Yerel seçimlerin üzerinden iki ayı aşkın bir zaman geçtiğine göre sadece seçim süreci ve sonuçlarıyla değil uygulanması olası seçim modelleriyle ilgili de ayağı yere basan analizler yapma zamanının geldiği söylenebilir. Bilindiği üzere 30 Mart seçimlerinde AKP oy oranını önceki yerel seçime göre artırdı ve bu anlamda konumunu bir nebze daha güçlendirdi. Fakat taşranın aksine, büyükşehirlerde AKP ile muhalefet partileri arasındaki makasın daraldığı da gözden kaçmadı. Özellikle Ankara’da, CHP ve MHP’nin, “ortak sevilmeyen aday” Melih Gökçek’e karşı gösterdikleri birliktelik başkentte yirmi senedir süren hegemonyayı alaşağı etmeye çok yaklaştı fakat seçim gecesi yaşanan birtakım dışsal müdahalelerin de etkisiyle bu sonuç gerçekleşmedi. Bununla birlikte, özelde Ankara seçiminde genelde ise tüm seçim sürecinde alınan sonuçlar ve yaşananlar Türkiye’nin yerel seçim sisteminin ne derece adil olduğu yönünde güçlü soru işaretlerini beraberinde getirdi. Zira tek turlu seçimde en fazla oyu alan adayın seçimi kazanmasına dayanan bir işleyişin halkın eğilim ve tercihlerini yansıtmakta başarısız kaldığı gerçeği belki de en net bu seçimlerden sonra ortaya çıktı.
Aslında ülkemiz kamuoyunun seçim sisteminde revizyon fikirlerine ve arayışlarına çok uzak olduğu söylenemez fakat bu tartışmaların şimdiye kadar hep genel seçim odaklı yapıldığı ve yerel seçim sistemleri konusunun üzerinde hakkıyla durulmadığı da açıktır. Gerçi hem doğrudan ülkenin merkezi yönetimiyle ilgili olması hem de yerel seçim sistemindeki defoları bile geride bırakacak adaletsizlikleri içinde barındırmasından dolayı Türkiye genel seçim sisteminin daha fazla tartışma konusu olması şaşırtıcı değildir. Sonuçta her şey bir tarafa, seçim barajının %10 gibi dünya rekoru bir düzeyde olduğu bir modeldir Türkiye genel seçim sistemi. Üstelik AKP’nin son dönemde, ülkenin toplam milletvekili sayısı kadar seçim bölgesine bölünüp her bölgeden sadece bir milletvekilinin seçilebilmesine dayanan dar bölge sistemini gündeme getirmeye başlaması yakın gelecekte demokratik temsiliyete daha da ölümcül darbeler vurulmasının oldukça muhtemel olduğunu gösteriyor. Bu sistemin, ülkenin büyük bölümünde birinci parti durumunda olan AKP’ye Türkiye’nin tüm devlet sistemini değiştirmesine yetecek bir sayısal çoğunluğu rahatlıkla sağlayabileceği düşünüldüğünde genel seçim modelleri üzerindeki tartışmaların önümüzdeki dönemde daha da hız kazanacağını tahmin etmek hiç de zor değil. Öte yandan, çağdaş yönetim sistemlerinin en temel ilkesi olan kuvvetler ayrılığını bile kendisine ayak bağı olarak gören AKP’nin, muhalif partilerin siyasi yapıdaki etkinliğini olabildiğince asgariye indirmeye çalışması da şüphesiz ki çoğu kimse için beklenmedik bir durum olmayacak.
Fakat yine de, belediyelerin halkın devletle doğrudan ilişki kurabileceği ve taleplerini, eğilimlerini en kolay biçimde yansıtabileceği kurumlar oldukları -ya da olmaları gerektiği- gerçeği göz önüne alındığında, yerel seçimlerin öneminin de yadsınamayacak kadar büyük olduğunu unutmamak gerekiyor. Ayrıca 30 Mart seçimlerinde de görüldüğü gibi, birçok örnekte yerel seçimlere, iktidara yönelik bir güven oylaması olarak yaklaşılmakta bu yönüyle yerel seçimler genel seçim kampanyalarının çok önemli bir parçası hâline gelebilmektedir. Buna ek olarak, dünyanın birçok bölgesinde yerel yönetimlerin güçlendirilmesi eğiliminin ivme kazanması ve bu yöndeki taleplerin son dönemde Türkiye’de de artış göstermesi de hesaba katıldığında seçim sistemleriyle alakalı tartışmaları genel seçimlerle sınırlı tutmamak ve yerel seçimleri de bu tartışmalara bir an önce entegre etmek şarttır.
Bu çerçevede, yerel seçimlerin demokratik ülkelerde nasıl yapıldığına bakmak farklı seçenekleri görerek bir karşılaştırma olanağı bulabilmek bakımından yararlı olabilir. Örneğin Fransa’dan başlayalım. Fransa’da genel seçimlerde olduğu gibi yerel seçimlerde de iki turlu seçim sistemi uygulanıyor. Buna göre birinci tur oylamada seçimi kazanmak için partilerin, geçerli oyların mutlak çoğunluğuna (%50’den 1 fazlası) ulaşması gerekiyor. Bu koşul sağlanamazsa, sadece ilk turda %10’dan fazla oy almış partilerin katıldığı ikinci tur oylama yapılıyor ve bu oylamada en çok oyu alan parti seçimi kazanıyor. Bu çerçevede, örneğin 30 Mart seçimleriyle aynı dönemde yapılan Fransa yerel seçimlerinde, Paris’te ilk tur oylamada %34’lük oy oranıyla ikinci sırada olan sosyalist aday Anne Hidalgo ikinci turda %55’lik oy oranına ulaşarak belediye başkanlığını kazanmıştır. İtalya da belediye başkanlıkları için iki turlu seçim sistemi uygulayan ülkelerden birisidir. İtalya’da 15 binden fazla nüfusu olan her yerleşim birimi için uygulanan bu sisteme göre, ilk turda adaylardan hiçbirisi %50 oy oranına ulaşamazsa en yüksek oyu alan iki aday iki hafta içinde yeni bir seçime gitmekte ve böylece kazananın mutlak çoğunluğun oyunu alması sağlanmaktadır. Bu sisteme uygun olarak, 2013 Roma belediye başkanlığı seçiminde %42 oy alan Ignazio Marino seçimi kazanabilmek için ikinci turu beklemek zorunda kalmış ve koltuğa ancak ikinci turda %64 oya ulaşınca oturabilmiştir. Türkiye ise bilindiği gibi, iki turlu seçim sistemiyle ilk kez önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde tanışacaktır. Bu sistemin bu tarihten sonra Türkiye’de daha çok sözünün edilmesi ve yerel seçimler için de gündeme getirilmeye başlaması muhtemel gözükmektedir.
İngiltere’de ise belediye başkanının doğrudan seçildiği Londra, Liverpool, Bristol gibi büyükşehirlerde Alternatif Oy sisteminin bir çeşidi olan Bütünleyici Oy (Supplemantary Vote) modeli kullanılmaktadır. Buna göre, seçmenlerin tek değil iki farklı tercih hakları bulunuyor yani seçmenler sadece birinci tercihlerini değil eğer isterlerse ikinci tercihlerini de oy pusulasına yansıtabiliyorlar. Uygulama ise şöyle oluyor; eğer oyların ilk sayımı sonucunda hiçbir aday mutlak çoğunluğa ulaşamazsa, en yüksek oya sahip iki aday tutulup diğerleri eleniyor. Daha sonra, ilk sayımda elenen adaylara giden oylar ikinci tercihlerine göre bu iki adaya dağıtılıyor ve seçimin kazananı bu işlem sonucunda belli oluyor. Bu sistem çerçevesinde, örneğin 2008 yılında Londra belediye başkanlığını kazanan Boris Johnson ilk sayımda 1 milyon oy almışken, oy sayısını ikinci sayımda 125 bin artırmıştır.
Almanya’da belediye başkanları üç şehir eyaleti Berlin, Hamburg ve Bremen’de şehir eyalet meclislerince, diğer bölgelerde ise halk tarafından doğrudan seçiliyor. Belediye başkanı olabilmek için belediye meclisinde oy oranına göre belirlenen mutlak çoğunluğa ulaşabilmek gerekli. Eğer bu orana ulaşılamazsa en yüksek oyu alan partiden başlanarak koalisyon seçenekleri değerlendirilmek zorunda. Buna göre, örneğin 2011 Berlin seçiminde birinci olan Sosyal Demokratlar ikinci sırada olan Hristiyan Demokratlarla koalisyon yapmak zorunda kalmış, 2012 Schleswig-Holstein seçiminde ise Hristiyan Demokratların birinci olmasına karşın, belediye başkanlığını koalisyon kurmayı başaran Sosyal Demokratların adayı kazanmıştır.
Hollanda yerel seçimlerinde ise doğrudan belediye başkanları değil partilerin belirledikleri belediye meclis üye adayları oylanmaktadır. Bu seçimlere, genel seçimlere katılmayan yerel nitelikli partiler de katılabilmektedir. Hollanda’nın hem genel hem de yerel seçimlerinde yönetimi kurabilmek için ise koalisyon yapmak kaçınılmazdır. Bu sebeple yerel seçimler sonucunda belediye meclisinde nitelikli çoğunluğu sağlayabilmek için seçimlerden hemen sonra seçimi birinci bitiren partinin öncülüğünde koalisyon çalışmalarına başlanmaktadır. Sonuçta koalisyon partilerinden oluşturulan yönetim kurulu belediye meclisinin yönetici ekibi olmakta, kalan üyeler ise meclis içinde bu yönetici ekibi izleme ve denetleme görevini yürütmektedir. Belediye başkanı ise belediye meclisinin önerisi ve merkezi yönetimin onayıyla Kral tarafından atanmaktadır. Bu sisteme uygun olarak, 2010’da Amsterdam belediye başkanlığı seçiminde belediye meclisine girmeyi başaran 9 partinin üçü gereken çoğunluğu sağlayabilmek adına koalisyon yapmak durumunda kalmıştır.
Belediye başkanı İspanya’da da doğrudan seçilmemekte, seçimlerde partilerin belediye meclis aday listeleri oylanmaktadır. Orantılı oy sistemine göre yapılan seçim sonucunda belediye meclisinde hangi partinin ne kadar sandalyeye sahip olacağı belli olmakta, belediye başkanı da meclis üyeleri arasından ve onlar tarafından mutlak çoğunluk ilkesine göre seçilmektedir. Bu durumda belediye başkanının seçimi birinci bitirmeyen partilerden seçilebilmesi de mümkün olmaktadır. Dolayısıyla, belediye başkanı olacak kişinin meclis üyelerini olabildiğince ikna edebilecek, mümkün olduğu ölçüde birleştirici bir kişi olması sağlanmaktadır. Buna göre, sözgelimi 2011’de, Zaragoza’da birinci parti olan muhafazakârların yerine ikinci olan sosyalistlerin adayı, Gijon’da ise birinci parti olan sosyalistlerin yerine ikinci parti olan muhafazakârların adayı belediye başkanlığını kazanmıştır.
İsveç’te ise hem genel hem de yerel seçimde orantılı seçim sistemi uygulanıyor ve partiler parlamento ve belediyelerde oy oranları kadar ağırlık kazanıyorlar. Öte yandan, İsveç seçim sistemi koalisyon seçeneğini yerel seçimler düzeyinde de mümkün kılıyor. Ayrıca belediye meclis üyelerinin seçiminde listeler blok halinde oylanmak zorunda değil, isimler arasında tercih yapılabiliyor ve listeye isim de eklenebiliyor. Partilerin seçim öncesi üye yoklamalarıyla belirlediği aday listeleri dışında partiden kendi adaylığı için çalışan parti üyeleri de, kendisini aday gösteren üyeler de bağımsız seçim çalışmalarını yapabiliyor ve o seçim bölgesinde halktan oy isteyebiliyor. Bu durumda partinin seçim listesine değil, kişiye oy verilmesi ve parlamento seçimlerinde parti seçmeninden en az %5 oranında oy alması gerekiyor. Bu duruma örnek olarak Kürt siyasetçi Evin Çetin'in 2010 yılında partisinden ayrı kampanya yürüttüğü ve %2,8 oy aldığı seçimler gösterebilir.
Kanada’da ise yerel seçimlerde belediye başkanı ve belediye meclisiyle birlikte, çoğu yerde eğitimle ilgili işleri takip edecek bir okullar kurulu hatta Vancouver’ın da aralarında olduğu birçok bölgede kent parklarının yönetiminden sorumlu olacak teşkilatlar da seçilmektedir. Kanada yerel seçimlerinin bir özelliği de belediye başkanlığına partiler olarak değil bireyler olarak katılımın sağlanmasıdır. Bu anlamda adaylar partilerinden soyutlanarak halka ve belediye meclis üyelerine daha yakın hâle getirilmekte, adaylar genel siyaset ortamından uzak tutulmaktadır. Kanada modelinin bu anlayışı, özellikle Türkiye’de olduğu gibi belediye başkanlarının birçok örnekte kendi yetki alanlarıyla ilgili en basit kararları bile merkezden bağımsız veremedikleri ve siyasi tartışmaların içinde etkin biçimde yer alarak toplumsal zıtlaşmalara katkı sağlama yoluna gittikleri bir ortamdan şüphesiz ki çok farklıdır. Bu arada Kanada’da seçimden sonra yine birçok bölgede belediyenin bütçesiyle ilgili konular ya da çeşitli projelerle alakalı olarak sürekli halk oylamalarına başvurulmaktadır. Böylece seçim zamanında olduğu gibi sonrasında da halkla olan ilişkilerin olabildiğince sağlam tutulması hedeflenmektedir.
Bu örneklerle Türkiye’nin yerel seçim sistemi arasında dikkati çeken en önemli iki farklılık şu şekilde ortaya konulabilir: Birincisi Türkiye’de “En önde bitiren kazanır” gibi basit bir mantık varken, Batı ülkelerinin çoğunda belediye seçimleri mutlak çoğunluk ilkesine göre yürüyor. Buna ulaşılması için de ya iki turlu seçim sistemi uygulanıyor ya da belediye meclisinde çoğunluğu sağlamak için koalisyon yapma seçenekleri gündeme geliyor. Böylece en yüksek oyu kazanan partilerin dışındaki adaylar ya da meclis üyeleri de başkan olabiliyor. Zaten bu da ikinci önemli farklılığı işaret ediyor; bu ülkelerde belediye meclisleri ve yan kuruluşlar çok daha kilit önemde ve işlevsel. Bu durumda ise tek kişi egemenliği söz konusu olmuyor ve farklı eğilimlerin ortak demokratik aklı belirleyici hâle geliyor.
Özetle, Türkiye’nin hâlihazırda uygulamakta olduğu yerel seçim sisteminin tıpkı genel seçim sistemi gibi son derece demode nitelikte ve demokratik ülkelerde artık ekseriyetle tercih edilmeyen bir model olduğunu belirtmek yanlış olmayacaktır. Söz konusu sistem bu ülkelerin çoğunda bir alternatif olmaktan çıkmış, varlığını sürdürdüğü bölgelerde ise esaslı değişim çalışmalarının hedefi olmuştur. Yerel seçimlerde en çok oyu alan adayın kazanması kadar, en istenmeyen adayın da kazanamamasını sağlayan modellerin gerekliliği Batı ülkelerinin kamuoyları tarafından büyük oranda kabul edilmiş durumdadır. Bu anlamda, halkın çok önemli bir kısmının merkezi yönetimle ciddi bir yabancılaşma yaşadığı ve belediyeleri yönetimde söz sahibi olabilecekleri ya da devletle aralarındaki ilişkiyi sürdürebilecekleri tek alan olarak görmeye başladıkları Türkiye’de de bu tür kampanyaların hakkıyla yerine getirilmesi genel demokratikleşme mücadelesinin önemli bir parçası olarak görülmelidir. Türkiye kamuoyu, temel özelliklerini Batılı ülkelerdeki başarılı uygulamalardan alan ama diğer taraftan ülkenin nesnel gerçekliklerini de göz ardı etmeyen çağdaş bir yerel seçim modelini bulabilmeyi ve bunun için baskıda bulunabilmeyi başarmalıdır.