En son söylenmesi gerekeni ilk başta söyleyen yazıları seviyorum. Türkiye’de futbol topunun yuvarlanmaya başladığı ilk günden bu yana, siyasi olmadığı bir zaman dilimi yaşanmadı demek isabetsiz bir tespit olmaz. Bu tespite ek olarak, 2016-2017 sezonu kadar ağırına şimdiye kadar hiç rastlamamıştık desek de yalan olmaz. 18. yüzyılın sonlarına doğru liman kentlerinden ülkeye girdiği varsayılan futbol ve bu rüzgârla sahada oynanan oyunun taraftarı olan tribünler, sadece bir futbol topunun peşinde koşan ve takımlarını izleyen yığınlar olarak değil, bir siyasi ideolojinin temsilcisi olarak da var olmuşlardır gönül verdikleri, hatta belki de sırf bu sebeple kurulan kulüplerinin peşinde. Diğer bir ifade ile Türkiye’de futbol bu oyunun mevcut sınırlarımıza ulaştığı andan itibaren siyasi bir oyundur diyebiliriz gönül rahatlığıyla. İstanbul’da; Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe; İzmir’de ise Karşıyaka, Altay gibi (elbette örnekler çoğaltılabilir) tarihleri kuruluş yılları itibarıyla savaş yıllarına ve bir ülkenin Cumhuriyet rejimine geçişine tanıklık eden kulüpler ve taraftarları adına konuşmak gerekirse, 2017 Türkiye’sinde İzmir Marşı ülkemizin rejiminin değiştiği bir zaman diliminde siyasi bir tezahürat olarak değerlendirilebilir olsa da, bu marş bu tezahüratı tribünlerde dile getiren taraftarların kulüplerinin kuruluşuna uzanan köklerini okşar daha çok… İzmir Marşı’nı siyasi bulanların ağzından 1990’lı yıllardan itibaren statlarda tribünlerin artan terör olaylarına karşılık söylediği İstiklal Marşı’nın günümüze uzanan resmî bir uygulamaya dönüşmesine, yahut iç sahada oynanan milli maçlarda stat hoparlörlerinden mehter marşının çalınmasına dair; “yahu bu tribünler çok siyasallaştı” minvalinde bir açıklama duyamazsınız, zira bu kafanın arkasında yatan fikir “statlarda siyaset yapılacaksa bunun alasını biz yaparız” demekten başka bir noktaya tekabül etmez. Tribünler toplumun mikro ölçekte bir aynasıdır, her zaman doğruyu olmasa da gerçeği iyi yansıtır.
Aslına bakarsanız, Türkiye Futbol Tarihi’nin yaşadığımız topraklarda doğuşundan bugüne geçirdiği siyaset, sermaye ve kulüp yönetimleri açısından sıkıştığı çemberi anlamlandırmaya çalışmak bu yazının sınırlarını çok aşar. Bu konuda siyaset, ekonomi, tarih ve futbol geçmişimizi analiz etmeye ehliyeti olan, bu gerçekleri deneyimleyen, farklı paydaşların katılımıyla, objektif ve disiplinlerarası bir çalışmaya ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bunu tarihe borçluyuz. Bu çalışma, TFF tarafından kabul edilen altmış süper-lig şampiyonluğunun elli dördünün İstanbul’un üç takımından çıkmasını, tarihsel süreçte şehir kulüplerini büyütmek amacıyla irili ufaklı birçok spor kulübünün nasıl yok edildiğini, bu yok ediş kültürünün günümüzde farklı yöntemlerle ama aynı parametrelerle uygulanmaya nasıl devam ettiğini ve bu iklimde gelişen daha birçok sorunu çözmeye yetmez belki ama en azından sorunu anlamamıza yardımcı olur diye düşünüyorum. Tekrarlamam gerekirse; bu yazı, Türkiye Futbolu’nun tarihsel gelişim sürecinin siyasi bir analizini yapmaktan çok, sadece yaşadığımız son sezondan seçilmiş bazı örneklerle resmini çizebilme arzusundadır.
Siyaset, sermaye ve futbol üçgenine dair eşsiz bir örnek: Başakşehir Şampiyonlar Ligi’nde
2017 Mayıs ayının sonlarına doğru, bir Fransız televizyon kanalı, Başakşehir Spor Kulübü Başkanı Göksel Gümüşdağ’ı makamında ziyaret etti. “Envoye Special” isimli twitter hesabında, yapılan röportajın kısa bir bölümü yayımlandı. Göksel Gümüşdağ, Başakşehir Fatih Terim Stadyumu’nun açılışında Recep Tayyip Erdoğan’ın giydiği 12 numaralı formanın duvara asılmış çerçevesinin önünde, “Bu formayı kulüp tarihimizde artık hiçbir oyuncu giyemez,” diyerek başladı sözlerine, yan odaya geçerek yine Recep Tayyip Erdoğan’ın aynı maçta giydiği imzalı ayakkabı, forma ve maçta attığı gollerin sürekli döndüğü televizyon ekranı önünde devam etti röportajına. Bu histerik temaşanın elbette geçerli sebepleri vardı. Aynı Göksel Gümüşdağ, şubat ayında NTVSpor’da katıldığı bir televizyon programında, herkesin bildiği ancak telaffuz etmediği bir soruyla karşılaştı. “Sizin için iktidarın takımı diyorlar ne düşünüyorsunuz?” sorusuna net bir cevap verdi: “Böylesi bir söylem karşısında sadece onur duyarız.” Taraftarı olmayan, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin, yani halkın vergileri ve bölgedeki inşaat sektörünün sponsor desteğiyle iktidar hormonuyla büyütülen Başakşehir, az kalsın şampiyon olan dördüncü İstanbul takımı olarak adını tarihe yazdıracaktı. Şimdi önümüzdeki sezon Şampiyonlar Ligi’nde ön-eleme oynayacaklar. Her şeye rağmen futbolcu ve teknik ekibin emeğine saygı duymak istiyor insan ama buna da gerek olmadığını ispatladılar takımdaşlık duygusuyla bir gazeteciyi linç ederlerken.
Trabzon Şenol Güneş Stadı’nın açılışı, Katar Emiri Al Sani’nin posteri, İstiklal Marşı’ndan önce çalınan Katar Ulusal Marşı, şehitler için Kuran Tilaveti, bir de üstüne havai fişekler
Trabzonspor’un yeni stadının açılışında stada Katar Emiri’nin posteri resmî protokol ananelerini bozarak, dönemin başbakanı, cumhurbaşkanı ve Mustafa Kemal Atatürk ile birlikte açıldı. Kayseri’deki terör saldırısında yaşamını yitiren on dört asker için bir dakikalık saygı duruşunun ardından önce Katar Ulusal Marşı ve sonra İstiklal Marşı çalındı. Sonrasında Kuran-ı Kerim tilaveti okutuldu ve ardından havai fişekler patlatıldı. Bu kokteylin tıbbi literatürde tek bir karşılığı vardır: “Histeri”. Katar Emiri’nin stadın açılışına gelirken hissettiği, Trabzon yaylalarına helikopter bakışlarındaki iştahın ardından bölgede yanan ormanları rutin bir uygulama olarak sinemizde parelesek de, son konjonktürde Türkiye ile Katar arasında Katar topraklarında Türk kuvvetlerinin konuşlandırılmasına ilişkin imzalan askerî uygulama sözleşmesini futbol, sermaye ve iktidar üçgeninin bu örneğinin neresine mühürleyebiliriz acaba?
Sakaryaspor yönetiminin Sultanbeyli maçına “Dünya 5’ten Büyüktür - T.C Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ pankartıyla çıkması
T.C’nin rejiminin değiştirildiği 2017 Nisan Referandumu’nun gerçekleşmesinden altı ay önce Sakaryaspor yönetimi 2016’nın Ekim ayında takımın iç sahada oynadığı Sultanbeyli maçında futbolcularına “Dünya Beşten Büyüktür - T.C Başkanı Recep Tayyip Erdoğan” pankartı taşıttı. Sakaryaspor taraftarının büyük bölümü bu pankartın konuyla ilgisizliğine isyan etti. Sakaryaspor A.Ş sezonu, playoff finalinde Diyarbekirspor A.Ş’ye karşı kazanarak bir üst lige çıkma başarısıyla tamamladı. Başkanlık rejiminin meşrulaştırılmasından iki ay sonra 2017 Haziran ayının başında, Sakaryaspor taraftarı yeni bir haber aldı. Karasu Yolu’na yapılan yeni stada karşılık açık arttırma usulüyle satılan tarihî Sakarya Atatürk Stadı’nın, Şen Piliç’e ederinin çok altında, bir anlamda yok pahasına satılmasının haberiydi bu haber. Taraftarın hem kazanan hem kaybeden tarafta olmaya ötelendiği; futbol, sermaye ve iktidar üçgenine dair eşsiz bir örnek olarak tarihteki yerini aldı bu olay da.
Karşıyaka referandumda %83 oranında "Hayır" oyu verince sponsor Yaşar Holding’in CEO’su Selim Yaşar’dan açıklama: “Ankara ile ters düşmemek için sponsorluğu yeniden gözden geçirmek gerekli.”
İzmir’in Yeşil-Kırmızılı renklerine yarım yüzyılı aşkındır destek veren, son yirmi yılda da Pınar Karşıyaka basketbol takımının sponsoru olan Yaşar Holding’in Ceo’su Selim Yaşar referandum gecesi sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda bir tarihe dayanan zikri, fikri ile tarumar etti. Ankara ile ters düşmeyeyim derken, Karşıyaka üzerinden yaptığı açıklamalarla bir anda ülkenin yarısının gözünden düşen bir markaya dönüştü Pınar. Tüm ülkede başlayan Pınar ürünlerini boykot hareketine karşılık, Karşıyaka aklıselim dışında bir selim tanımıyoruz deyince Yaşar Grubu, “Ceo’muzun görüşleri bizi değil, kendini bağlar” demek durumunda kaldı. Selim Yaşar öngöremediği büyük tepkiler sonucunda özür diledi. Seçimdeki tercihlerine karşılık bir semtin takımını yahut bir takımın semtini sponsorluk sopasıyla tehdit etmek çok sık rastlanan bir durum değildi. Gelişen süreçte Yaşar Ailesi’nin Karşıyakalı damarı ve marka değerinin ağır zarar görme ihtimali toplamda ağır basmış olacak ki; “Yarım yüzyılı aşkın süredir verdiğimiz destek devam edecektir” denilerek konu en azından yerelde taraftar arasında tatlıya bağlandı ama Türkiye genelinde durum bu kadar tatlı mı holding adına, emin değilim.
Altay-Çorumspor Playoff Yarı Final Eşleşmesi
Spor Toto 3. Lig’den bir üst lige yükselme mücadelesinin playoff yarı final ilk maçında Çorumspor ile Altay karşı karşıya geldi Çorum’da. Altay taraftarının tribünde İzmir Marşı’nı okuması ıslıklandı, Altay Futbol Direktörü sahada polisler tarafından ters kelepçelendi, futbolcular orantısız şiddete maruz kaldı, stadyumdaki Altay bayrağı direkten indirilip yırtıldı, yerel gazetelerde “İzmir Marşı ile geldiler Mehter Marşı ile döndüler” başlıkları atıldı. Bu gelişmeler üzerine Altay taraftarı İzmir’deki rövanş maçına bir futbol maçından çok daha fazla değerler yükleyerek hazırlanmaya başladı. Maç kâğıdının üzerinde 3. Lig Playoff Yarı Final yazıyordu ama maçın adı çoktan İzmir’in gericilikle olan mücadelesi olarak konmuştu. Altay camiası tüm İzmir’i maçta taraf olmaya davet etti. İzmir takım taraftarlarının renkleriyle dolu olan tribünler önünde maçı kazanan Altay finalde de Kocaelispor’u eleyerek bir üst lige çıktı. Yazımızın bu fazında konunun sermaye boyutu biraz gizli gibi görünse de, kutuplaştırılan Türkiye’nin tribünlere yansıyan görüntüleri açısından yine tarihî bir örnekti.
Ankaragücü-Gümüşhanespor arasındaki şampiyonluk mücadelesi
Ankaragücü ile Gümüşhanespor 2. Lig Kırmızı Grup’ta ligin büyük bölümünü birinci ve ikinci sıraları paylaşarak sürdürdü. Takvimler 12 Şubat 2017’yi gösterdiğinde Ankaragücü lider Gümüşhanespor’un bir puan gerisinde Gümüşhane Yenişehir Stadı’na deplase olmuştu. Maç önemine yakışır şekilde elektrikli bir atmosferde başladı. Ankaragücü taraftarının maçın taşıdığı riske uygun güvenlik önlemini almamakla suçladığı Gümüşhane Valisi Okay Memiş, maç oynandığı esnada stada teşrif edince, maçın hakemi maçı durdurmuş ve vali stadın içerisinden geçerek şeref tribünündeki yerini almış, bu esnada duran maçta stat hoparlörleri “Sayın Valimiz Okay Memiş geliyor” anonslarıyla görmeyen olabilirmiş gibi duyurmuştu da valinin maça arzı endam edişini. Hani karıncanın geçtiği yerden fil de geçer derler ya. Dakikalar 55’i gösterdiğinde bu sefer çimleri ezme sırası o zamanki adıyla ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin Maliye Bakanı olan Naci Akbal’a gelmişti. Fil karıncanın sahadaki çimler üzerinde bıraktığı izlerden geçerek yine maçın durdurulduğu bir anda, şeref tribünündeki yerini alıyordu. 2-1 ev sahibi takımın galibiyeti ile sonuçlanan böylesi bir ortamda kolluk kuvvetlerinin saha içi ve saha dışındaki tavrını sanırım anlatmaya gerek yok. İki takım da olaylı maç sonrasında saha kapatma cezaları alınca Gümüşhane mülki amirleri stadın dağ yamacındaki dış alanlarını düzenleyip stat dışında portatif bir destek tribünü sağlama yolunu seçerken; Ankaragücü farklı bir yöntemi tercih ediyor ve bir sonraki cezalı maç için hatıra bileti bastırıyordu. Şehirden gelen haberlere göre beş liraya basılan bu biletlerden 30-50 bin adet arasında bir satış oldu sezon sonuna kadar. Taraftarın yanı sıra, Ankara dışında ülkenin muhtelif bölgelerinden, kulüplerinden, taraftar gruplarından ve Ankara’nın farklı siyaset alanlarında çalışma yürüten bileşenlerinden de destek geliyordu. Sezon sonunda Ankaragücü şampiyon olarak bir üst lige yükselirken, Gümüşhanespor bir üst lige yükselme biletini playoff final maçında Erzurumspor’a kaptırıyor ve şampiyonun hesaplarında sezon sonunda, kendisinin bu liglerde oynamasındaki baş sorumlulardan biri olan Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı İbrahim Melih Gökçek’in transfer ettiği, resmî olmayan rakamlara göre 2,5 milyon civarında bir yardımın olduğu iddia ediliyordu…
İzmir’in hasreti sona erdi. Göztepe Süper Lig’de.
Göztepe, Eskişehirspor ile oynadığı Süper Lig’e yükselme final maçını kelimenin gerçek anlamıyla son derece ateşli bir maç sonunda kazanarak İzmir’in konuyla ilgili hasretini bitirdi. Peki Türkiye’nin üçüncü büyük kentinden biri olan İzmir bu sürece gelirken neler yaşadı, hep birlikte hatırlayalım. Siyasi iktidarın özellikle yerelde güçlü olduğu bölgelerde kent çeperleri dışına stat yapma projeleri İzmir’de biraz farklı seyretti. İsmi ülkemizde yaşamış farklı kültürlere ev sahipliği yapmasıyla müsemma olan ve tarihî bir anıt olan Alsancak Stadı, her ne kadar yerinde yenileneceği söylense de, şehrin dinamiklerinden de aldığı güçle 2012 yılından günümüze ranta teslim olmamak adına direniyor; her ne kadar yerinde yenileneceği kesin gibi görünse de bu sürecin içinde yer alanlar her şeyin farkında. Özellikle ülkemizde yerinde yenilenme kavramının taşıdığı hastalıklı anlam düşünülünce… Şehrin merkezinden, güney ve kuzey akslarına geçmek gerekirse, Göztepe’nin tarihî Gürsel Aksel ve Karşıyaka’nın Yalı Stadları, üzerlerine oynanan oyun anlamında Alsancak Stadı’ndan farklı bir noktada değiller. Taraflara stat havucunu göstererek oy ve siyaset devşirmeye uğraşan taraflar bu satranç tahtasında şehrin spor kültürüne damga vurmuş alanları yıkık dökük virane halde bırakmışken, Göztepe’nin bu tarihî başarıyı, İzmir Bornova Belediyesi’nin Doğanlar’da yaptığı statta yazdığını not düşmekte fayda var.
Amedspor
Biri Amedspor dediğinde ciğerim önce Diyarbakırspor’a yanıyor. Yazımın başında da belirtmiştim: “Türkiye Futbol Tarihi’nin yaşadığımız topraklarda doğuşundan bugüne geçirdiği siyaset, sermaye ve kulüp yönetimleri açısından sıkıştığı çemberi anlamlandırmaya çalışmak bu yazının sınırlarını çok aşar.” Ama dedik ya, 2016-2017 sezonu kadar ağırını yaşamamıştık diye. Amedspor taraftarının kaç haftadır deplasman yapamadığına dair bir fikri olan var mı? Teşbihte hata olmaz, Başakşehir gibi bir belediye takımı olan Amedspor, Diyarbakır Belediyesi’ne kayyum atanmasından sonra desteğin sürebilmesi adına, takımın isminin değiştirilmesi önkoşuluyla taciz edilmedi mi? Sahi Amedspor taraftarına, son bir senede neler yaşadığını, neler hissettiğini soran oldu mu?
Yazının içerisinde adını bulamayan taraflar kusura bakmasın, anlatılan sizin de hikâyenizdir. İlk sözümüze dönmek gerekirse, bu topraklarda futbol her daim siyasi bir oyun oldu. Devletin himayesi dışında bir sermaye sınıfının oluşmamasına, çoğunlukla bu sınıftan seçilen futbol yönetimlerinin bir endüstri yan-dalı olarak futbola olan ilgisi de eklenince, bu mayadan daha iyi bir sonuç çıkması beklenemezdi. Ama bu matematiği daha farklı bileşenlerle zenginleştirip konuşamadıktan, konuşulanları hayata taşıyamadıktan bir süre sonra yazının kimyasının da söz gibi uçucu bir maddeden oluştuğunu anlar insan, bir süre sonra…