Üç ya da dört ay önceydi, öylesine hayattan söz ederken “En çok kendimin hayal kırıklığıyım,” demişti bir arkadaşım. O gün bugündür düşünüyorum bu “kırıklık/kırılmak” kelimelerini. Bazı zamanlarda farklı sözlüklerde kelime kökünü ayrı türemişinin ayrı anlamlarını okurken buldum kendimi. Bir müzik listesi yapıp sözlerinde ya da hissinde “kırılmak, kırgınlık, kırmak” geçen şarkıları bir kenara ayırmaya başladım. Arkadaşımla yaptığımız o sohbetten sonra aklım ne zaman bir kırgınlığa takılıp bir süre yerinde saymaya başlasa ilk ne zaman kırıldığımı düşünürken buldum kendimi.
TDK içerisinde kırmak kelimesinin on sekiz farklı kullanım yeri var, kırılmanın ise on üç. Benzer/ortak kullanım yerleri ise yedi. Bizim ise kırdıklarımız ve kırıldıklarımız var. Onların da kendi içlerinde ayrımları var; hayata karşı, kendimize karşı, başkalarına karşı. Başkalarına karşı olanlar kendi içinde ayrılır; aileye, eşe-dosta-arkadaşa-tanışa, sevgiliye karşı. Kırıldığımız ve kırdığımız şeylerin sayısı pek çok, söyleyebildiklerimizse pek az. Oysa mütemadiyen konuşuyoruz ama anlatmaktan sakınıyoruz. Söylenmek kolay geliyor ama paylaşmak zor.
“Bunalıyoruz çocuk, bunalıyoruz / Biçim veremediğimiz şeylerin / Biçimini alıyoruz” diye yazıvermiş Şükrü Erbaş. Ne zaman karşıma çıksa, bir şiirden daha çok kendine duyulan bir merhamet misali okuyorum bu dizeleri. Kimi zaman bir nefeste okunabiliyor bu kısa ve net şiir, kimi zaman arasına ah’lar doldurup derin nefeslerle birkaç göz açıp kapama ânında.
Oysa kırılmak dediğimiz şey bir andan ibaret. Hatta kimi zaman kocaman gürültülerin içerisinde bile duyulabilir bir sesi var. O andan itibaren artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilerek yaşadığımız ufacıcık bir an. Acısı geçse dahi nasıl acıdığının asla unutulmadığı ufacıcık bir kesik misali. Peki zaman bu kadar bükülerek yaşanılabilir mi? İnsan kendini nasıl korur? Hadi başkalarından koruduk diyelim, kendimizden nasıl saklanabiliriz? Hadi onu da başardık diyelim, elde kalana hayat mı denir? Şükrü Erbaş’ın dizelerini bozuyorum, kimi zaman “Kırılıyoruz çocuk, kırılıyoruz,” diyorum, ardından Cemal Süreya tamamlıyor şiiri: “Biz kırıldık daha da kırılırız / Ama katil de bilmiyor öldürdüğünü”. Peki katil kim? İlla bir kişi mi? Zaman mı? İnsanın kendisi mi? Belki de bütün bunların tamamı olan hayat, ama hayat zaten halihazırda bir kaza değil mi?
Biz büyürken ninem bize hayatın dinden imandan kitaplardan değil, sevgiden, sabırdan ve saygıdan geçtiğini anlatırdı. Ninemle pencere kenarlarında, balkonlarda, bahçelerde bir gözümüz yolda beklerdik gidenlerin geri dönmelerini, dönüp kırıp döktüklerini toplamalarını ama sonra ben büyürken anladım ki gitmekte giden içinde bir kırılma hali. İnsan bedeninin bir uzvu kırılınca alçıya alınır, sanırım kalp kırılınca alçı zaman oluyor. Sonra birkaç zamansız kayıp yaşanınca hayatta, alçının kırıkta kalma zamanı gitgide azalıyor.
Dünyaya dönelim hadi. Sosyal ve siyasal olaylar gündelik hayatımızın en ani kırılmaları oluveriyorlar. Üstelik bizim coğrafyada işler o kadar karıştı ki gün içerisinde bir değil, birden fazla meseleye/kırılmaya maruz kalarak yaşıyoruz. Bir sinir harbi ile birbirimizi dinlemeye mecalimiz kalmadan güvenli mekânlarımıza kaçıyoruz. Başımıza gelenleri anlamamız ve anlatmamız günlük yaptığımız analizlerle değil, ancak yıllar sonra, şayet içinden çıkılabilirse anlatılabilir durumlar.
Ülkenin siyasi gündemi de insanın kendi gündemi misali. Bir hikâye yaşanırken anlaşılıp, anlatılamaz çoğu zaman. İnsan içinden çıkıp geçmişine dönüp baktığında “Vay be ne yaşamışız, nasıl ayakta kalmışız,” derken bulur kendisini. Kendi sevmek için illa acısına tekrar tekrar bakması gerekir insanın, yaradır çünkü şekillendiren hayatı/insanı. Bir zaman aralığı gibi durur orada ayna, siz her gün önünden geçerken kendinize baktığınızı düşünürsünüz, oysa bakmakla görmek arasındaki mesafede görünmeyen çizgilerle yazılır hikâyeler.
Günlük gazetelere göz atınca insan kırılmanın ötesine geçiyor. Kesif bir öfke. Bu öfkenin taşabileceği bir pencere aralığını bulmak bile zorken, sokağı özlerken buluyor kendini insan. Ona izin verilen zamanlarda çıkabilmeyi bir çare olarak görüyor. Çareye ortak olmayana taş atmayı da kendinde had buluyor. İçinden çıkamadığımız o umutsuzluk anları gelip dilimize sirayet ediyor. Sokakta yürürken birinin gözünün içine bakmayı geçtik, kafamız yerden kalkmıyor. Herkes kendi ağırlığının altında ezilirken, herkes bir noktadan çatlamış bir omurgaya sahipken, kimse kimsenin sırtını sıvazlayacak gücü bulamıyor kendisinde.
Öfke yerini yokluğa bırakıyor ardından. Gitmek zorunda kalanlar, gitmek isteyenler, gidenler ve gidemeyenler, gitmek istemeyenler. Herkes kendi çaresini üretmeye niyet ediyor kendince. En insani duygulardan biri sirayet ediyor içimizde derin bir yere, “korku”. Korku uykuyu bile kırıyor en hafif ânında. Derin uykular ilk gidenlerden oldular. Daha kötüsü ne olabilir derken sürekli aklımıza gelmeyecek kötülükleri üretebilecek niyete sahip olanlar sayesinde. Korkana korkma diyebilecek mecal yok kimsede, gidene kal diyecek derman da. Geleceğe dair endişeler büyürken sade bir özlemek kalıyor bir yerde gidene, kalana, geçmişe. Bayram cenazeye dönünce bahara bile sevinemezken buluyor insan kendini.
Bir hayra niyet ve birazcık tebessüm dışında pek bir şey kalmadı elimizde. Dünyanın bir yerlerinde siyasetten bihaber ama illa ki büyüdükleri coğrafyadan aldıkları kaderle alınlarına yazılanları yaşamak zorunda kalacak olan çocuklar seslerini saklamadan türküler söylüyorlar hâlâ. Ben o türkülerden birine inanırken buluyorum kendimi dünyaya kırıldığım anlarda. Kimbilir belki derdimize çare bir çicek diyorum. Dilerim açılan yaramızı sara bir çicek.
Fotoğraf: Raymond Depardon, 1980.