Üniversite yıllarında dinlerdim Zuğaşi Berepe’yi. Sert ve samimi tarzları beni etkilemişti. Hatta bu grubu çevremde ilk keşfeden ve kasetini alıp arkadaşlarıma gösteren ben olduğum için ayrı bir mutluluk duymuştum. Kaset dinlediğimiz yıllardı. Ne plaklar o eski yıllardaki, ne CD ve MP3’ler bugünkü kadar yaygındı. Daha sonra grup dağıldı, ben büyüdüm, grubun solisti Kazım Koyuncu, ki aynı yaşlardaydık büyüdü, kariyerine ( hayatı boyunca bu kelimeden nefret etmiştir tahminim) tek başına devam etti. Giderek yozlaşan, ilk çıktığı anda dahi yoz olan bir araba dolusu cahile inat, mütevazı şekilde sanatını yaptı, her zaman sıradan; sokakta, pazarda, otobüste, tribünde karşınıza çıkabilecek bir hayatı yaşadı, sıradanlaşmadan...
Açık kalan TV’nin sesiyle uyandım önceki akşam, haber spikeri genç bir kız, “kaybettik, kaybettik” gibisinden bir şeyler söylüyordu. Uyku sersemi ne olduğunu anlamaya çabalarken, ekranda Kazım Koyuncu’nun fotoğrafı belirdi. Hiç görmediği bir insanı kaybeden birinin pek üzülmemesi gerekir, ama herkes bilir öyle olmuyor...Bu bazen çok yakın birisini kaybetmek kadar, belki fazlasıyla etkiler insanı.
O dönem, 1995 yılıydı zannedersem Zuğaşi Berepe’nin ilk albümlerinin çıktığı yıl, ülkede çatışmalar yoğundu. Kürt sorunu yetmiyormuş gibi bu Lazca rock yapan dört genç de nereden çıkmıştı! Hep düşünmüşümdür, eğer İngilizce sözlerle yapsalardı müziklerini belki çok daha fazla ilgi göreceklerdi ama onlar evrenselliğe yerellikten ulaşma niyetindeydiler. Yine hep düşünmüşümdür, o dönemde bir sürü Kürt grubu da vardı kendi dillerinde şarkılar söyleyen, ne var ki kendi dillerinde ve sadece kendi halklarına söylemeyi seçiyorlardı. Acaba bir tane “Kürtçe rock” yapan grubumuz olsaydı ve herkese ve her şeye tavır koyarak yapabilselerdi müziklerini,notalar döşenseydi mayınların yerine kalplerimize, belki bazı noktalara daha kolay ulaşacaktık hep beraber.
Birkaç ay öncesiydi. TRT-2’de Kazım Koyuncu konserini izliyordum. Hastaydı, kafasında beresi, dilinde şarkıları yine sevenleriyle iç içeydi. Devlet televizyonunda Lazca şarkılar söylüyordu. Bu ülke adına ne güzeldi. Daha önce de yerel dillerde haber bültenleri izlemiştim TRT’de ama bu gördüğüm sanattı. Bugün özel bir kanalı seyrediyorum. Cenazede anarşist kara bayrak açılmış; Kazım Koyuncu’nun memleketi Hopa’daki cenaze töreni veriliyor. Cenazede bile insanların inançlarına saygıları olmayanlar haberciyim diye geçiniyorlar, geçiniyorlar yani para kazanıyorlar bu işten. “Sevgi krallığı kurmak istiyorum,” demişti Koyuncu. Bunu anlamak zor zanaattı;gözleri kara çarşafa alışık olanlar, kalpleri kararmışlar, kara bayrakları da seçebiliyorlardı alışkanlıktan kolayca, etraflarındaki sevgi selini görmek yerine.
Ege’den Karadeniz’i anlamak belki çok zor. Ayrı bir ülke sanki orası, ayrı bir dünya... Daha dün birkaç tane genç bildiri dağıttı diye binlerce insanın toplanıp linç girişiminde bulunduğu topraklarda, şimdi muhalif bir sanatçının son yolculuğunda gene binlerce binlerce insan…
‘Şanslı’ydı Koyuncu, onun payına Çernobil mirasının belki de ufak bir bölümü düşmüştü. Birkaç yıl öncesinde Çernobil felaketi ile ilgili bir belgesel izlemiştim. 5-6 yaşında çocukların ya bir kolları ya bir bacakları yok, bazen de birkaç uzuvları birden… Koyuncu’ya göre daha ‘şanssız’ olanlar… Çernobil’in hemen yakınlarında yaşıyormuş aileleri… Talihsiz bir zamanlamayla gelen hamilelikler... Kimbilir kaç çocuk vardır hayata yarım başlamak zorunda bırakılan, yitip giden...
Koyuncu’nun tabutunda bir Trabzonspor forması, cenazesinde Şenol Güneş konuşuyor, Trabzonspor antremanında anısına yapılan saygı duruşu… Müzikle yoğrulan kısa hayatında güzel olan her şey gibi futbola da yer varmış anlaşılan...Ve biz de sadece karanlığı seçebilenlere, Koyuncu’ları aramızdan alan amansız hastalığa sebep olan politikacılara, kendi insanına göz göre göre radyasyonlu çayları içirenlere, bugün için gelecek kuşakları, gelecek kuşaklar için bugünü feda edenlere, nükleer enerji savunucularına futbol jargonuyla seslenelim: Ölümüz bile yeter size!