İletişim yayınlarının "Memleket Kitapları" serisinin 10. Kitabı olarak raflara çıkan Taşraya Bakmak, (ilk basım, 2005) Tanıl Bora'nın editörlüğünde, kendisinin de dâhil olduğu on üç yazarın sayfalarına taşıdığı taşra sesleri ve Nuri Bilge Ceylan'ın o siyah beyaz (ya da gri mi demeli?) sinematografik taşra-taşralı geçidi sayesinde ilgiyle okunabilecek bir kitap haline gelmiş, hatta bendeniz “içine düştüm” desem yeridir.
“Elbette Türkçe’de İstanbul dışı külliyen taşradır” diyor Melih Pekdemir ve “bu tespite katılmayıp da ‘Ankara dâhil ama belki Levanten İzmir hariçtir’ şeklinde pekâlâ şerh düşülebilir” diye de ekliyor. Oysa A. Turan Alkan’a göre; taşra, bir Tanzimat icadıdır. Kendi sözleri ile daha net izahlandıracak olursak, “batılı tarzda tasavvur edilen vatan kavramının ücra köşelerini en azından Üsküdar’ın fukara semtlerinden biri gibi görmeyi tahayyül ederken bambaşka bir âleme düşen bürokrat takımının, hayal kırıklığı ile tasvir ettiği, bir türlü içine sindiremediği modern vakıadır” taşra denilen. Tanzimat dönemi ile “ite kaka” başlayan bu merkez eksenli modern cereyan, Cumhuriyet Türkiye’sinde artık müşterek bir dava için her bir karışı birbirinden kıymetli, sathı da hattı da kanla çizilmiş kudsî vatantoprağında, topyekûn bir seferberlik mecrasına dönüşüverirken, köylere, kasabalara marşlarla taşınan idealist öğretmeni, mülkiyelisi, doktoru artık sürgünde değildir. Bu defa meseleyi kıymetli bir vatan vazifesi addedip yollara düşeceklerdir. Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu’nu anımsayın, öğretmen olmak uğruna geride bıraktığı sancılı aşk macerasını bile hiçe sayma lüksü ile orta yerde göz kamaştıran o pek cesur genç kadın, bu özellikleriyle özendirici bir Cumhuriyet kahramanı olarak çizilmiyor muydu? Öte yandan taşra karikatürize ediliyor, bir başka biçime bürünüyordu aynı sayfalarda; öğretmenlik macerası sırasında her gittiği yerde güzelliği ile taşra ahalisi içinde huzursuzluk konusu olan bu “kendi başına kadını”, yine kendisine yabancı gelen ölçüler karşısında, tuhaf, belki de kabul edilemez bulan bir taşralı simâsı, o sayede çarçabuk silikleşiveriyordu. Bu haliyle tıpkı döneminde yayımlanmış diğer İstanbul menşeili yazın mesaileri gibi Çalıkuşu da “merkez” bakış açısı ile yazılan bir romandan öte bir anlam taşımadığı gibi, kahramanlarına aynı oranda bir hakikilik de taksim etmiyordu. Edebiyatın, taşranın hakikatlerine eğilmesi ise hayli zaman alacaktı. (Kitabın çeşitli bölümlerinde edebiyatın ve sinemanın taşra ile ilişkisine olabildiğince, etraflıca yer ayrılmış.)
Kısa Bir Bakış; Cumhuriyetin ilk yıllarında Doğu taşrasında gelişen “Sünni-Kürt ayaklanmaları” öte yandan sekülerleşme dürtüsü ile gelişen modernizasyon çabaları bu kez Orta Anadolu’da kapsamını giderek arttıran muhafazakâr tepkilere neden olmuştu. Laçiner, çok partili döneme geçme arayışlarını zorlayan merkez -taşra geriliminin giderek arttığı bu dönemin en önemli siyasi neticesi olarak gördüğü, Orta ve Doğu Anadolu “taşra muhalefetinin” bu ve benzer nedenlerden ötürü sahiplendiği Serbest Fıkra hareketini, “Doğu ve Batı taşralarının ilk ortak muhalefet potası” olarak tanımlar.
Kürt/Doğu taşrasında ise, kahir ekseriyetle aşiret yapılarının gözettiği ölçülerle ile sürekli yer değiştiren siyasi tercihler, giderek 80’ler ve 90’larda görünür hale gelecek olan, merkezden uzak, büyük ölçüde kendi iç taşrasından gelen sinyallerin hazırladığı, özerk bir tavırla siyaset yapma hevesini pekiştirmesine yol açar. Yani Kürt taşrası merkeze göre biçimlenen siyasi iklimini, çeşitli ontolojik taleplerin de yoğunlaşması eşliğinde artık “kendilik” süreciyle bir yaratım peşinde koşmaya başlamış olur. (Bugün geldiğimiz noktada, bilhassa 30 Mart 2014 belediye seçimlerinde bölge halkının bu oluşuma teveccühü ortadır.)
Öte yandan muhafazakâr taşraya dönecek olursak, Laçiner’e göre, ‘69 yılında siyaset arenasında görünmeye başlayan Necmettin Erbakan’ın siyasi manevrasında şekillenecek olan, “ağır sanayi hamlesi” ve laiklik sorgulamaları ile çizdiği “milli” siyasal çizgiyi sahiplenen taşralı muhafazakâr sermaye, 80’li yılların ihracat seferberliğinde konjonktüre en fazla uyum sağlayan kesimler arasında kendisini gösterirken, 90’lı yılların başında büyük oy oranı ile birinci parti olmayı başarabilmişti. “Muhafazakâr taşra” merkez gerilimine nispi bir zenginleşme hırsı ve dahi “iş bitiriciliği” ile Orta ve Güney Anadolu’nun önemli şehirlerini ticaret merkezleri haline – belki bir İstanbul alternatifi olarak- getirmeyi sağlamıştır. (bkz. Yeşil sermaye, Anadolu Kaplanları)
“Neticede, benzeştirici, aynılaştırıcı, bir süreçle karşı karşıyayız. Sanki her yer şehir ve her yer taşra veya hiçbir yer...”
Merkezi iktidara yararlılık ölçütleri temelinde yakınlaşan herkesin ağzından adeta fragmanlaşarak çıkan şu, “ben lafa değil icraate bakarım” lakırdısı, Tanıl Bora’nın bir başka yerdeki ifadesiyle “Ne işe yaradığından, uygun çözüm olup olmadığından bağımsız olarak her inşaata yatırım ve “hizmet” nişanı takılması...” gibi bir oldu-bitti zannı ile açıklanabilirdi ancak. Bir Ankara sâkini olarak Bora, Ankara’yı yirmi yıldır kesintisiz dönüştürmeye devam eden malum şahıs için, “Melih Gökçek, (...) “çevre”nin “merkez”e meydan okumasının ya da ondan intikamını alışının pornografisini sahneliyor” derken, bu bile tek başına taşra-merkez gerilimini açıklayan en somut ve popüler görünürlüklerden birine işaret etmez mi?
Ve şu meşhur “duble yollar”, yine Bora’nın, “kentin sindire sindire değil sıçrayıp dağılarak büyümesinde otomobil-merkezli şehir planlama ideolojisinin rolü ihmal edilmemeli” tespitinde daha anlaşılır hale gelir.
Tanıl Bora’ya göre taşranın kuvvetli öfkesi, kimi zaman, bir futbol müsabakasında “Anadolucu” tepki ile İstanbul’u ana-avrat taciz eden delişmen tezahüratlarda, kimi zaman beldenin birine “we want to be a city” afişi astıran kıvranışta, kimi kez de devletin “bölücülüğe karşı teyakkuza” giriştiği Kürt memleketlerinden mahrumiyette aşağı kalır yanı olmadığını dillendiren, Ankara’nın dibini bulmuş, unutulmuş yoksul mahallerinden çıkan “bizde mi dağa çıkalım” tepkisine dönüşebiliyordu pekâlâ. Bu tablo etnik-dini kimlik meselelerinden âzâde, aslında kesif bir taşralılık meselesinin hâkim olduğunun da altını çizer”.
Bilhassa, malum öfkenin arkasında yatan, kitapta da değinilen, “taşra özü” olarak ifade bulan şey; değerlerin tahribatına, ‘elleşmeye’ karşı gecikmeden geliştirilebilen muhafazakâr/milliyetçi reaksiyondan çok da başka bir şey değildi. Bu öz, başı çeken bir “linç güruhu” sayesinde, Bora’nın anımsattığı '93 Sivas kıyımını ‘kıyâm’ olarak kutlayıp, her fecaati ‘milli refleks’ gerekliliğinin neticesi olarak görenlerin zihni temayülüydü.
Merkez ile arası giderek kapanır göründüğü halde taşranın bile taşralıktan uzaklaşıp “fotokopileştiği” sırada, ne hikmet artık umumi bir taşralılığın çepeçevre sardığı, kimi yerlerde kurtarılmış bölgeler, ihtiyatlı, sosyo-ekonomik tıpatıplıklarına yapışmış halis muhlis şehirli komünler, onların bir teyakkuzun resmigeçidi gibi taşralılık zulmüne, gerilimine, sıkıntısına gözdağı verecek gözü kara hallerinden ortalık geçilmez.
"Taşra bir yer değil artık bir kavram” belki de Arzu Çur’un da dediği gibi. Silik köylerin etrafında kümelenmiş iddialı taşralar var artık! Birbirinin taşrası haline gelen yaşamların içine düştüğü bu paradoks, belki de tüm dünya için geçerli bir mesele iken, İstanbul da bir yerin, bir yerlerin taşrası olabiliyordu pekâlâ.
Taşrayı yitirmemek ve aslında o sarih yapay taşralıktan kurtulmak için bir şeyler yapmak icâb edecekti. Bora’ya göre bu ve dahası için en uygun iklimlerden biri;
“Şehir-taşra ekseninde üretken bir gerilime dönüştürmenin yolu ekonomik ve siyasal çevrimleri/sistemleri bölgesel ölçeklerde ‘kılcallaştırmaktan’ geçiyor. Bölgesel ara kimlikler, milliyetçilik hamaseti ve milli devletin otoriter bir örnekliği ile taşra bağnazlığı arasındaki dar kafalılık ittifakını aşmak veya zayıflatmak için bir yol da olabilir.”
“Memleket hassasiyeti; bir uçta taşra bağnazlığı, mutaassıp yerlicilik ve milliyetçilik, diğer uçta elitist ve ‘ruhsuz’ bir kozmopolitizim arasında yumuşatıcı, dengeleyici bir bakış ve oluş hali için tutamak sağlayabilir mi?”
Merkezin artık pis işlerini taşraya yıkmaktan vazgeçmesi, Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak filminden kısa bir örnekle aktarıldığı üzere, Şükrü Argın’ın şu ifadeleriyle; “ayak işlerini her zaman taşralılara yıkan şehirli kibir ve bencilliğinin de ötesinde, şehirlinin ‘medeni vahşeti’ ile taşralının ‘vahşi vicdanı’ arasındaki karşılaşmayı, yüzleşmeyi” idrak ederek işe başlanabilirdi. Eninde sonunda Melih Pekdemir’in “dürüstlük” namına mâlumu ilân ettiği o iki çift lafı da bu idrak dairesinin bir köşesine yerleştirmeliydi: “Taşralılık, bir “pejoratif” anlamlar dizesi ile yüklenmiştir adeta.”
Meydanlarda yüksek sesten, karnı doyurulup pişpişlenen, sokak aralarına tıpışlanan taşra radikalizmi, nihayet ve tek kerede sanki bir tek sandığın diliyle deşifre edilebilecek, meselesinden hayli uzaklaşmış “demokratik” tercihleri okuma yamukluğu, sonunda bizlere, içimizdeki içre (taşra) ile adamakıllı muhabbetimizin de olmadığını gösteriyor gibi; arayı fazla mı açtık ne?