“Tanrım, bir daha böyle bir zafer verme”: Roma'ya saldıran Tarentum Kralı Pirus, savaşı kazanır kazanmasına ama ordusu da tarumar olmuştur. Pirus, o gün böyle yakarır tanrısına. O günden sonra galibini de mahveden zaferlere Pirus Zaferi denilir.
Erdoğan’ın Pirus Zaferi
Sonuçta bir zaferdir: Erdoğan-Bahçeli ittifakı oyların %51’ini almıştır. Bunu başaran bir ekibin bir şekilde bu başarısını kutlaması, hatta biraz da allayıp pullamaya çalışması kadar normal bir şey yok. Teknik bilgiler, istatistiki sonuçlar, referandumun galibinin Erdoğan-Bahçeli ittifakı olduğunu söylüyor; üzerinde tartışma yapmayacak kadar açık.
%51’i alan Erdoğan-Bahçeli ittifakının istatistikî başarısı su götürmezse de siyasi başarısı oldukça tartışmalıdır. Burada ise bir zafer değil, tevil edilemeyecek bir başarısızlık vardır. Dün ekranlara iki kere çıkan Erdoğan bile referandumun bu iki karakterini resmeder gibiydi.
Erdoğan dün iki kere konuştu. İlk konuşması, referandumun siyasi başarısızlığının farkında olan konuşması, danışmanlarının, metin yazarlarının kaleminden çıktığı aşikâr olan konuşmasıydı. Mutedil bir dilin hakim olduğu konuşmasında Erdoğan’a gerilimi azaltacak, başkanlık sisteminin maharetlerinin altını çizecek (“Artık yasama, yürütme ve yargı arasındaki kesin bir ayrım vardır,” türünden bir cümle bile kullandı) bir metin verilmişti. Erdoğan yorgun ve sinirli görünüyor, isteksizce elindeki kâğıdı okuyordu.
İkinci konuşma ise birincisinin aksine bizzat Erdoğan’ın kendi konuşmasıydı. Daha doğrusu bir konuşma değil de, referandumun istatistikî galibi Erdoğan’ın bir mitingiydi bu. Yorgun Erdoğan gitmiş, yerine kitlelere şarkı söyleten Erdo Han gelmişti. Kitlenin duymayı istediklerini verdi onlara; atı alanın üsküdarı geçtiğinden bahsetti, idam cezasını hatırlattı, CHP’ye dokundurdu.
Erdoğan-Bahçeli ittifakının başarısını bir Pirus Zaferi olarak tanımlamaya imkân veren de referandum sürecinin bu yönüydü. Referandumun istatistikî galibiyetini siyasi bir mağlubiyete çeviren faktörleri şöyle sıralayabilirim.
1- OHAL’de Evet: Bu referandumun normal bir siyasi iklimde yapılmayıp, Olağanüstü Hal hukukunun geçerli olduğu bir iklimde yapıldığını hatırlatmaya gerek var mı bilmiyorum? %51 Evet oyu, OHAL koşullarında alınan bir istatistikî başarıdır. Hayır’a ilişkin neredeyse tüm propaganda ve toplantı çabalarının OHAL’in hukuku ve zihniyetine takıldığı referandum sürecinde, halk sadece bir tercihi duyabildi: Evet. İlginç ki, halkın sadece %51’i duyduğu bu tek gerçeğe oy verdi. %49’u ise sadece sprey boya ile duvarlara yazılabilen, Facebook ve Twitter ortamlarında dillendirilebilen, mailden maile aktarılma şansına sahip bir sanal gerçekliğe.
2- %51 Evet, devletin tüm imkânları kullanılarak elde edilebilen bir başarıdır. Sadece OHAL kanununun iktidar bloğuna tanıdığı ayrıcalıklar değil, devletin iktisadi ve idari imkânları da Erdoğan-Bahçeli ittifakınca fütursuzca kullanıldı. Referandum süreci içinde olmaması gereken Erdoğan, açılışlar, törenler, muhtar toplantıları gibi farklı isimlerle gerçekleştirdiği etkinliklerle süreci bizzat yönetti, yönlendirdi. Hayırcıların yanına bile yanaşamayacağı imkânlar, Erdoğan-Bahçeli ittifakı için seferber edildi.
3- Tüm basın ve televizyonlar seçmenin ancak %51’ini ikna edebildiler: Referandum sürecine girildiği andan itibaren, Erdoğan-Bahçeli ittifakı televizyon ve gazetelerin sınırsız imkânlarından da yararlandılar; saatlerce süren yayınlarda, önceden kurgulanmış sorulara önceden hazırlanmış cevaplar yetiştirildi. CHP’nin tüm açık oturum teklifleri reddedildi. Basın sadece Hayır alternatifine kapatılmadı; bu alternatif kriminalize de edildi. Hayırcılar, Gülencilikle, teröristlikle suçlandı. Evet tercihinin bir dinî vecibe olduğu iddia edildi. Hayırcıların “karısı ve kızlarının Evetçilere helal olduğu” bile iddia edildi. Tüm bu pespayelikte, CHP milletvekilinin Ankara’da Yenimahalle Belediyesi himayesindeki bir toplantıda boşboğazca sarf ettiği “Evetçileri denize dökeceğiz,” sözleri, günlerce kınandı: Erdoğan bile dünkü konuşmasında Bozkurt’un bu sözlerine gönderme yaptı.
4- Mühürsüz Seçimler: Yukarıda ana hatlarıyla özetlenmeye çalışan faktörlerle denkleştirilemeyen %51’in istihsali için son dakikada devreye sokulan bir acil önlem planı gibi duran bu son müdahale ile çoğunluk oyları nihayet toparlanabildi. YSK bu konuda, kelimenin tam anlamıyla “ayağında top çevirmeyi” tercih etmiş; “ben yaptım oldu”cu bir tavırla konuyu örtmeye çabalamıştır.
CHP yetkilileri 2,5 milyon mühürsüz oydan bahsetseler de, bu rakamların da oldukça fahiş olduğu açık. Zaten önemli olan da kaç oyun yasadışı olduğu değil, seçimden önce bu şekilde oy kullanılamayacağını açıklayan YSK’nın AKP’li üyenin itirazı ile bu oyların önünü açmasıdır. Usulsüzlüğün varlığı ile onun boyutunun aynı şeyler olmadığını herkesin aklında tutması gerekiyor
“Sopalı Seçim”, “Hileli Seçim” ve “Mühürsüz Referandum”
Eğer bu mühürsüz oy uygulamasına ilişkin hukuki bir önlem alınmazsa, bu referandum, Osmanlı son dönemini de içine katarak konuşacak olursak, Türkiye siyasi tarihinin üçüncü şaibeli seçimi olacaktır.
Şaibeli seçimlerin ilki, 1912 yılında muhalifleri darp ederek sonucu etkilemeye çalışan İttihat ve Terakki’nin suçlandığı seçimlerdir. Bu seçimlere “Sopalı Seçim” adının verilmesine neden olan olay, muhalif Mustafa Nuri Bey’in dövülmesidir. Siroz’da Hürriyet ve İtilaf Fırkası şubesi açacak olan Mustafa Nuri Bey, İttihat ve Terakki fedailerince sopalarla dövülür ve hayatını kaybeder. Hürriyet ve İtilaf, Mustafa Nuri Bey Siroz Şubesi’ni açamadığı için mi seçimlerde başarısız olmuştur? Nuri Bey Siroz’da siyasi faaliyetlerine devam edebilseydi seçim sonuçları ne kadar değişirdi? Elbette hiçbir şey değişmezdi.
Siyasi hayatımızın ikinci şaibeli seçimi, 1946 seçimleridir. Bu seçim de siyasi tarihimizde “Hileli Seçim” olarak anılır. Bu seçimlere şaibe karıştırmakla suçlanan parti ise CHP’dir. Seçimlerin gizli oy ve açık sayım esasına göre yapılması kararına, hatta dönemin İçişleri Bakanı ve CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran’ın ilgililere bu konuda dikkatli olmalarını emreden yazısına karşın, gizli oy açık sayım kuralı yaygın şeklide ihlal edilmiştir. Peki 1946’daki Hileli Seçim, hileli olmasaydı ne olurdu? Muhalif parti Demokratlar iktidara mı gelirdi? Mümkün değil.
Daha önce de söylemeye çalıştığım gibi, şaibe düşüncesi ile şaibenin miktarı, şaibe miktarı ile bunun seçim/referandum sonuçlarını değiştirip değiştiremeyeceği farklı şeylerdir. Muhtemeldir ki, siyasi tarihimize “Mühürsüz Referandum” olarak geçen 2017 Referandumu’ndaki mühürsüz oy pusulası sayısı da sonucu değiştirmeyecekti. Ama, ba’del harabül Basra, referanduma şaibe karıştıktan sonra, artık çok geç.
Bahçeli: Bin Atlı Referandumda Çocuklar Gibi Şendik
Erdoğan için bu referandum bir zafer, ancak bir Pirus Zaferi’ydi; ittifakın küçük eniştesi Devlet Bahçeli içinse ancak Emeklilik Dilekçesi. Referandum sonrasında neredeyse kesin olarak bilinen tek şey Devlet Bahçeli’nin MHP içerisindeki görevidir. Bahçeli artık kesinlikle Ülkücü camianın lideri değil, sadece MHP’nin genel başkanıdır. Tehlike ânında kuyruğunu bırakıp kaçan bir akrep gibi, Devlet Bahçeli, genel başkanlığı tehlikeye girince, ülkücü liderliği terk etmeyi tercih etmiştir. Referandumdan gelen %51’lik “galibiyet”i, liderliğini feda ederek tahkim ettiği genel başkanlığını az da olsa sağlamlaştıracak gibi dursa da, bu eğreti zaferin Bahçeli’nin makam koltuğunda kaç yıl, hatta kaç ay oturacağını garanti edebileceğini söylemek bile zor.
Bir “Kürdili Hicazkâr” Beste: Ne Aşkına Muhtaç Ne Esirin Olacağım. Öyle Bir Taşra Buldum ki Seni Unutacağım
İstanbul, Ankara, İzmir’e söz geçirmeden Türkiye’nin yönetilemeyeceği hâlâ bir realitedir. Referandum sonuçları da bu realiteyi değiştiremeyecektir. “İstanbul’a kar yağmadan Türkiye’ye kış gelmez,” sözü meşhurdur. Bu sözün, İstanbul’un nüfusuna istinaden söylendiği düşünülse de, öyle değildir. Elbette İstanbul, Ankara ve İzmir nüfusları toplamı, Türkiye nüfusu içerinde oldukça büyük bir nispettedir. Ancak altını defalarca çizmek gerekiyor ki, bu üç şehirdeki siyasetin nüfuzu, onların nüfuslarından çok daha fazla önemlidir.
Tam da şu meşhur merkez-çevre ilişkisinden bahsetmeye çalışıyorum. Bu kuramın ana hatlarını da aklımızda tutarak şöyle bir benzetme yapalım: Türkiye’de siyasal kavramların, tartışmaların, üretildiği, tanımlandığı ve kullanıma sokulduğu fabrikalar bu üç şehirde kuruludur. Siyasi iktidarlar bu üç şehirdeki depolarda mayalanır; toplumsal muhalefet bu üç şehirdeki kazanlarda kaynar. Bu üç şehirde kurulu siyasal tesislere, altı-yedi küçük atölye ve depo daha ekleyebilirsiniz: Edirne, Eskişehir, Mersin, Konya, Kayseri, Diyarbakır... Birkaç il daha eklemek kabildir. Buralarda güçlenen Türkiye’de güçlenir, zayıflayan Türkiye’de de zayıflar; siyaset buralarda fidanlanır, Türkiye’de tüketilir; Türkiye, İstanbul’a kar yağınca üşür. Kurama geri dönecek olursak, Erdoğan’ın kaybettiği büyükşehirler nüfusça büyük olduklarından değil, siyasalın merkezi olduklarından önemlidirler. Merkezde hükmünü yitirenin taşradaki çoğunluğu, olsa olsa kalabalık olarak tanımlanabilir.
Erdoğan’ın Pirus Zaferi’nin Aşil Topuğu da buradadır. Muhalefet, Erdoğan’ın ölümlü/ölümcül noktasını keşfetmiştir: Siyaset kazanının kaynadığı, siyasetin merkezi büyükşehirler, “Tanrı Erdoğan”ın aşil noktasıdır. Erdoğan büyükşehirlerde artık ölümlü/fani bir muktedirdir. Gücü, kalabalığı taşradır.
Aşil tendonları yaralanan, büyükşehirleri kaybeden Erdoğan’ın sinirli hali, Kürt oyların ağırlıklı olduğu bölgelerdeki nispi artışlara değinmesine rağmen, neredeyse tamamının yerel yönetimlerini de sahiplendiği büyükşehirlerdeki kayıplarını görmemek istemesinden de belliydi. Erdoğan bir kürdili hicazkâr besteyle taşrayı sahiplenmeye çalışsa da, bulduğu yeni sevgilinin eski aşkını unutturabilmesi mümkün görünmemektedir.
Erdoğan Ne İstiyor
Cumhurbaşkanlığı ile başbakanlık arasındaki güç dengesi 1950’de DP’nin iktidara gelişi ile değişmiş, öncesindeki Milli Şef Sistemi’nden farklı olarak yeni sistemde “başbakan”, yepyeni bir siyasi güç olarak doğmuş; cumhurbaşkanı ve başbakan arasındaki güç dengesi göreli olarak değişmiştir. Bu uygulama, sadece DP iktidarı ile de sınırlı kalmayacak; siyasetin başbakanlar eliyle belirlenmesi ve parti TBMM grubu üzerindeki hakimiyetin yine onlar ve çevreleri aracılığıyla tesis edilmeleri günümüze kadar devam edecektir. Bu, o kadar belirgin bir dönüşümdür ki, başbakanların siyasal yapının başat gücü olmaları durumu, darbelerin ardından cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden muktedir emekli askerler döneminde dahi değişmeyecektir.
Cumhurbaşkanları ile başbakanlar arasındaki siyasi güç dengesindeki göreli değişimi sağlayan, cumhurbaşkanlarının partilerinden istifa ederek hukuken de olsa parti genel başkanlığını başbakanlara bırakmaları; başbakanların, TBMM’deki gücü de, milletvekili genel seçimlerinde partilerinin müstakbel milletvekilleri olacak milletvekili aday adaylarını belirleme yetkisinden kaynaklanmadır. Aslında çoğu partide bu yetki, Kongre’de seçilen Merkez Karar Yönetim Kurulu’na aittir; ancak o kurulun da başkanı olarak parti genel başkanı, partisinin milletvekili aday adaylarının belirlenmesi sürecinde de hakim bir güce sahiptir.
Basitleştirerek ve farklı partilerdeki nüansları dikkate almayarak süreci şöyle özetleyelim. Parti genel başkanı, parti teşkilatları, dolayısıyla Büyük Kongre’de oy kullanacak delegeler üzerinde etkilidir. Delegeler, genel başkan ve Kongre’den sonra en üst karar mercii olan Merkez Karar Yürütme Kurulu’nun teşkilinde; Merkez Karar Yürütme Kurulu, milletvekili aday adaylarının belirlenmesi sürecinde belirleyicidirler. Aslında aradaki mekanizmaların pek de bir önemi yoktur: Partilerin kendi içlerindeki siyasal kırılma ve yeni bir adayın genel başkan olarak zuhur etmesi dönemleri dışındaki olağan süreçlerde parti genel başkanı, o partinin milletvekilleri üzerinde doğrudan söz sahibidir. Yine olağandışı dönemler bir kenara konulursa, partinin genel başkanı ile uyum içerisinde olmayan kişinin, en azından o parti içerisinde bir siyasi geleceğinden, o parti içerisinden tekrar milletvekili aday adayı olabilme şansından bahsetmek neredeyse imkânsızdır.
Bu “de facto” durum, parti içerisindeki hamilik ilişkilerinin de doğrudan belirleyicisidir. Partinin, cumhurbaşkanı olarak seçtiği (eski) genel başkanı, artık, bir sonraki seçimde milletvekili aday adaylarını belirleme yetkisine sahip olamayacaktır. Hatta, parti kongresi üzerindeki etkisi de o kadar sallantılıdır ki, cumhurbaşkanı olduğunda partisi üzerinde hâlâ denetimi tesis edebilmek için genel başkanlığa seçtirerek partisini emanet ettiği yeni genel başkanın bile bir sonraki Kongre’de tekrar genel başkan seçilme; o kişi genel başkan seçilse bile, eskisi gibi, mevcut cumhurbaşkanının (eski genel başkanın) iradesi doğrultusunda o partiyi idare edeceğine dair bir garanti dahi yoktur.
Yukarıda çizmeye çalıştığım tabloya dair reel politik örnek mi istiyorsunuz: 1950 sonrası Celal Bayar’a bakın, 1980’lerin sonundaki Turgut Özal’a bakın, 1990 başlarındaki Demirel’e bakın.
Erdoğan’ın tüm gücü AKP’den doğar
Tam da burada, ikinci önermemi hatırlatmanın, tekrar yazmanın zamanıdır: “Tayyip Erdoğan’ın bugün siyasal sistem üzerinde sahip olduğu tüm gücü sadece ve sadece AKP içerisindeki gücüne bağlıdır; ondan kaynaklanır, ondan türer ve ancak onunla devam edebilecektir.”
Cumhurbaşkanı olmasının siyasal yapının tamamı üzerinde Tayyip Erdoğan’a muazzam bir güç verdiğini tartışmaya gerek dahi yok. Ancak akılda tutulması gereken -ve Erdoğan’ın da aklından hiç çıkartmadığı düşünülen- nokta da burasıdır: Erdoğan’ın kendisi de gücünün kaynağının cumhurbaşkanlığı makamı olmadığının, cumhurbaşkanı olarak sahip olduğu gücün kaynağının AKP içerisindeki gücü olduğunun farkındadır. Yukarıda da tartışmaya çalıştım. Cumhurbaşkanlığı görevi, o kişiye, eski genel başkanı olduğu, sevildiği ve takdir edildiği partisi içerisinde olağanüstü bir saygınlık verecektir; veriyor da. Tartışmaya ne gerek var ki? Tayyip Erdoğan AKP teşkilatı içerisindeki en saygın, en sevilen kişidir. Ancak siyaset biliminde “saygınlık” ve “güç” farklı şeylerdir. Birbirlerini besleyebilirler de ancak birbirlerinden doğmazlar. Güç ayrı şeydir, saygınlık ayrı. Tayyip Erdoğan’ın “formel” olarak da olsa “AKP Genel Başkanlığı”ndan, AKP üyeliğinden ayrılmış olması onun formel iktidarını sıfırlamıştır. Şu anda parti içerisinde sadece saygınlığı vardır. Erdoğan’ın bir cumhurbaşkanı olarak AKP üzerindeki “gücü”, “iktidarı” onun CHP üzerindeki “gücü”, “iktidar”ından ne azdır ne de fazla. Sadece bir cumhurbaşkanı olarak gücü çok da fazla değildir; hele hele o cumhurbaşkanı, iktidardaki parti ile tam anlamıyla uyumlu değilse gücü düşünüldüğünden çok ama çok daha azdır. Erdoğan da, bu sistem değişmediği sürece, sonunun, örneğin, Turgut Özal, Süleyman Demirel ya da kendi partisinin cmuhurbaşkanı Abdullah Gül gibi olacağının farkındadır. Her biri kendi camialarının saygın isimleriydi; ama hiçbiri başbakanlık dönemlerindeki “güç”lerini devam ettiremediler ve saygın ve sınırlı güce sahip birer cumhurbaşkanı olarak siyasal yaşamlarını noktaladılar. Erdoğan, kendisini de bekleyen bu siyasi akıbeti net bir şekilde görmektedir. Cumhur-başbakanlığı Sistemi adı altında ortaya konan idari revizyonun bu gidişi durdurabilecek tek çözüm olduğunun da farkındadır.
Cumhur-başbakanlığı Sistemi Erdoğan’ın AKP’de kaybettiği gücü ona verecektir
Cumhur-başbakanlığı Sistemi’nin şimdikinden tek farkı, Tayyip Erdoğan’ın bir “partili cumhurbaşkanı” olması olacaktır. Küçük bir ayrıntıdır demeyin; oldukça önemlidir. İki noktayı birbirine karıştırmamak gerekiyor. “Partili cumhurbaşkanı” tartışması, siyasi olarak kendisini bir partiye, dünya görüşüne yakın gören bir cumhurbaşkanının olması ya da olmaması tartışması değildir; aksine bir partinin genel başkanı olan ya da olmayan bir cumhurbaşkanı tartışmasıdır. Tayyip Erdoğan “Farklı Cumhurbaşkanı”, “Cumhur’un Başkanı”, “Taraflı Cumhurbaşkanı” gibi ifadelerle iki hususu birbirine karıştırmaktadır. Karıştırmak dediysem, Erdoğan’ın yanlışlıkla yaptığını düşündüğüm bir şeyden söz etmiyorum; aksine bilinçli olarak yapılan bir karıştırmadan bahsediyorum. Erdoğan “Taraflıyım!” derken siyasi taraflılığı ima etmekte; ancak istediği şey bu değil, resmî olarak partisinin başında olacağı, böylece yasama organını ve parti teşkilatını eskisi gibi “gücü” altına alabileceği bir Cumhur-başbakanlığı Sistemi’dir.
Mevcut sistemin “cumhurbaşkanının tarafsızlığı”ndan beklediği de aslında budur. Yoksa kimsenin, kırk yıllık siyasetçilerin, cumhurbaşkanı seçildikleri gün, tüm siyasi tercih ve geçmişlerini geride bırakmalarını, siyasi kimliklerinden soyunmalarını arzu ettiği yoktur. Herkes, Bayar’ın DP’li, Özal’ın ANAP’lı, Demirel’in DYP’li, Gül’ün AKP’li olduğunu biliyordu ve bundan da büyük bir rahatsızlık duymuyordu. İşte Erdoğan’ın “taraflılık” vurgusu da burada anlam kazanıyor.
Türkiye Solu: Sisifos Görev Başında
Bu referandum ile kararımıza sunulan değişikliklerin hiçbirinin daha demokratik bir Türkiye yaratamayacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yoktu. Kaldı ki, Cumhur-başbakanlığı sistemine geçmeyle dolar düşsün, enflasyon, işsizlik azalsın... Yeni sistemin yöneldiği hedefleri ve Cumhur-başbakanı Erdoğan’ın bu sistemden temel beklentilerini de bir önceki başlık altında ana hatlarıyla özetlemeye çalıştım.
Referandum sonuçlarıyla birlikte yürürlüğe giren, yasama, yürütme ve yargı arasındaki zaten zayıf olan dengeyi iyiden iyiye yürütmenin emrine veren bu değişiklikler, nefes nefese dağın tepesine çıkartmaya hükümlü olduğumuz koskoca bir demokratikleşme kayalığının alaşağı yere düşmesi ile sonuçlandı. Şimdi yine onu dağın eteklerinden tepesine çıkarmaya gayret edeceğiz. Tam tepeye çıktık derken yine, yine, yeniden aşağı düşmesine aldırmayacağız.
Durmak yok, mücadeleye devam...