Modern ulus-devletlerin asli unsurlarından biri olan yurttaş orduları kavramı ve zorunlu askerlik uygulaması Fransız İhtilali ile birlikte tedavüle girer. Böylelikle askerlik hizmetiyle (erkeklerin) yurttaşlık hakları arasında, bizimki de dahil bazı ülkelerde halen süren sıkı bir bağ kurulmuş olur. Bu bağ sayesinde ulusun güvenliği ve savunması sorumluluğu önceden olduğu gibi savaşçı küçük bir zümreye ait olmaktan çıkarak daha geniş kitlelerin sırtına yüklenir. Kitlelerin bu sorumluluğu üstlenmeye rıza göstermelerini sağlamak için de söylemsel ve maddi bazı stratejiler devreye sokulur. Bunlardan ilk akla geleni, özellikle Birinci Dünya Savaşı ile yaygınlık kazanmış olan savaşçı erkeklik ve kahramanlık miti. Savaşçılığın dönemin normatif erkekliğinin ayrılmaz bir parçası olması ulus-devletin asker gücünün devamlılığı açısından kritik öneme sahip olmuştur. Birinci Dünya Savaşı öncesi soylular ve rütbelilerin ayrıcalığı olan askerî kahramanlık da benzer şekilde yaygınlık kazanarak askerlik görevini yerine getiren her erkeğe sunulan bir vaade dönüşür. Aynı dönemde, bireyin kendisini ulusun selameti ve devletin güvenliği gibi aşkın değerler uğruna feda etmesi makbul yurttaşlığın göstergesine dönüşür. Savaş anıtları ve anma törenlerinin amacı da her şeyden önce savaşkanlık, kahramanlık ve feda kavramlarının yüceltilmesi ve kitleler nezdindeki etkisinin devamlılığının sağlanmasıdır. Askerlik hizmetine meşruiyet kazandırmanın maddi yönünü ise, feda karşılığında sağlanan sosyal haklar ve belli ayrıcalıklar oluşturur. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’da siyahların yurttaşlık haklarından yararlanabilmelerinin aracı orduya katılmak olmuştur. Savaş sonrasında da alt sınıflar, kadınlar ve erkek eşcinseller gibi yurttaşlık haklarından yararlanmaları sistematik olarak eksik bırakılan gruplar için orduya katılmak cazip hale gelir. Askerlik, bu türden örneklerde, ayrıcalıksız grupların şartlarını iyileştirmek için kullanabilecekleri sınırlı sayıda toplumsal mobilite mekanizmasından biri olarak karşımıza çıkar.[2]Türkiye’de ise, devletin yurttaşları askerliğe ikna etme stratejisinin maddi yönünün özendiricilikten çok caydırıcılık prensibine dayalı olduğunu söylemek mümkün. Vicdani retçilerin askerlik yapmayı reddetmeleri sonucu karşı karşıya kaldıkları durumu tarif eden “sivil ölüm” kavramı söz konusu caydırıcılığı apaçık ortaya koyuyor. Sivil ölüm kısaca, oy verme, sigortalı bir işe girme, devletin sunduğu sağlık hizmetlerinden yararlanma gibi günlük hayatın neredeyse her alanını etkileyen bir mahrumiyet haline tekabül ediyor. Dolayısıyla da kolay kolay göze alınabilecek bir tavır değil. İster tehditkar ister vaatkar tonlamalı olsun, her iki durumda da askerliğin, devlet-yurttaş arasındaki hak pazarlığının temel unsurlarından birini oluşturduğu görülüyor. Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığım bu durum, askerliğin zaman içinde değişen anlamlarının sınıfsal boyutuna dair ipuçları barındırmakta. Askerlik hizmetine yüklenen ulvi anlamlar, Batı ülkelerinin orta sınıfları üzerindeki etkisini 1970’lerden beri önemli ölçüde kaybetmiş durumda. Daha önemlisi, Yagil Levy’nin araştırmasına göre, militerleşme derecesi bizimkine daha yakın İsrail için de benzer bir durum söz konusu.[3] Levy’nin bu değişimi ortaya çıkaran nedenleri sıraladığı bölümde ekonomik paradigmaların belirleyici olduğu görülüyor. Buna göre, 1970’lerden itibaren hakîm olmaya başlayan pazar ekonomisinin ve tüketim toplumunun bireysellik/bireycilik vurgusu kahramanlık ve feda gibi kavramların milliyetçi militarist kullanımlarını etkisizleştirmiş durumda. Ulusa fedanın zorunlu olarak gerektirdiği anonimlik ile mevcut tüketim kalıplarının dayalı olduğu bireyin biricikliği yanılsaması arasında yüzeysel de olsa önemli bir çelişki olduğu açık. Benzer şekilde Levy de yurttaş-askerin yerini yurttaş-vergi mükellefi ve özellikle yurttaş-tüketicinin almasıyla birlikte, ulusal güvenliğin düşük maliyet ve düşük risk gözeterek sağlanması gerektiği fikrinin yerleşmeye başladığının altını çiziyor.[4] Bu koldan yürütülen zorunlu askerlik eleştirisinin yüksek askerî harcamaların gerekliliğini sorgulamasının 1973’te ABD’de zorunlu askerliğin kaldırılmasındaki rolüne dikkat çeken Deborah E. Cowen ise bunun bir erken dönem neoliberal proje olarak ele alınması gerektiğini savunur.[5] Cowen tamamen gönüllülerden oluşan orduya geçme kararının ardında Vietnam Savaşı’nın toplum üzerindeki olumsuz etkisinin de olduğunu yadsımamakla birlikte, zorunlu askerlik karşıtı tartışmaların neoliberalizmin yurttaşlık anlayışının kavramsallaştırılmasındaki merkezî öneminin yeterince ele alınmamış olduğu eleştirisinde bulunur. Bu açıklamalar ışığında denebilir ki, askerlik Batılı orta sınıflar için üstlenmeye gönüllü olmadıkları bir yük olarak görülmekte ve giderek alt sınıflarla özdeşleştirilen bir pratik halini almaktadır. Türkiye’de de toplumun askerlikle ve orduyla kurduğu ilişkinin son yıllarda değişmekte olduğunu gözlemliyoruz. Her ne kadar bu değişimi bir araştırmaya dayanmadan doğrudan orta sınıf duyarlılıkları ile ilişkilendirmek doğru değilse de, Güneydoğu’ya/çatışmaya gönderilenlerin ya da zor şartlarda askerlik yapanların hep yoksul çocukları olduğu yargısının toplumun genelince dillendirilen bir şikayet olduğunu da gözardı etmemek gerekir. Yazının başında da belirttiğim gibi, askerî vesayetin geriletilmiş olması asker-sivil ilişkilerinin ulus-devletin başlangıcından beri süregelen biçiminin sorgulanması için elverişli bir zemin yarattı. Bu sürecin henüz çok başında da olsak, son dönemdeki bazı gelişmeleri askerliğin meşruiyetinin eski sağlamlığını yitirmeye başladığına delalet sayabiliriz.[6] Bu gelişmelerden biri, 2012 yılındaki bedelli askerlik tartışmaları sırasında askerliğini yapmamak için çeşitli yollara başvuranların sayısının ne kadar yüksek olduğunun açığa çıkmasıydı. Konuyla ilgili açıklamanın yapıldığı dönemde, bedelli askerlik şartları taşıyan 460 bin kişiye karşılık 465 bin zorunlu asker bulunmaktaydı.[7] Bedelli askerlik şartlarını taşımayanları da hesaba dahil edince askerlik yapmaya gönüllü olmayan büyük bir kitlenin varlığı ortaya çıkmış oluyor. Üstelik askerliğin yalnızca zorunlusunun değil, güvenceli meslek halinin de rağbet görmediğine dair de bir veri var elimizde. Buna göre, 2011 yılı içinde, cazip sayılabilecek miktarda maaş ve sosyal haklar sunulan 5 bin 103 kişilik sözleşmeli er kontenjanı için yapılan ilk alım sürecinde, eğitime başlamaya hak kazanan aday sayısının 783’te kaldığı anlaşılıyor.[8] Rakamlar açık bir şekilde rütbesiz askerliğin toplum tarafından makbul bir meslek olarak görülmediğini ortaya koyuyor.
Gülce Oral: Fuat’ın kardeşi biz okuldayken Aktütün Karakolu’nda askerlik yaptı ve ben de Fuat’ın ruh haline dışarıya çok yansıtmasa da az çok tanık oldum. Televizyonda geçen şehit haberleri, isimlerin listeler şeklinde geçiyor oluşu... Sonra insanlar kendi yakınları mı değil mi diye hiç birimizin neden olduğunu anlayamadığı bir şey yüzünden şehit olan o askerlerin isimlerini dinliyor... Oyunu bu durumdan temellendirerek, şehit isimleri okunurken yakınların aklından geçen, o 10 saniye 30 saniye, her neyse, yakınlarının akıllarından geçen şeyleri düşünerek yazıyor Fuat oyunu.[10]
Oyun altı asker yakınının sırayla sahne dekorunu oluşturan bölmelere girip hikâyelerini anlatmaları üstüne kurulu. Bu hikâyelerde elbette askere giden kişi odak noktasını oluşturuyor ancak bahsedilen her şey doğrudan askerlikle ilgili değil. Örneğin, emekli devlet memuru baba anlatısına, önceden çok mesafeli durduğu memur eylemlerine katılma hikâyesiyle başlıyor. Hikâyelerde askerliğin hayatın diğer detaylarından soyutlanmamış olması, kışla içi-dışı ayrımının sınırlılığına dikkat çekmesiyle oyunu güçlü kılan bir diğer özellik olarak öne çıkıyor. Farklı sosyo-ekonomik altyapılardan gelen altı kişi askerliğin kendileri ve askerliğini yapan yakınları için hangi anlamlara geldiğine dair farklı fikirler aktarıyorlar seyirciye. Ancak bütün bu farklı anlatıların ortak bir noktası var: Askerlik her şeyden önce belirsizlik ve kaygı demek.
Ele alacağım ilk gruptaki hikâyelerin ortak noktası, her bir karakterin askerle ilgili yoğun duygularına odaklanmış olması. Hem bu yakınlıktan hem de sebebi açıkça belirtilmeyen endişeden dolayı üç karakterin de yakınlarını askere gönderme konusunda pek de istekli olmadıkları seziliyor. Örneğin, “Yeter ki sağ salim dönsün. İsterse Esra ile sevgili olsun”[11] diyen sevgilinin kıskançlık ekseninde gelişen hikâyesinde kaygının sevdiğinden vazgeçmeye neden olacak kadar yoğun olduğunu görüyoruz. Pişmanlık da öne çıkan bir diğer duygu bu hikâyede. Pişmanlığın sebebi, askere gitmeden önceki arkadaş toplantısında da kıskançlık yaptığı için “çocuğun akşamını zehir etmiş” olması – “Aklımda o yüz ifadesi kaldı. Mutsuzmuş değil de, bir tuhaf...”. Anne ve baba askerlik öncesi tavırlarını değil daha çok çocuklarının askerde oluşunu sorguluyor gibiler. Bu iki anlatıda dikkat çekici nokta, her ikisinin de oğullarıyla olan ilişkilerinin bedensellik üzerinden kurulması. Hikâyesine “Oğlumun kanı A Rh+” diyerek başlayan laborant anne için askerlik birçok şeyin yanı sıra ilk kez oğlunun kanını alması anlamına da geliyor. Profesyonelliğin ve mesleki becerinin uçup gittiği, iğneyi çok uzun damarda tuttuğu için çocuğun damarının şişmesine sebep olan anne, uzun ve sancılı sürecin sonunda kanı tüplere koyarken fazla kan aldığını görüyor. Bu fazla kanı önce küçük bir tüpün içinde cebinde gezdiriyor, ardından kolye olarak boynuna asıyor. Bu hikâyede kan milliyetçi bir çağrışıma sahip değil: “Oğlumun kanı Türk kanı değildi. Kürt kanı değildi. Sadece kandı. A Rh + kan”. Bu haliyle kan yalnızca yaşamsallığı vurguluyor. Anne ilk kez oğlunun akan kanına bu kadar yakın durmuş oluyor ve elbette bu durum kadına kanın yaralanma sonucu akma ihtimalini hatırlatıyor. Babanın hikâyesindeki bedensellik, farklı bir açıdan, yine oğulun muhtemel kaybını çağrıştırma işlevine sahip. Baba genç bir sürücünün kendisine çarpması sonucu sağ kolunu kaybetmiş ve malulen emekli olmuş bir memur. Bu olay sonrası oğul, tam da söz verdiği gibi, babanın kaybettiği kolunun yerine geçmiş neredeyse. Çocuğun askere alınmış olması, baba için sağ kolunu bir kez daha kaybetme ihtimali anlamına geliyor: “Koluma 45 milyar değer biçtiler. Öbür sağ koluma bir şey olursa ona da mı bir değer biçecekler? Sağ kolum önceden belli mezarımda duruyor; onu gömdüm. Öbür sağ koluma ne olacak?” Bu iki hikâyedeki bedensel referanslar adeta “oğlum canımın parçası” der gibi. Bu anlatımın militarist iktidarın devamlılığının garantisi, “Vatan sağolsun. Oğlum vatana feda olsun” sözlerine ne denli zıt düştüğü açık. Oyunun diğer üç hikâyesi, askerliğe hangi anlamların yüklendiği sorusuna, biraz daha diğer toplumsal meseleler temelinde cevaplar veriyor denebilir. Örneğin, ablanın hikâyesi askerlikle disiplin ve toplumsal kontrol mekanizmaları arasındaki ilişkiyi ortaya koyması ile dikkat çekiyor. Anlatının temelini abla ile askerdeki kardeşin gerilimli ilişkisi oluşturuyor. Eskiden aralarının çok iyi olduğunu, ancak kardeşin “yanlış arkadaşlarla takılmaya” başlamasıyla huyunun değiştiğini ve ablanın hayatını çekilmez hale getirdiğini öğreniyoruz. Kardeşin askere gitmesiyle ablanın hayatında her şey yolunda gitmeye başlıyor – arkadaşıyla birlikte bir büro açıyor, ilk kez bir sevgilisi oluyor, sabıkalı kardeşi için insanlara ricacı olma zorunluluğundan kurtuluyor... Ancak ortada bir sorun var: Asker kaçağı olan kardeşe kışla yolunun gözükmesi ablanın ihbarı ile gerçekleşiyor – “Böyle olacağını bilsem yapar mıydım!”. Kardeşin başına bir şey gelip gelmediğini, geldiyse bunun ne olduğunu bilmiyoruz, sadece ablanın pişmanlığına tanık oluyoruz. Hikâyenin belki de en kritik noktası ablanın avukat oluşu. Bir hukuk insanının bile, düzenli bir işi ve hayatı olmayan, esrar kullanan, adalet mekanizmasıyla başı derde girmiş kardeşini ıslah etmek, en azından bir süre hayatından uzaklaştırmak için zorunlu askerlikten medet umması Silahlı Kuvvetlere toplum tarafından atfedilen role dair çok fazla şey söylüyor. Bu haliyle askeriye tüm kurumların üstünde bir disiplin gücüne sahip. Kışla bir nevi içine girenler için damgalanma riski taşımayan bir hapishane ya da ıslah evi. Ordunun yıllarca en güvenilir kurumlar listesinde birinciliği kimselere kaptırmamasını bu terbiye edici rolden ayrı düşünmek mümkün mü? Askerliğin tek vaadi disiplin değil. “Vatan hizmeti” mülksüzler için vatan toprağından pay sahibi olduklarını hissetmelerinin de vesilesi oluyor. Askerliğin bu işlevini en iyi anlatan ise eşin hikâyesi. Askerdeki kişi bu kez eski gece bir bekçisi. Eşi ağlamaklı bir ses tonuyla eşinin eve adeti olmadığı halde erken geldiği bir günü anlatıyor. Bu rutin dışı olayın sebebi adamın sokakta fiziksel şiddete uğramış olması. Adam utanıyor, kadın ise çaresiz ve şaşkın – “Kocamı görseniz boylu poslu, pehlivan gibidir. Kolay kolay dayak yiyecek biri değil yani!”. Arkadan saldırdıkları için adam kim olduklarını görmemiş, ancak gece bekçiliği işiyle alakalı olduğunu düşünüyor. Birkaç kez bekçiliğini yaptığı villa inşaatında hırsızlık girişimi olmuş; hırsızların malzemeleri çalma girişimlerini adam önlemiş. İntikam için sokak ortasında dövdüklerini düşünüyor. Fiziksel gücüne rağmen şiddete uğramış olmanın çaresizliğine, bunun bir de sınıfsal eşitsizlik bağlantılı oluşu eklenmiş oluyor. Askere gitme kararında da bu durum belirleyici oluyor – “’Benim olmayan malı koruyacağıma vatanımı korurum’ dedi, askere gitti”. Böylece, zorunlu koruma hizmetine karşılık “vatan toprağının sahibi olma” hissi mülksüzlüğün telafisi haline gelmiş oluyor. Askerliğin, yarattığı bu yanılsamayla sınfsal eşitsizliğin devamına bir anlamda katkıda bulunduğunu söylemek herhalde yanlış olmaz. Ele alacağım son hikâyede, askerlik farklı etnik gruplardan olanlara karşı uygulanan ayrımcılıkla yüzleşme vesilesi halini alıyor. Abinin anlatısı ayrıca askerliğe atfedilen anlamın sabit olmadığını, burada kardeşin askerliği dolayısıyla olduğu gibi, yeni karşılaşmalarla farklı anlamlar kazanabileceğini göstermesi açısından da kayda değer. “Biz de askerlik yaptık. Ama çatışma falan görmedik. O da gider, yapar gelir dedik”. Ancak belli ki kardeşin askerliği abisininkinden çok daha çetin şartlarda geçiyor. Diğer hikâyelerde olduğu gibi burada da askerin yaşadıklarıyla ilgili detaylara vakıf değiliz, ancak ağabeyin kardeşini bir an önce askere gitmesi konusunda teşvik ettiğine pişman olmasını gerektirecek bir durum olduğu kesin. Bu hikâyede en belirgin duygu çaresizlik. Telefonda konuştuklarında kardeş iyi olduğunu söylüyor ama bu ailenin içini rahatlatmaya yetmiyor. Bir şey olsa da nasıl söyleyecek? Söylese ne yapabilecekler? – “Zaten orada [kışlada] herkes duyar ama kimse dinlemez”. Kendi yaşadığı çaresizlik, bir başkasının çaresizliğini çağrıştırıyor ağabeye. Askerlik yaptığı birlikteki Karslı’nın hikâyesini hatırlıyor. Karslı’nın başçavuştan sırf Kürt olduğu için şiddet gördüğünü ve bu şiddete ancak kendisine şiddet uygulayarak – kendini ayağından vurarak – son verdiğini, başçavuşun cezalandırılmasını sağlayarak diğerlerini de başçavuşun zulmünden kurtarmış olduğunu öğreniyoruz – “Ama o Karslı çocuk kendini dinletti. Fark yarattı”. Ağabey önceden alay ettikleri Karslı’nın hikâyesindeki, kışlada hak aramanın imkansızlığı ve tek çıkış yolunun kendine zarar vermek olduğu gerçeğiyle kardeşinin askerliği vesilesiyle yüzleşmiş oluyor. Aynı Türkiye toplumunun da kışlada kötü muamele ile, Asker Hakları inisiyatifinin kıymetli çabaları sayesinde, ilk kez “asker hakkı” temelinde yüzleşmesi gibi.
Bu oyunda zorunlu askerliğini yapan kişi(ler) yok, yalnızca geride kalanlar var. Zorunlu asker afişte, bayrağı sembolize eden düz kırmızı renk fonun önünde üniformasının içinde ayakta duruyor. Yanı başında da, top mermisinin delip geçtiği izlenimi veren bir delik. Mermi bu sefer ıska geçmiş, bir dahaki sefere ne olacağı bilinmez. Askerin sağ salim eve dönmesini bekleyen yakınların kaygısının sebebi de bu zaten. Hikâyelerini hep bu kaygı şekillendiriyor.
Üstelik, ağabeyin bu çarpıcı sözünün de ima ettiği gibi, tehlike yalnızca askerin canını kaybetmesi de değil. Şiddete maruz kalınan ya da çatışmada bizzat şiddetin faili olunan bir askerlik, ömür boyu taşınacak bir travmanın müsebbibi olma ihtimalini de barındırıyor.
Oyundaki kişiler hikâyelerini camın ardında bulunan farklı bölmelere girerek anlatıyorlar. Bölmeler bir açıdan, tüm bu asker yakını anlatılarının bölünmüşlüğünü de gösteriyor. Askerlikle ilgili deneyimlerin, özellikle de ölüm ya da sakatlıkla sonuçlandığında, politik bir sorgulamaya yol açmayacak şekilde yalnızca o bireyleri ya da ailelerini ilgilendiren bir mesele olarak yaşandığını biliyoruz. Türkiye toplumunun askerliği her şeyden önce kaygı ile ilişkilendirdiğinin yaygın bir bilgi olması durumunda, iktidarın zorunlu askerlik kurumunun devamlılığını sağlamakta ne kadar zorlanacağını düşünmek, askerliğe muhalefetin önünün kesilmesi için iktidarca gösterilen çabanın sebebini de açıklamış oluyor. Bu noktada bir kez daha ağabeyin anlatısına dönmek gerek. Ağabey kardeşinin selametiyle ilgili ne kadar endişeli olduğunu anlattığı bir anda birden cama vuruyor – “Ne yapacağız şimdi?”. Seyirci ile sahneyi ayıran cam, Krek tiyatroda sahnenin daimi bir parçası, tiyatronun alâmet-i fârikası. Cam paravanın varlığı her oyunun içeriğine ve gidişatına göre muhakkak farklı anlamlar üstleniyor. Bu oyun özelinde, tam ağabeyin cama vurduğu o anda, endişe dolu bu askerlik hikâyelerinin güvenli bir mesafeden izleniyor olduğu yanılsaması bozulmuş oluyor. Cama hızlıca vurulmasıyla irkiliyoruz – sonuçta askerde yaşanan ya da askerin yaşattığı her ölüm, sakatlık, kötü muamele ve şiddette hepimizin sorumluluğu var...