorlukları arasındaki savaşlar, Türkiye ile İran arasındaki bugünkü sınırı kesinleştirmiş, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiliz ve Fransızların bölgeyi işgal etmeleriyle de Suriye ve Irak, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmışlardır. Bu devletlerarası sınırlarla dört parçaya ayrılan Kürt coğrafyası Ortadoğu’nun stratejik öneme sahip bir coğrafyası olarak, içerisinde sonu gelmeyen trajediler biriktirerek ilgililerin siyaset ajansındaki yerini halen de koruyor. Kürd ve Kürdistan sorunu olarak adlandırılması gerektiğine inandığım bu ajandadaki en geniş pasajın Kürd'lerin maruz kaldığı trajedilere ayrılması gerekir kanımca. Türkiye, İran, Irak ve Suriye devletlerinin kendi Kürd Sorunu’nu çözme yolunu asimilasyon politikalarına gitmekle bulduğu bir gerçeklik içerisinde bu sene itibarıyla yirmi dokuzuncu senesine girilen Halepçe Katliamı anılmadan nasıl geçilebilir?

Irak rejiminin kendi Kürd sorununu çözme biçiminin bir temsili olan Halepçe Katliamı esinini dünyanın başka parçalarında işlenilen diğer tüm katliamlardan yöntem ve fikir olarak aldığı kadar, başka yerlere de ihraç etmiştir. Nitekim Saddam Hüseyin’in Kürd sorununa getirdiği çözümün adı Halepçe ve Enfal katliamlarıdır.

16 Mart 1998’de Baas Rejimi’nce işgal edilen Halepçe’de kullanılan kimyasal silahlarla beş binden fazla insanın ölümüyle, doğa tahribatıyla sonuçlanan saldırı tarihte Halepçe Katliamı olarak yerini aldı. Irak rejiminin anti-demokratik uygulamaları karşısında özgürlük mücadelesi veren Iraklı Kürdler, iki ülke arasındaki çelişkilerden faydalanarak etkinlik alanlarını genişletme fırsatı bulabilmişlerdi. Bu sırada Irak ise tüm askerî gücünü İran üzerinde yoğunlaştırdığından, Iraklı Kürdler kendi etkinlik alanlarında güçlenmiş, İran ve Suriye devletlerinin de desteği ile birer gerilla hareketi olan KDP, KYB ve SPK genişleyen hareket alanlarına bağlı olarak “kurtarılmış bölgeler” oluşturabilmişlerdi. Irak Kürdlerinin artan etkinlik alanları karşısında Irak rejiminin rahatsız olmaması ve ağır misillemelere girişmemesi imkânsızdı. Böylelikle Irak rejimi, Kürdistan’daki askerî müdahalelerini artırarak Kürdlerin mücadele gücünü dumura uğratma sürecine hız verdi.

Bu sürecin en sembol isimlerinden “Kuveyt Kasabı” ya da namı diğer “Kimyasal Ali” lakaplı Ali Hasan El-Macid liderliğinde gerçekleştirilen ve katliamla sonuçlanan Enfal I ve II Harekâtları, Halepçe Katliamı’na giden yolu döşemiştir. 1987 başında Baas Partisi Kuzey Sorumlusu olarak atanan El-Macid tüm askerî ve sivil otoritelerin üstünde bir yetkiyle donatılarak komutası altındaki kuvvetlerle 1988’in başlarında Anfal (Uğursuz) olarak adlandırılan üç kanlı saldırıda bulundu. Kimyasal silahların kullanıldığı Anfal katliamlarının bilançosu binlerce kişinin ölümü, tahliye edilen köylerinden sürülen 15.000 kişiden büyük çoğunluğunun çöldeki kamplarda can vermesiyle sonuçlandı.

Baas rejiminin Enfal katliamlarının ardından hiç hız kesmeden sürdürdüğü katliam silsilesinde Halepçe de büyük bir insanlık trajedisi olarak yerini aldı. İran sınırında Süleymaniye’nin güneydoğusunda bir Kürd kasabası olan Halepçe, Mart 1988’de acımasızca işgale uğradı. Irak rejiminin El-Enfal Harekâtı’nı şiddetlendirdiği dönemde İran Ordusu Zafer-7 Harekâtı başlattı. Celal Talabani liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği’ne (YNK) bağlı peşmergeler de İran Ordusu ile işbirliği yaparak Halepçe kasabasına girdiler ve isyan başlattılar. Bunun üzerine Halepçe’yi işgale başlayan Baas rejimi de kimyasal silahlarla kasabayı bombalayarak misilleme yaptı. Kimyasal silah kullanımı neticesinde sivil halk ile İran askerleri ve Peşmergelerle birlikte beş binden fazla insan hayatını kaybederken, 7 binden fazla insan ise yaralanıp sakat kaldı. Misilleme sonrasında rejim Halepçe kasabasını geri alarak geriye kalan Kürd sivilleri de katliamdan geçirdi.  

Katliamdan kurtularak İran ve Türkiye sınırlarına akın eden Kürdlerin Türkiye tarafından sınırda bekletilmeleri en az katliamın kendisi kadar korkunç bir durumdu. Türkiye, birkaç bin Iraklı Türkmen’i mülteci olarak kabul ederken, sayısı yarım milyonu aşkın Kürd mülteciyi ise sınırda bekletiyordu. Türkiye, çözüm yoluna şiddet ve inkâr politikaları ile gittiği Kürd sorununda yakaladığı “istikrarın” bu durumla birlikte bozulacağından duyduğu kaygıyla Kürd mültecileri sınırda beklettikçe, mesele uluslararası bir boyut kazandı.  Böylelikle de müttefiki ABD ve NATO girişimiyle Türk-İran sınırında geniş kapsamlı bir kurtarma operasyonu başlatıldı. Türkiye’nin mülteci sorununu hafifletmek üzere başlatılan bu operasyonla Kuzey Irak’ta Zaho ve Amadiye vadilerini de içine alan bir şerit işgal edilerek buraya Türkiye sınırında bekleyen mülteciler yerleştirildi. Bu süre boyunca sınırda yaşanan insanlık trajedisi Kürdlerin hafızalarında diri tuttuğu bir trajedidir.

Kürd sorunun konuşulması şöyle dursun, Kürdlerin varlığının bile inkârına giden Türkiye’nin Iraklı Kürdleri mülteci olarak kabul etmeyişinin üzerinden tam üç sene geçmişken, Türkiye Irak Kürdleriyle yarı-resmî bir görüşme trafiğine girdi oysaki. Sınırda bekletilen gerçekliğin içeriye buyur edildiği Turgut Özal dönemi, halbuki Irak Kürdleri için federatif yönetim modelinin dahi Türkiye tarafınca öneri düzeyinde dile getirildiği bir dönemdir. Ancak, insanlık vicdanına geçit vermeyen korku duvarını Türkiye olayın vuku bulduğu anlar da maalesef ki aşamamıştı. Oysaki Türkiye’nin Irak Kürdleri bağlamında şimdilerde geldiği düzeye bakıldığında bir “mazi kalbimde yara” ahıdır tutuyor insanı.

Irak Kürdistan’ı Başkanı Mesud Barzani’nin Türkiye’ye gerçekleştirdiği en son ziyareti “sınırın” aşılabileceğini, sınırların ortadan kaldırılabileceğini gösterdi bize. IKBY Başkanı Barzani’ye yönelik Atatürk Havalimanı’ndaki karşılama töreninde göndere Ala Rengin- Kürdistan bayrağı çekilmiş, tüm diplomatik ritüeller ziyadesiyle yerine getirilmiştir. Bu ziyaret milliyetçi-ulusalcı kesimlerce “Bayrak krizi” ile gümbürtüye uğratılmaya çalışıldıysa da güneş balçıkla sıvanamamıştır. 1988’de Kürd mültecileri sınırda çetin koşullar altında bekleten zihniyet, bugünkü bayrak krizcilerinin zihin yapılarının bir versiyonudur. Halepçe’de katledilenin aslında insanlık olduğunu görmeyecek kadar körleşen bu zihniyetin halen de yaşatılması uğraşısının verildiğini görüyoruz. Kürd’ün kanayan yarası Halepçe, insanlığın kanayan yarasıdır halbuki. Ankara’dan Halepçe’ye merhem olunamamışsa eğer, “Ankara” sadece bir yer ismi olarak kalmaya mahkûmdur demektir!


Yararlanılan Kaynak

Martin van Bruinessen, Ağa, Şeyh, Devlet, çev. Banu Yalkut, İletişim, İstanbul, (9. baskı) 2015.