William Hazlitt (1778-1830) İngiliz denemecilerinin en çok göz ardı edilenlerinden olmakla birlikte en etkileyici üsluba ve en yoğun düşünsel üretime sahip olanlarından biridir. Bu yazıda ondan bahsedecek olmamın sebebi Türkçede üzerine yazılmış neredeyse hiçbir şeyin olmaması. Bazı eski edebiyat eleştirisi dergilerinde İngiliz eleştiri geleneğinden söz edildiğinde adına bir iki cümlede rastlanabiliyor veya makalelerinden birkaç şaşaalı söz beklenmedik yerlerde insanın karşısına çıkabiliyor, fakat Hazlitt’in nasıl bir tarihsel bağlamda nasıl bir eleştiri yöntemi ortaya koymaya çalıştığı nedense hep atlanmış. Hazlitt genellikle Shakespeare ve döneminin şairleri üzerine yazdığı eleştirilerle bilinse de, erken dönem eserleri büyük felsefi problemleri çözmeye ve insan eylemini temellendirecek yeni bir sistematik düşünce ortaya koymaya çalışır. William Godwin ve Rousseau’nun etkisiyle kaleme almış olduğu siyasal denemeleri İngiltere’de monarşiye karşı yazılmış en sert eleştirilerden bazılarını içerir. Godwin ve Rousseau’nun belirgin izlerine rağmen Hazlitt, büyük bir Napoleon hayranıdır da. Korsikalı Waterloo’da yenildiğinde yaşadığı üzüntüyü uzunca anlatır bir makalesinde. Hazlitt birçok konuda yazmış olduğu ve bunları kendi içinde tutarlı herhangi bir bütünsellik içinde düşünmediği için yazdığı her şeyi bir seferde kapsamak epey zor görünüyor, bu yüzden bu yazıda kabaca onun sanat üzerine görüşlerinden ve onların siyasi bazı sonuçlarından bahsetmek istiyorum.
Hazlitt’in hayatında ve düşüncesinde belirleyici rol oynayan spesifik birkaç olaydan söz etmek mümkün. İlki üniversiteye gitmekte olduğu sıralarda ortaya çıkan Fransız Devrimi. Dönemin tanınan Protestan ayrılıkçılarından (Church of England’a bağlı olmayan Hristiyanlar) Joseph Priestley’nin devrimi desteklemesi üzerine Birmingham’da bir dizi isyan patlak verir. 13 yaşındaki Hazlitt, doğrudan bu isyanları kınayan bir metin kaleme alır ve yerel gazetede yayımlatır. Bir dinî muhalif olmasından ve adının başka Non-Conformistlerle anılmasndan ötürü, Oxford ve Cambridge’e giremez. Londra’nın dış taraflarında, Hackney’de dinî muhaliflerin kurduğu bir üniversiteye gider ki Priestley de burada hocalardan biridir. Bu okulun Hazlitt açısından temel önemi klasik eğitimin yanında siyasal düşünce ve çağdaş edebiyata da dair bir fikir sahibi olmasını sağlamasıdır. Hazlitt, Paradise Lost ve Tristram Shandy gibi metinlere yatkınlığının yanı sıra edebiyatın nasıl siyasi bir nitelik kazanabileceğine, tiranlığa karşı nasıl özgürlük ruhunu temsil edebileceğine dair de bir kavrayış edinir burada. Belki de Milton, bu yüzden Hazlitt’in yazılarında Spencer ve Shakespeare’den bile büyük bir yazar olarak belirir belli zamanlarda. Yer yer Shakespeare de siyasal bir örtüye bürünerek çıkar karşımıza Hazlitt’in yazılarında. Örneğin, Coriolanus üzerine yazısında Roma’da geçen bu oyunu döneminin siyasi tartışmaları eşliğinde okur; o kadar ki Coriolanus’u izleyenlerin Burke ve Paine arasındaki tartışmayı takip etme gereği olmadığını söyler, çünkü Shakespeare, Hazlitt’e göre, bu oyunda hem monarşinin hem de cumhuriyetin iyi ve kötü yanlarını kusursuzca yansıtmış ve bunu bir tarafı tutmadan yapmıştır.
Fransa’da olanlar Hazlitt’in zihninde ancien regime’in bitmesiye birlikte, eskinin estetik değerlerinin, sözgelişi Augastan şiirin veya klasik edebiyat eleştirisinin de değişmesi gerektiği yönünde bir temenni bırakır. Bu da onu hayatındaki bir başka önemli karşılaşmaya, Coledrige’le tanışmaya götürür. Coledrige’i ilk gördüğü andan itibaren onun “dehasına” vurulduğundan, onunla tanışmanın insanı “göklerin müziğini duymaktan daha mesut” kıldığından bahseder Hazlitt. Aynı metinde Wordsworth’le de karşılaşmasını anlatır. Ondan ilk başta pek etkilenmez. Lyrical Ballads’ın bir taslağını okuduktan sonra ancak Wordsworth’ün gerçek bir şair olduğunu, “şiirde yeni bir stil ve yeni bir ruhun” ortaya çıktığını söyler. Yine de gerçek “deha” onun için hep Coledrige’de tecessüm eder. Coledrige’in eleştiri tarihi açısından önemli niteliklerinden biri, onun Alman Romantisizmi ve Kant felsefesinin, özellikle de üçüncü eleştirideki “yüce” ve “güzel” ayrımının sıkı bir takipçisi olmasıdır. Kant’ın etkisi Coledrige dolayısıyla, Hazlitt’te de açıkça sezilir. Hazlitt en güzel şiirin en “hakiki” olan olduğunu, şiirin daima bir hakikati ortaya çıkarması gerektiğini ve hakikatin ancak tahayyül (imagination) yoluyla sezilebileceğini söylerken Kant’ı anımsamamak güçtür. Hakikatin de daima insana dair olması gerektiğini vurgular ve hem denemeleri hem de derslerinde sık sık Alexander Pope’un An Essay on Man’inden “The proper study of mankind is man” dizesini alıntılar. Bu da onu hümanist bir eleştiri geleneğine yerleştirir.
Hazlitt’in eleştiri anlayışı yalnızca edebiyatla sınırlı kalmaz, resim alanında yazdıkları da çoğu zaman edebiyat üzerine yazdıkları kadar aydınlatıcıdır. Hazlitt’in kendi de bir ressamdı, daha sonra dostu olacak bir başka denemeci Charles Lamb’in bugün hâlâ National Portarait Gallery’de sergilenen portresini de o çizmişti. Sanatın etkileme gücü üzerine yazdığı bilinen denemesinde de verdiği örneklerin çoğu resim tarihindendi. Bu denemesinde, Hazlitt sanatta bir nesnenin gücünü ve duygusunu belirleyen şeyin “gusto” olduğunu tartışır. Örneğin, der Hazlitt, Titian’ın renklerinde gusto dolup taşmaktadır. “Yalnızca çizdiği kafalar düşünür gibi durmazlar, bedenleri de hissediyor gibidir.” Titian’ın ten renkleri canlı ve her yere yayılmış gibi görünür. Rubens, der, ten renklerini çiçek gibi çizer, Albani ise fildişi gibi. Titian’ın renkleriyse ten gibidir ve başka hiçbir şeye benzemez. Saray ressamı Van Dyke’ın ten-renkleri ne kadar saf ve hakiki olsalar da onlarda gusto yoktur Hazlitt için (ki İngiltere’nin hiçbir zaman resimde İtalyanlara yaklaşamadığını da söyler). Her şey yumuşak bir yüzeyde olup biter, tutku ve duygu yoktur. Resimde gusto, der, bir duyu üzerinde bırakılan etkinin başka duyuları da harekete geçirebilmesidir: “Ne zaman Correggio’nun veya Raphael’in kadınlarına baksak onlara dokunmak isteriz.” Gusto sahibi yazarlardan da bahseder. Shakespeare ve Milton başta olmak üzere, Pope ve Dryden, düzyazıdaysa Bocaccio ve Rableais.
Hazlitt’in gusto üzerine yazdıkları göz önüne alındığında sanatta değer verdiği temel unsurların “tensellik” ve “canlılıktan”tan türediği söylenebilir. Bunu tipik bir “maskülenizm” olarak görmek mümkün ancak şahsi yorumum Hazlitt’in sanatta bir nesneyi gerçeklikte olduğu halinden farklı bir şekilde tanımlama gücüne, onu muhayyilede en az “gerçekteki kadar gerçek” kılabilme yetisine değer verdiği. Bu da onun çağının ruhuyla ve yukarıda bahsettiğimiz siyasal tavrıyla özdeşleşen bir tarafı. Fransız Devrimi insanlara düşünsel olanın gerçek olabileceğini göstermişti, Hazlitt’in estetik anlayışında ortaya koyduğu da düşünsel olanın gerçek olandan bıraktığı etki bakımından geri kalmayacağıydı. Bu bir yanıyla radikal, öbür yanıyla da fazla idealist bir fikir. Radikal yanı, düşünsel olanla gerçek olan arasında bir köprü kurması, Hazlitt’in deyişiyle iradenin kuvvetiyle arada bir geçişi mümkün kılması, yani düşünceyi gerçekleştirmeyi hedeflemesidir. İdealist yanı da, tıpkı bir paranın iki yüzü gibi, bu radikal yanın bir yansıması. Düşünce burada özerk bir nitelik edinir kendine; Hazlitt düşüncelerin gerçekliği nasıl değiştirebileceğini harika bir şekilde kavrarken gerçekliğin düşünceler üzerindeki etkisini yok sayar. Romantisizmin tipik fikirlerinden “deha” anlayışına, sanatsal yetkinliğin bir kişinin zihinsel kapasitelerinin enginliğinden geldiği fikrine sıkı sıkıya sarılması da bundandır.
Muhtemelen Hazlitt’in Napoleon hayranlığının kökeninde de bu fikir yatıyordu; bir adam kendi zihninin kapasiteleriyle, kendi irade ve dehasıyla hiçbir engel tanımadan hayal ettiklerini gerçekleştirmeye çalışıyor. Lord Byron’ın Napoleon hayranlığının temelinde de benzer motifler bulmak mümkün. Romantiklerin sık başvurduğu bir figür Prometheus’tu. Hem Alman (Hölderlin) hem de İngiliz (Shelley, Byron) romantikleri için eski ve geleneksel olana başkaldırmayı, Tanrı ve âdetler yerine insan temelli bir anlayışı öne çıkarmayı simgeliyordu. Hazlitt için de Napoleon, “modern bir Prometheus”tu denebilir. Napoleon’un yürüyüşünde Milton’ın şeytanını ve Faust’un dehasını, ve “gusto”sunu görüyordu. Romantisizm radikal bir özgürlük anlayışını barındırır içinde, ancak her radikal anlayış gibi, despotizme evrilme imkânı da hep oradadır. Hazlitt çağının otoriter eğilimli bazı düşünürlerine, örneğin Malthus’a ve Bentham’a karşı sıkı polemikler yürütmüş ve tiranlıktan hep nefret ettiğini belirtmiş olsa da, onu okurken kullandığı kavramların -deha, gusto vb.- siyasal sonuçlarını da akılda tutmakta fayda vardır. Aksi halde bu yarı-unutulmuş çok parlak eleştirmen özgürlük maskesiyle despotizmin bayrağını sallayan bir karikatürden fazlası olamaz.