Türkiye bir şiddet patlamasından geçiyor. Bu şiddet, bizim eskiden beri alıştığımız kurumlar, örgütler, devletlerarası toplu çatışmalardan, savaşlardan çok daha farklı bir şiddet. Şu anda içinden geçtiğimiz şiddet, toplumun bireylerinin çok büyük çoğunluğunun paylaştığı bir şiddet. Liseler, genç çocukların birbirlerini dövdüğü, yaraladığı ve öldürdüğü bir yer haline geldi. Okul önlerinde eskiden simitçilerin durduğu yerlerde, şimdi bıçak satıcılarının tezgâhları var. Bu arada kapkaççılar, yankesiciler, hırsızlar yollarda rahatlıkla cinayet işleyebilir hale geliyor. Mafyacılar, çeteler ise bütün Anadolu'ya yayılıyor. Bunun yanı sıra, her gün gazeteler kocalarından, sevgililerinden dayak yiyen kadınların haberleriyle dolu. Güneydoğu ise şiddetin sokaklarda, kalabalık bir halde yaşandığı bir görüntü veriyor. Başımızı nereye çevirsek artık şiddet görüyoruz. Bu toplumda zaten varolduğunu bildiğimiz şiddet nasıl oldu da toplumun her kesimine, her yaştan insana böyle salgın bir hastalık gibi bulaştı? Bu sorunun cevabını Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğretim üyesi klinik psikolog Murat Paker'le konuştuk. Dr. Murat Paker, psikanaliz, travma, psikoterapi ve bunların politikayla kesişimi üzerine çalışmalar yapıyor.
Şiddet patlaması yaşıyor gibiyiz. Teröre, savaşa, faili meçhule, mafyaya, çeteyealıştık ama, galiba bu ülkede şiddet ilk kez sıradan insanlara da böyle salgın bir hastalık gibi bulaştı. Ne oluyor? Şiddet yayılıyor mu yoksa biz var olan bir şiddeti medya sayesinde daha yakından mı görüyoruz?
İkisi de doğru. Şiddet yayılıyor. Medya da bu şiddeti biraz daha görünür kılıyor. Hatta Türkiye'de şiddetin yayılmasının geciktiği bile söylenebilir. 12 Eylül 1980'den beri, toplumun geniş kesimlerine devlet kaynaklı bir şiddet uygulandı. Bu şiddet, bir halk sağlığı sorunu boyutuna vardı. Raporlardan biliyoruz ki, 1980-90 arasında bir milyondan fazla insan politik nedenlerle gözaltına alındı. Gene araştırmalardan biliyoruz ki, politik olarak gözaltına alınan insanların tamamına gözaltında ya da cezaevinde şiddet uygulandı. Yani 10 yılda kafadan 1 milyon kişiye işkence yapıldı. Bunun sonrası da var.
Daha sonra ne var?
Artı Kürt meselesi patladı, devletin PKK'yla mücadelesi başladı. 2-3 milyon insan zorunlu olarak göç etti. Köyleri yakıldı, yakınları öldürüldü, binlerce faili meçhul cinayet yaşandı... Kısacası 1980'den beri 4-5 milyon insan bu ülkede bir şekilde doğrudan devletin şiddetine maruz kaldı. Bir de tabii PKK'nın şiddetine maruz kalanlar var. 4-5 milyonluk bu kitlenin yakınlarını da eklersek, Türkiye'de nüfusun önemli bir kısmı doğrudan ya da dolaylı çok ciddi travmatize edildi, örselendi. Her insanın fiziksel ve psikolojik bir denge hali vardır. Eğer bu denge çok zorlanırsa, üzerinize çok gelinirse, yani işkence görürseniz, köyünüz yakılırsa, yerinizi yurdunuzu yitirirseniz, stres, depresyon gibi psikolojik sorunlar geliştirirsiniz. Bu tür travmalara maruz kalan insanların üçte biri psikolojik sorunlar yaşıyor işte.
Peki diğerleri ne yapıyor?
Büyük çoğunluk bu durumu psikolojik rahatsızlığa uğramadan atlatabilmek için, durumunu açıklayan çeşitli anlamlandırma mekanizmalarını kullanıyor. Şiddeti üretenlere karşı yoğun bir nefret üretebiliyor, intikama, düşmanlığa dayanan bir politizasyon oluşturabiliyor. Bugün Türkiye'de şiddetin yaygınlaşmasının önemli faktörlerinden biri, 25-30 yıldır süren bu devlet kaynaklı şiddettir. Ayrıca bu şiddeti uygulayan insanların yaptıklarının yanlarına kâr kalması da, toplumda şiddetin yayılmasına yol açan bir unsurdur.
Son zamanlarda kalabalıklarda erkekler kadınları dövüyor. Erkekler niye dövüyor peki kadınları?
Kadın-erkek ilişkileri ve kadının konumu Türkiye'de 20-30 yıldır çok hızlı değişiyor. Erkeğin net üstünlüğü, kadının itaatkârlığı toplumun geniş kesiminde sürdürülmeye çalışılsa da, kadın artık geleneksel konumunda değil. Erkekler, 'Ne oluyor? Ayağımın altındaki zemin kayıyor, iktidarımı kaybediyorum. Bana tabi olması gereken kadın şimdi neler yapıyor. Buna katlanamam. Ona haddini bildirmeliyim' gibi hissediyor. Erkekteki bu bocalama sancılı yaşanacak. Erkeğin kadına şiddeti ancak erkeklerin terbiye olmasıyla, terbiye edilmesiyle azalacak.
Erkekler eskiden hiç olmazsa bu şiddeti saklamaya çalışırlardı şimdi herkesin önünde, alenen yapıyorlar. Erkekler bir kadını dövmekten utanmıyor mu artık?
Muhtemelen utanmıyorlar. Yapılan araştırmalar var. Eskiden daha çok kadın, kocasının kendisini dövmesini meşru görüyordu. Şimdi kadınlar erkeğin şiddetini gayrimeşru gördükçe, erkekler için iktidarı kaybetmek daha katlanılamaz hale geliyor. Ve erkekler, kadınları daha göstererek dövme ihtiyacını hissediyor. 'İktidarı yitirmeyelim, iktidarımızı gösterelim' diyen son çırpınışlar, tutamaklar bunlar. Erkeğin kadına şiddeti, devletin vatandaşına şiddetinden çok farklı değildir aslında.
İkisi arasındaki benzerlik nedir?
Devletin çizdiği sınırlar içinde kaldığında, devletin şiddetinin görünür olması gerekmiyor. Ama toplum, devletin dayattığı çerçeveyi dar bulup hareketlendikçe, sınırları ittirdikçe, devlet telaşla daha fazla dişini gösteriyor. Şiddet gösterisinde pervasızlaşabiliyor. Zaten iktidarını kaybeden ya da kaybedeceğini hisseden devlet, erkek, öğretmen, subay, hepsinde benzer mekanizma devreye girer ve şiddet artar.
İşin garip yanı kadınlar da şiddet uyguluyor. Eski sevgililerini lokantada rahatsız eden , eski sevgililerinin evini basan kadınlar. Bunlar da bir tür şiddet uygulamaktır. Kadınlar niye böyle saldırgan oldu?
Sadece erkeklerde değil, kadınlarda, gençlerde, çocuklarda, herkeste sanki 'saldırganlık' dozunda ve saldırganlığını ifade etme serbestliğinde bir artış var. İnsanlar daha rahat saldırganlaşabiliyor. Eskiden geleneksel toplumda herkesin yeri belliydi. Herkes o kurallar içinde birbiriyle ilişki kuruyordu. Şimdi kapitalistleşme, modernleşmeyle birlikte bu geleneksel yapılar çözülüyor. İnsanların birbiriyle ilişki kurarken başvuracakları referans çerçeveleri artık pek kalmadı. Yalnızlaşan insanlar, 'Ben kendi başımayım. Kurallarımı sıfırdan üretebilirim' diye düşünüyor. Kapitalistleşme sonucu yaşanan bu duruma, 'narsisistik büzülme' diyebiliriz.
Hepimizin yaşadığı bu narsisistik büzülme nedir peki?
Toplumda herkeste benmerkezli olma hali artıyor demektir bu. Oysa kişinin, karşısındakiyle uyumlu ilişki kurabilmesi, ona şiddet uygulamaması, o insanı bir özne olarak görebilmesine, 'O da acı çekebilir. Onun da hisleri var' diye düşünmesine bağlıdır. Eğer kişi, benmerkezli hale gelir, narsisimini çok beslerse, karşısındakini çok kolay bir nesne konumuna sokabilir. Onun ne kadar acı çekeceği, ne yaşayacağı umurunda olmaz, empati göstermez ve ona her istediğini yapar. Artık karşısında masa gibi nesne vardır. Hepimizde böyle davranabilme eğilimi artıyor.
Peki kadınlar artık saldırgan olmaktan utanmıyor mu?
Utanç dediğiniz, başka insanların, aile, mahalleli, köylünüz olabilir, bu bizi nasıl değerlendirdiğiyle ve bizim bunu kale aldığımızla ilgili bir şeydir. Bizimki gibi Doğu özellikleri olan yani tam birey merkezli olmayıp cemaat eğilimlerinin de olduğu toplumlarda 'utanç duygusu' ön plandadır. Batı'da ise 'suçluluk' duygusu öndedir. Bugün Türkiye hızlı bir atomizasyon sürecinden geçiyor. Utanmayı sağlayan geleneksel yapılar yıpranıyor. Toplumsal bağlar çözüldükçe utanma ihtimali azalıyor. Bunun yerini dolduracak suçluluk duygusu da hemen ortaya çıkmıyor.
İnsanlar ne utanıyor ne de suçluluk duyuyor demektir bu. Oysa utanma ve suçluluk duyguları kişinin frenleri değil midir? Tehlikeli bir durum değil mi bu? Biz şimdi freni olmayan bir toplum muyuz?
Gayet tehlikeli bir durum bu. Bir boşluk hali var. Şiddetin yaygınlaşması gibi şeyler de bununla ilgili zaten.
Şiddet bir toplumda bulaşıcı bir hastalık gibi yaygınlaşabilir mi?
Kesinlikle... Araştırmalardan biliyoruz ki, gençler ve çocuklarda yaygınlaşan şiddet, televizyonda izlenen şiddet içerikli filmlerle doğrudan bağlantılı.
Biz daha yaygın ve daha korkunç olan bir şiddeti de liselerde görüyoruz. Neredeyse bütün liseliler bıçak taşımaya başlamış. Liseler niye şiddet yatağına dönüştü?
Şiddet hangi liselerde daha çok artıyor, araştırılmalı. Eğer orta alt sınıflara ait çocukların ağırlıklı olduğu liselerde daha fazla şiddet yaşanıyorsa, akla şu geliyor. Türkiye, sınıflararası mobilizasyonun giderek azaldığı bir ülke oluyor. Eskiden çok yoksul bir çocuğun üst sınıfa doğru hareketlenmesi ihtimali daha fazlaydı. Okullar arasında bu kadar fark yoktu. Eğitimden alınan nimetler bakımından sınıflar arasındaki uçurumlar geçmişte bu kadar büyük değildi. Türkiye, giderek daha klasik, sınıflı bir toplum yapısına doğru gidiyor. Mesela İngiltere'de işçi sınıfından gelen bir çocuğun çok iyi bir eğitim alma ihtimali sıfıra yakındır. Türkiye'de de giderek böyle oluyor. Sınıf atlama imkânı azalıyor. Bu, geniş kitleler için büyük umutsuzluk demektir.
Bu umutsuzluk ne sonuç yaratır?
Gençlerin , 'Ben ne yaparsam yapayım, çok bir şey olamayacağım. Ancak yan yollara girersem bir şey olabilirim' diye düşünmesine yol açar. Çünkü bu toplum hukuksuzluk, mafya gibi yan yollarla zenginleşme ve güç sahibi olma konusunda büyük imkanlar tanıyor. Çocuklar aptal değil, büyüklerin ne yaptığını görüyorlar. Mikro hayatlarında büyüklerin yaptığını uyguluyorlar.
Biz, şiddete yatkın mıyız?
Hiçbir toplum için genetik olarak şiddete yatkındır denemez. Ama sosyal ve politik gelenek anlamında, özellikle son birkaç yüzyıldır yaşanan savaşlara, isyanların bastırılma biçimlerine bakarsak, evet biz, şiddetin meşru bir çözüm yolu olarak benimsendiği bir toplumuz. Bu durum, Osmanlı'nın çözülüşüyle açıklanabilir. Osmanlı İmparatorluğu, 100 yılda topraklarının yüzde 90'ınını kaybetti. Bu, bir toplum için, politik elitler için müthiş bir travmaydı. İnsanlara 'Parçalanıyoruz, yok oluyoruz,' kaygısı yerleşti. Balkanlar'daki savaşlarla bu duygu daha da pekişti. Birinci Dünya Savaşı'na da kısmen belki bu kayıpları telafi ederiz düşüncesiyle girildi ama olmadı. Bütün bu felaketlere iki sorumlu bulundu. Bir, 'Bizi parçalamak isteyen Batılı devletler. İki, bu Batılı devletlerin içimizdeki ajanları. Bunlar Hıristiyan azınlıklardı ve güvenli olabilmemiz için bunların bir şekilde temizlenmesi gerekiyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında bu temizlik harekâtı büyük çapta halledildi. Ermenilerin ve Rumların nüfusu yüzde 20-25''ten 5-10 yılda yüzde 1-2'ye düştü. Bunlar büyük çapta şiddetle yapıldı.
Geçmişteki şiddet bir toplumun bugünkü ruh halini etkiler mi?
Şu açıdan etkiliyor. Bizde 'yüzleşmeme' geleneği var. Bırakın 1915'te İttihat Terakki'nin Ermenilere yaptığını, bu toplum henüz 12 Eylül'le, Evren'le ve Susurluk'la bile yüzleşemedi. Yüzleşmemek, 'öğrenmemek, arınmamak, olgunlaşmamak büyümemek' demektir.
Geçmişimizle yüzleşebilseydik, şiddet bu toplumda bu kadar yaygınlaşmaz mıydı?
Şiddet üremezdi. Türkiye 12 Eylül'le yüzleşseydi, muhtemelen Susurluk olmayacaktı. Şimdi Susurluk'la yüzleşemediğimiz için Şemdinli oluyor. Bunlar böyle zincirleme gidiyor. Artık bugünden başlayıp geriye doğru giderek yaşadıklarımızla yüzleşmeliyiz. En yakın olaylar en kolay yüzleşebileceğimiz olaylardır. Yüzleşememek, bireysel düzeyde de insanlara bir model sunuyor. Böyle şeyler yapılıyor ve yapanların başına bir şey gelmiyor diye düşünülüyor. 'Kurtlar Vadisi' böyle bir şey.
Nasıl bir şey?
'Kurtlar Vadisi', Susurluk'un bir beraat talebidir. Bu toplumda öteden beri yapılan pis işler var. Bu pis işler, devlet içindeki birilerinin yapılmasını gerekli gördüğü ama yasal çerçevede yapamadığı işler. Bunlar çoğunluk tarafından bilinmiyordu. Ama Susurluk'la, 'derin devlet' denildiğinde aklımıza ne geliyorsa açıkça ortaya çıktı. Toplum bunu gördü ve devlete ve yöneticilerine ilişkin kuşkuları arttı. Kendisini devletin asıl sahibi görenlerin saygınlığı azaldı. Ama toplum bir temizlik de yapamadı. Olay kapatıldı ve Kurtlar Vadisi sayesinde, toplumun bir kesiminde Susurluk beraat etti. Kurtlar Vadisi, gayet güzel bir ideolojik, psikolojik manipülasyonla katili kahramana çevirdi.
Peki eğitim sisteminin bugün yaşadığımız şiddette rolü var mı?
Kuşkusuz. Eğitim sisteminin kendisi şiddet içeriyor zaten. Evdeki, okuldaki, askerdeki şiddet Türkiye'deki en önemli, en yaygın üç şiddet modellemesidir. 'Anne, baba, öğretmen ya da subay, iktidara sahip olan kişi kendisine yanlış gelen durumlarda şiddeti kullanabilme meşruiyetine sahiptir' gibi bir geleneksel yargı var zaten Türkiye toplumunda. Büyürken bu şiddete maruz kalan kişinin, kendisi de anne, baba, öğretmen ya da subay olduğunda bu şiddeti uygulamaması için ek bir çaba sarf etmesi gerekir. Bu çaba sadece bireye kalmışsa, dönüşüm çok zordur.
Biz tarih derslerinde hep kazandığımız zaferlerle, kahramanlıklarla, bir anlamda düşmanlarımızı öldürmekle övünürüz. Bu tür bir hamaset çocukları yanlış etkiliyor olabilir mi peki?
Tabii etkiliyor. Türk eğitim sisteminde, tarih, yurttaşlık kitaplarında militarist, erkeksi bir söylem vardır. Bu söylemde net iyiler ve net kötüler bulunur. İyi bizizdir, kötü onlardır. Bizim hiçbir kötü yanımız yoktur. Onların da hiçbir iyi yanı yoktur. Biz ve onlar şemaları birbirinden o kadar kopuktur ki, biz tarih öğrenmeyiz. Biz kendimizi kandırırız temel olarak. Kendimizin ne kadar iyi bir kahraman olduğumuzu, bize ne kadar kalleşçe şeyler yapıldığını öğreniriz. Böyle zihniyet yapısından gelen onlarca kuşak var Türkiye'de.
Peki... Güneydoğu savaşının bu şiddetin patlamasında rolü oldu mu?
Toplumsal çözülmenin, çürümenin önemli etkenlerinden biri de uzun yıllar sürmüş, bir sürü insanın ölümüne, sakat kalmasına, göç etmesine yol açmış olan adı konulmamış iç savaş tabii. Türk devleti askerî olarak bu savaşı, PKK'yla mücadeleyi kazandı ama bu savaş başka bir sürü düzeyde Türkiye toplumunun yenilgisiyle sonuçlandı. Bu toplumun ve devletin yapısında bir sürü şey çürüdü. Çok ağır bir bedel bu. Bir siyasi irade çıksa, bu meseleyi barışçı, demokratik yoldan çözmeye koyulsa bile, bu sorunun getirdiği toplumsal çürümüşlüğün, travmaların tamir edilmesi için epey zaman gerekiyor. Devlet kurumlarının çürümüşlüğüyle baş edebilmek kolay değil. Ayrıca 20 yılda bir sürü insan bir sürü şeyini kaybetti. Bunun getirdiği hınç ve öfke var. Bunlar bir anda ortadan kaybolmayacak.
Radikal, 3.4.2006