Fransa’da 2005 Kasım (hatta Mayıs) ayından bu yana yaşanan süreci ister tarihsel, siyasal, sosyolojik ve/veya sosyo-ekonomik açıdan, ister sadece nostaljik, duygusal dürtülere cevaplar aramak kaygısı ile Fransa’dan veya Fransa dışından değerlendirmek isteyelim aklımıza ilk gelecek ama geldiği gibi de uçup gidiverecek soru, pekala şu kısa soru cumlesi ile özetlenebilir: Mayıs 06?
İçinden geçmekte olduğumuz, -bazılarının “3. dünya savaşı” diye isimlendirmeye bile cesaret ettiği- kaotik dönemin oluşturduğu ağır problematikler açısından baktığımızda bugün Fransa’da yaşanan sürecin ne Fransa ne de Avrupa icin Mayıs 68’in taşıdığı ağırlığı, anlamı taşımadığını/taşımayacağını hemen ilk anda söyleyebiliriz. Fakat objektifimizin büyütme ayarını yakın çekim moduna ayarlarsak yaşanmakta olanların Avrupa’nin bu yaşlı ve hasta adamının sıradan iç çekişmeleri ya da olayları olarak küçümsenecek düzeyi geçtigini pekala görebilir ve hatta bugün, yani 1 nisan itibari ile dikkate alınmaya, üzerine düşünmeye değer unsurlar taşıdığı sonucuna varabiliriz.
Olaylara Fransa’dan ozellikle de alttakilerin, sokaktakilerin tarafından bakmaya çalışan bir gözlükle bence ilk altı çizilecek olan, Fransa’nın 1995’deki kısmi-genel grev döneminden 10 yıl sonra (hatta isterseniz 68’den yaklasik 40 yıl sonra da diyebiliriz) tekrar gerçek anlamda “la bauté est dans la rue” (güzellik sokaktadır) sloganını hatırlamış olduğudur. Bu saptamaya hemen, yaşadığımız anları 20-25 ya da 40-45 yaşında yaşıyor olmanın yarattığı farkın hiç de azımsanmayacak önemde olduğu gerçeğini hafife almadan, Mart 2006’yı Paris’te veya Marseille’de, Lyon’da, Toulouse’da yaşiyan eski-yeni-hâlâ solcular (hele eskiler içinde geçmislerini hasmiyane ya da pişmanlık duyguları ile anmayanlar) için pek ama pek “güzel” şeyler oluyor eklemesini yapabiliriz. Özellikle eskiliklerini Türkiye gibi Üçüncü Dünya deneyimlerine borçlu olanlar içinse bu pek “güzel” olanlara pek “özel-düşündürücü” olanlar da eşlik ediyor. Hele bu dönemi üniversite ortamlarında yaşıyor ve hoca iseniz haftalardır öğrencilerin oluşturduğu barikatlardan (ya da barikat’ın tarihsel anlamına saygı gösterip bariyer demek daha doğru olur) eğer sizin dersinizi alan öğrenciler kırmızı kolbantları ile nöbette değilse kimlik gösterip geçerek okula girmek sizi sinirlendirmez, öğrenci iseniz her sabah o günün grev, boykot, işgal kararını oylamak üzere (assemblée générale-AG) amfilere doluşmak sizi heyecanlandırır ve sokağa dökülenlerin sayısı polisin ağzından bile yüzbinlerle ifade edilmeye başlandığında yüzünüz güler, keyiflenirseniz bu sureci hissederek yaşıyorsunuz demektir.
Bu “güzel” ve “özel” olanları şimdilik bir kenara, daha doğrusu belki de başka bir yazıya bırakıp yaşananların kısa geçmişine bir göz atalım. Kasim 2005 banliyö olaylarına (kalkışmasına) damgasını vuran, 2007 başkanlık seçimlerinin sağdaki en güçlü iki adayından biri olan UMP (iktidardaki parti) başkanı ve şu anki içişleri bakanı Nicolas Sarkozy’nin olaylara karışan gençler için sarfettiği “Racaille” (ayaktakımı) sözcüğü olmuştu. Şubat-Mart öğrenci kalkışmasını (hareketine) benzer şekilde sembolize edecek bir sözcük arayacak olursak bu herhalde ayni partinin 2007 için ikinci adayı basbakan Dominique de Villepine’in yazarı oldugu CPE-Contrat Première Embauche (İlk iş kontratı) yasası’nın özünü vurgulayan “Précarité” (geçicilik) sözcüğü olacaktır. Bu iki sözcüğün yaşananlara nasıl önderlik ettiklerini incelemenin bunların siyasal karşılıklarını tartışmakta azımsanmayacak bir öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Dolayısı ile bu göz atma sürecini biraz daha geriden başlatmakta fayda var.
2004 yerel seçimlerini hezimet sayılacak bir skorla kaybettikten sonra 2005, iktidar partisi UMP lideri Raffarin icin zaten karanlık baslamıştı. Aynı dönemde medyada yer alan karikatür, fıkra ve skeçler Fransa’da yaşıyan Türklere bolca Türkiye’nin Yıldırım Akbulut’lu yıllarını anımsatmış olmalı. Chirac bu yenilginin hemen sonrasında, Mayis 2005’teki AB anayasası için Fransa “evet”i kampanyasını bir anlamda koltuğunu kurtarmak için son ve tek şans olarak Raffarin’in önüne koydu. Mayis’taki referandumda ortaya çıkan Avrupa oylamalarında güçlü sayılabilecek %54’luk AB’ye hayir Raffarin’i kaçınılmaz olarak hem UMP’nin hem de hükümetin başından edecek ve siyaset sahnesinden bir anlamda çekilecekti. Sarkozy boşalan UMP başkanlığına Chirac’a rağmen seçilirken Chirac’ta istifa eden Raffarin hükümetinin yakışıklı dışişleri bakanı, eski sadık prenslerinden De Villepin’i bu karambolde hükümeti kurmakla gorevlendirdi. Ne var ki, De Villepin daha ilk günden ekonominin en önemli problemi işsizlikle (genelde %20 gençlerde %26 banliyö gençliğinde %40) mücadelede 100 günde kesin başarı sözü vererek acemiliğini ilan etti.
Kasım-Aralık 2005 banliyö olayları, hatırlarsanız Paris’in kuzeyindeki banliyölerinden birinde futbol maçından dönen bir grubu devriye gezen polis timinin yanlış ihbar üzerine kovalamaya başlaması sonucu gruptan kopan biri Türk 3 gençten ikisinin saklandıkları bir elektrik trafosunda elektrik çarpması sonucu ölmesi üzerine başlamıştı. İlk başta polis binalarına, arabalarına, devriyelere karşı başlayan protestolar, Sarkozy’nin protestocuları ayak takımı olarak nitelemesi üzerine bir anda hâlâ kimsenin tam olarak anlayamadığı bir biçimde Fransa’nın her tarafına yayılmış ve iki ay boyunca süren araba yakma eylemlerine dönüşmüştü.
Çok sınırlı düzeyde de olsa Almanya ve Belçika’ya da sıçrama eğilimi gösteren bu olaylarda aşırısından sulandırılmışına kadar soldan tek bir hareketin yer almak şöyle dursun, eylemlerin spontan karakteri ile yaygınlığı ve yaygınlaşma tarzı arasındaki çelişkiyi profesyonelce dahi merak etmediğini not etmekte yarar var. Nitekim olaylar, Noel yaklaşırken sağından soluna neredeyse tüm siyasi grupların koro halinde -dingin anlayış mesajları hariç- sürecin karşısında yer alması, geçmişteki banliyö politikalarını daha çok da Sarkozy’yi suçlaması ve hükümetin de acil önlem paketinin oluşturduğu karmaşada sanki bıçakla kesilir gibi kesildi. Politik olarak kaydadeğer tek refleksin olayların hemen sonrasında ağırlıkla banliyö çıkışlı rap ve sinema sanatçılarının önderlik ettiği 2007 seçimleri için banliyölerde seçmen listelerine toplu kaydolma inisyatifini yukarıdaki nota ekleyebiliriz.
Fransa yeni yıla, sanıyorum Fransa dışında yaşıyan çok kişinin dikkatinden kaçan, bir başka siyasal krizle girdi. Söz konusu kriz bir UMP milletvekilinin (Bernard Derosier) eski koloniler ile ilgili kapsamlı bir yasaya Fransa’nın somürgeci geçmişinin pozitif sonuçlarını vurgulayan ve bunun da ortaöğrenim kitaplarında yer almasını düzenleyen bir ek yapılması yönünde bir önerge vermesi ile patlak verdi. Öyle ki Sarkozy deniz aşırı eski Fransız kolonilerine yapacağı geziyi ertelemek zorunda kaldı. Kriz Chirac’in araya girmesi, yasa önerisinin geri çekilmesi ve 14 Nisan gününün kolonizasyonun bitmesinin yıldönümü olarak kutlanması kararının alınması ile atlatıldı.
Fransız iş yasası çok sayıda iş sözleşmesini mümkün kılar. Ama bunlardan en ünlüleri CDD-Contrat à Durée Déterminé (süreli kontrat) ve CDI-Conrat à Durée Indéterminée (süresiz kontrat)’dır. De Villepin’in ilk yaptığı iş bunlara CNE-Contrat Nouvelle Embauche (Yeni iş kontratı)’nı eklemek oldu. Masaya konan mucize çubuğuna benzemekten cok uzak sağ iktidarların tarihleri boyunca her zaman yaptığı gibi sosyal hakları biraz daha kısma pahasına işçi maliyetini düşüren bir formülden başka bir şey değildi. Yasa, işçi sayısı 25’den az olan işyerlerine yani daha çok start-up’lara yönelik olması dolayısı ile oldukça sınırlı bir alanı kapsaması nedeni ile ya da kimbilir belki de “yeniye şans tanıma” kuralının da etkisi ile fazla gürültü yapmadan geçti. Ne var ki, kısa bir süre sonra bu ve diğer bazı ek vergi yasalarının sadece ısınma turları olduğu ve yeni hükümetin mevcut iş kontratı kolleksiyonunu aslolarak CPE ile zenginleştirmeyi hedeflediği ortaya çıktı. CPE bir önceki yasada işçi sayısı için kullanılan rakamı bir fazlası ile bu kez işçi yaşı için telafuz ediyor (26 yaşından küçükler için), CNE’den farklı olarak tüm şirketleri kapsıyor, deneme süresini 2 yıla çıkarıyor ve bu süre içinde de işverenin hiçbir gerekçe göstermeden kontratı feshetme hakkını yasallaştırıyordu. Yasanın redaktörleri metinde bu hakkı her iki tarafa da sunarak büyük bir eşitlik örneği gostermişlerdi ama Villepin bile bunu kriz konuşmalarında argüman olarak kullanmaya cesaret edemeyecekti.
Fransa’da okul tatilleri bölgelere göre değişiklik gösterir. Hükümetin teknokratları oylama tarihini Paris üniversitelerinin tatilde olduğu döneme denk getirmekte dahiyane bir taraf bulmuş olmalılar ki CPE oylaması 7 Şubatta yani Paris tatildeyken yapıldı ve iktidar partisinin oyları ile kabul edildi. Ne var ki 7 Şubat aynı zamanda Paris dışındaki üniversitelerde öğretim üyelerinin de ajandalarına ders iptallerini not etmeye başladığı tarih oldu. Böylece hükümetin muhtemel ENA’lı teknokratları bilmeden hareketin gelişim rotasının kırlardan şehirlere doğru yönelmesinde belirleyici oldular. Nitekim Jussieu’nün (Paris 6 ve Paris 7 üniversitelerinin yer aldığı Paris’in en büyük üniversite kampüsü) parmaklıkları alelacele yazılmış ilk CPE karşıtı pankartlarını ve sandalye ve masalardan oluşan derme çatma barikatları ancak 27 Şubat günü gördü. 9 Mart’ta Sorbonne işgali başladı ve 3 gün sonra polis zoru ile boşaltıldı. Sorbonne bu tarihten itibaren tümüyle kapandı ve bölge polis kordonu altına alındı. Özellikle St. Michel bulvarına bakan kapıyı kapatan yüksek, demir polis barikatları işgalin kırılmasını takip eden 3-4 gece boyunca uzun süren sokak çatışmalarının hedefi haline geldi. 16 Mart perşembe günü sadece öğrenciler 120.000 kişilik bir kortejle yürüdü. 18 mart cumartesi günü Paris 350.000 kişi ile listenin başında olmak üzere tüm Fransa’da 160 komünde toplam 1.2 milyon kişi sokağa indi. 28 Mart salı günü tüm sendikaların katıldığı genel grev çağrısının da desteği ile gene ülke çapında yapılan mitinglerde bu sayı 3 milyona çıktı. Sağ basının 27 Mart tarihli sayılarını süsleyen manşet “kara Salı” idi.
Hükümetin ve destekçisi çevrenin bu süreçte ısrarla tekrarladığı vaaz en kısa özeti ile mevcut sosyal güvenlik şemsiyesinin ve iş yasasının yeni dünya düzenindeki yarışta Avrupa’nın yaşlı ve hasta adamına (ya da daha doğrusu kadınına) artık ağır geldiği ve liberal, kapitalist Fransa’dan başka çözümün olmadığından ibaret. Daha bir yıl önce liberal Avrupa’ya %54’le hayır demiş olan Fransa halkı ise son sondajlara göre bu kez ulusal hükümetine %80’lere varan oranlarla hayır diyor ve sokakları doldurup, üniversiteleri işgal ediyor.
Burada, belki de yazının sonuna yakışacak bir saptamayı özenle vurgulamak gerek. Bugün Fransa’da yaşanan, Fransa halkının varolan düzenden zarar gördüklerini düşündükleri için değil tam tersine varolan düzenin değişmesinden zarar göreceklerini düşündükleri için sokağa dökülmeleridir. Kitleler Fransa'da kapitalist kalalım ve mutlaka Fransız kalalım ama sosyal haklarımıza da dokunulmasın, emeklilik yaşımıza çalışma hakkımıza dokunulmasın hatta bu garanti edilsin, okurken çalışmak zorunda bırakılmayalım, vb. diyorlar. Denilen hayır daha kapitalist, daha neo-liberal-kapitalist olmaya hayırdan ibaret ve bugün milyonları sokağa dökme, garları işgal etme, polise karşı gelme gücüne sahip öğrenci hareketi ya da sendikalar için de sosyalizm, komünizm gibi sözcükler diğer kapitalist ülkelerden sadece kültürel ve şiirsel nedenlerle daha sempatik karşılanıyor. Nitekim, ağırlıkla resmî (yasal) sosyalist (PS) ve komünist (PC) partilerde ifadesini bulan sosyalist olmak artık kapitalist kelimesinin de düşmesi (unutulması) ile anti-liberal yani anti-serbestçi (erkinci) olmakla özdeş. Ufuk, çözüm nihayet büyük Fransa’da mutluluk hayali sosyalistler için korumacı kapitalizmle sınırlanmış durumda. Bir anlamda özgürlüğün, serbestliğin yalnız ve yalnızca sermaye hareketlerine ait kavramlara indirgenmesini meşrulaştıran bu etimolojik kaymaya politikada sağ ve sol sözcüklerinin doğuşuna tarihsel ev sahipliği yapmış bir ülkede tanıklık etmek daha dramatik olsa gerek. Yeni emperyalist hegemonyacılığın kendini mondialist, globalist (dünyacı, küreselci) olarak ilan etmesinden sonra buna karşı gelişen hareketin kendini alter-mondialist adını buluncaya kadar yıllarca anti-mondialist (anti-dünyacı) olarak tanımlamasını kimbilir birgün belki de solun hafıza kaybından çok akıl kaybı olarak açıklamak gerekecek.
Tekrar Paris sokaklarına dönersek bugün Fransa’nın ağırlıkla yeni emperyalist çekişme sürecindeki ihtiyaçları nedeniyle yaşadığı ekonomik ve sosyal krizde ne solun “ağır” topları PC ve PS’nin ne de öğrenci hareketinin sağın yukarıda özetlenen CPE önerisine karşı hareketin 2 aydır şiarlaştırdığı “retrait du CPE” (CPE’yu çek) sloganını tekrarlamaktan başka ne söylediği ne de söyleyeceği bir şey yok. Nitekim 30 Mart günü Anayasa Komisyonu’nun yasayı anayasaya uygun bulmasının ardından 31 Mart günü Chirac’ın ulusa sesleniş programında Demirel’i kıskandıracak şekilde yasayı uygulanmamak üzere onayladığını açıklamasından ve hükümeti yeni bir yasa çıkarmaya davet etmesinden sonra da yapılabilen 4 Nisan için genel grev ve ulusal eylem çağrısından ibaret kaldı.
Sol açısından bu çok da içaçıcı olmayan tabloyu herşeyden önce bunca hareketin, gelişmenin, olayin, örgütlenmenin yeni alternatiflere doğru hiçbir sonuç vermeden sonlanamiyacağına dair bir güven ve/veya inançla bir miktar hafifletmek mümkün olmalı. Diğer taraftan eski’nin sömürgeci, bugünün yeni dünya düzeni aktörü ve çekişmecisi Fransa burjuvazisinin 1 yıl içinde arka arkaya mevcut düzeninin ve tarihinin sırtına yuklediği üç ana problemle yüzleştiğini ve her üçünde de ya kaybettiğini ya da geri adım attığını kaydetmeliyiz. Bugünkü dünyaya sadece güçler dengesi gözlüğü ile bakmayan bir yaklaşım için bu olumlu sayılmalıdır. Aksi taktirde “Fransa zayıflarsa Amerika ve İngiltere kazanır” talihsiz yorumuna saplanırız.
Ben ne kadarını aktarabildim bilmiyorum ama anlatmaya calıştığım geçtiğimiz Cuma günü milli eğitim bakanının görüşme talebini “sen yetkili değilsin” diye, cumartesi günü başbakanın görüşme talebini “önce yasayı çek sonra görüşelim” diye reddeden bir öğrenci hareketi büyümekte olan. O ögrenci hareketi ki, tümüyle kollektif olarak yönetiliyor, AG’ler amfilere sığmıyor, stadyumlarda yapılan AG’ler var ve hareketin kollektif liderliğinde 2 erkek ve 2 kız öğrencinin öne çıkmasına keyifle şahit oluyoruz. Bütün bunlar olurken 16 Mart günkü mitinge birlikte gittiğim tescilli, eski-hâlâ komünist bir dostumun “Kasımda siyahlar yürüdü bugün ise beyazlar yürüyor, Kasımda neredeydi bunlar? Şunu kasımda yapsalar bu şişenin dibi çıkardı” serzenişine de özellikle Kasım 05-mayıs 06 ya da ayak takımı-geçicilik karşıtı hareket ilişkisi açısından kulak arkası etmemek gerek. Unutmamak gerekir ki kasımdaki casseur’ler (kırıcılar) kapüşonlu montlar giyerken Sorbonne’da çatışan casseur’ler ya da EHESS’i (Paris’te sosyal bilimlerdeki ünü ile tanınmış bir başka enstitü) işgal eden militanların coğunluğu korunmak için motosiklet kaskı takıyordu.
Butun bu olanlar mevcut sistemin yani kapitalizmin yeniden, köktenci bir tarzda tartışılmasına, alternatif(ler)inin düşünülmesine kısa vadede evrilecek bir sürece tabii ki tekabül etmiyor. Ama olumsuz halinde de olsa bu cümleyi söyletmesi, içinde kapitalizm, sınıflar, ücretliler, patronlar, sınıf çıkarları, décroissance (anti büyüme) gibi kelimelerin geçtiği cümleleri telaffuz ettirmesi ile bir Mayıs 06 yaşanıyor Paris’te.