Varlık ve varoluşun anlamdaş olduğu bu düşünce geleneğini izleyen Ulus Baker’in metinlerinden özel bir vicdan yorumu çıkartılabilir. Kendisi bu kavrama doğrudan başvurmasa da, varlıkbilimsel ilgiye sahip tüm düşünürler gibi, vicdanın sesinin nereden ve kimden gelip nereye doğru yol aldığına dair o da bir güzergâh önerir. Tasvir ettiği bu yol boyunca, Antik Yunan atomcu düşüncesiyle başlayan, oradan Ortaçağ düşünürü Duns Scotus’a ve modern zamanlara yaklaştıkça, Spinoza ve Leibniz’e uğrayan, Nietzsche’nin “açtığı çok derin yarığın” içerisine düşen, Tarde ve Bergson’a değip geçen ve ilginç şekilde Sovyet sinemacı Vertov ve son olarak Deleuze’e devam eden, kendi ifadesiyle bir “oluş lifinin” izlerini sürer. Baker, bu gibi sonuçlara varırken, Duns Scotus, Spinoza, Nietzsche ve Deleuze gibi düşünürleri çoğu zaman anakronik şekillerde okur; onları şimdi ve burada açılan bir “yüzeybilim”in içerisine taşır. Çok farklı zamanların düşünür ve sanatkârlarıyla “eş titreşimlere” sahip bir düşüncenin imkânlarını araştırır. Onlarla duygudaşlık kurarken, sadece fikirler değil, ortak bir “ses tonu”nun da arayışı önem kazanır. Baker kendisiyle beraber “tınlayan” ortak bir düşüncenin içerisine girer. Kendisini ve düşünce arkadaşlarını aynı içkinlik zeminine, rizoma çağırır. Bu yüzey, sadece mekân olarak değil, zaman olarak da bir içkinliğe sahiptir. Geçmiş ve gelecek şimdide, başka ve uzak yerler burada, bir aralıkta karşılaşarak, bir tür bireylik, iştelik (haecceitas) yaratırlar. Onun metinlerinde, bu şahsiyetlerin fikirlerinin bir araya geldiği arayüzeyde, çoğul ve tekil arasında yeni bağlantılar, karşılaşmalar ortaya çıkar. En uzlaşmaz ve yan yana gelmez görünenler arasında “fikir göçleri” yaşanır. Bu sayede anakronik bir yapıt da tutarlılık kazanmış olur.
Bu düşünürlerde ortak olan, tümünün “bireyliğin üretimi” konusunda düşünmüş olmalarıdır. Özellikle bu konuda onlardan feyiz alan Baker, “Bireyliği salınım hareketi içinde yeniden yakalamak bir kez daha gereklidir” diye yazar (2014: 214). Bu salınımların açığa çıktığı, görünür olduğu aralıklarda, eşiklerde yaşam bulan titreşimlere, Tanpınarca söylenirse ürpertilere, duygulanımlara maruz kalmak olanaklıdır. Bu titreşimler, büyük olaylarda değil de küçük karşılaşmalarda açığa çıkan bir vicdanın duyumudur.
Baker, vicdan kavrayışını doğrudan şekilde romantiklerden söz ettiği bir söyleşide ortaya koyar. Ama bu yorum, “aralıklar” kuramının ayrılmaz bir parçasıdır. Vicdana bir iyelik bulmak, onu bir özneye kavuşturmak romantizmin önemli bir sorunu olur; “vicdan romantizmin ufkudur”. Bireyi sadece yaptıklarından değil, yapmadıklarından dolayı da suçlanabileceğini ortaya koyarlar. İşteliğin aralıklar üzerinden, bir içkinlik yüzeyinden ve rizomlar yoluyla en uzaktakine bağlanma olasılığına karşı, iştelikleri hemen kendiliklere, ben-merkezli özneliklere dönüştüren bireyi suçlarlar. Oysa başkasından sorumlu olmak kadim bir değerdir. Herhangi bir fail,
Yapmadıklarından, ötekilerden, kendisi olmayanların eylemlerinden, eylemsizliklerinden, yapabileceği ama yapmadıklarından, gelecekte yapacaklarından sorumludur. Vicdanın tanımıdır bu. (…) Romantizmin ufku bireyliğin dağıldığı, başka bireyliklere karıştığı, sanallaştığı, zamanı ve mekânı yitirdiği saf duygular dünyasıdır (413).
Bu duyguların serbestçe yayıldığı, üretildiği, yok edildiği yüzeyde var olanların başına gelenler diğer herkesi ilgilendirir. Başkasına dönük bu ihtimam, sadece büyük olaylar için değil, en küçük ve fark edilemez olanlara bile dönebilen bir vicdanın dile gelmesidir; yaşamamız muhtemel, dahil olmamız mümkün başka dünyaların sakinlerine ait ve en temel duygular olarak sevinç ve kederlerin paylaşımıdır. Başkasının benimle aynılaştığı ve fark edilemeze kadar inen yerler ve zamanlar içerisinde, küçük şeylerin dramını duyabilmek, zaten kendimiz için endişelenmek anlamını da taşır. Nesebi sınırsızca geniş bir bireyin vicdanıdır burada tarifini bulan. Baker’in Virginia Woolf’ta bir örneğini bulduğu türden, rizomlarda varlığını sürdürenin yaşama yoludur bu:
Dünyanın en uzak yerinde geçekleşen bir olay, bir isyan, bir sömürü, işkence ve eziyet, küçük bir çocuğun favelada mutsuzluk ya da sevinç tarzları… Öyle ki onlar biziz, biz de onlar, çünkü aynı sorunları –tek ve bir olan– aynı hayatı yaşamaktayız (414).
Rizomlarda, kendiliklere dönüşmeden, sürekli birleşip ayrışan işteliklerin duygu ya da ruh hallerini kesen, kapatan, yönlendiren ve oluş çizgilerini takip etmeye engel durumları Baker ilginç şekilde, “melodramatik” olarak niteler. Bu akışa kendini bırakmayı, oradaki özgür karşılaşmaları suç sayan bir “üçüncünün” ve özellikle de toplumun araya girmesi melodramların genel temasını oluşturur. Sözgelimi bir kadınla erkeğin arasına üçüncü birisi girer; anne ve babanın onayladığı bir eş adayı, namus bekçisi bir ağabey, mahallelinin gözleri ya da kadının kendi terbiyesinin yarattığı durumlar gibi. Melodram, rizomlar yüzeyinde varoluşun bir şekilde talihe boyun eğdiği, çoğunlukla beklenmedik zaman ve yerlerde (dolayısıyla aralıklarda) karşılaşan kadın ve erkeğin yolunu kesen adam ve kadınların neden olduğu bir dramdır. Bu anlamda, romantizmin, hissîliğin içerisine girdiği bir çıkmazın tarifidir. Başkası tarafından, kaderine karşı olsa da sevilenin suçlanması ve cezalandırılmasıdır. Romantizm, her ne kadar bireylerin, üçüncünün baskısından uzak karşılaşmalarını savunsa da, melodram, bu bağlantıların kesintiye uğramasına dair bir şiddet barındırır. Romantizmin özgür karşılaşmaları içerisinde, benin kendisinden uzak ve başka olana ulaşmasını, hatta ona bağlanıp tutulmasına imkân veren duygu akışını serbest bırakmayı savunan söyleminin yok oluşudur. Birbirine uzak var olanların tutkuyla bağlanmasalar bile, romantizmin bir türü olarak hissî bağlar içerisine girmelerinin de yolu açılır. Baker, “Romantik imgelem için dünya bir bütündür,” diye yazarken, herhangi bir üçüncü tarafından kesintiye uğramamış, tahkim edilmemiş, kendisine ayrılmamış, kıskançlıkla sahip çıkılmamış bir rizom yüzeyi olarak yeryüzünü ima eder (411). Değişik türden bireyler arasında karşılaşmalar arttığında, yeni sorumluluk tarifleri ortaya çıkar; önceden karşılaşmayacak türde varlıklar yüz yüze gelmeye, birbirlerini arzulamaya ya da birbirlerine merhamet etmeye, acımaya başlarlar.
Bu zor etkileşimin sonucu, ben ve başkasının ayrımsızca kaynaşmasıyla, eğer taraflar katlanabilirse, başka bir bireye dönüşmesidir. Bu bağlantı, vicdanı rahatlatan bir yardımseverlikten, şefkatten çok farklıdır. Hissî bir tutum, “sulugözlülük” de değildir. Nietzsche’de tarifini bulan “iyi vicdanın” sonucu bir sorumluluktur. Bazen karşı tarafı yok etmeyi de içeren bir sahip çıkmadır. Bu vicdan, duygularla birleşen bir akıl yürütmenin bir sonucudur. Akıl, bazı buyruklar vermez bu sırada; Spinozacı bir yerden, akıl da bir duygulanımın, imgenin parçası ve duygu halinin devamı olarak kendi hilafına akılsızca edimlerin ortasına düşebilir. Bu vicdanın esası, sorumluluğu üstlenilen başkasıyla beraber, bazı “varoluş durumları ve yaşamsal yaratım kudretleri” ortaya koymaktır. Akıl da bu yaratımın araçlarından birisidir.
Bu yaratım, başlangıçta akli olmayanın, anlaşılamaz olanın üretimidir. Vicdanlı bir romantik, basitçe bazı değerleri savunmaz. Aynı zamanda değer yaratmaya dair imkânlarla donanmaya çalışır. Ondaki vicdan, Heideggerce söylenirse, vicdanlı olma kararlılığından ayrılamaz bu nedenle. Vicdanın buyruğu, belli bir sorumluluğu icra etmeye dair bir güç derecesini ifade eder. Vicdanın bu anlamda ahlâki bir yaptırıma göre nicel bir tarafı da vardır; özünde bir güç durumu ve değer yaratma yetkinliğidir. Bir “başlangıç hali” olarak, herhangi olumlu bir ahlâkı “hayata geçirmeye” dair kudreti içerir. Böyle bir vicdanın kaynağı romantik birey, “atomlaşmış bir bireylikten çok uzakta, doğaya, tarihe, geçmiş ve geleceğe duyulan bir ‘ilk sorumluluk’” olarak tarif edilmelidir (417). Daha alelâde, gündelik buyruklara bir tür “katlanabilme gücü” olarak bu kökensel vicdanın bu anlamda, bir vicdana sahip olma gücü ve kararlılığından ayrı bir tarifi yoktur.
Kaynakça
Ulus Baker (2014). Yüzeybilim Fragmanları, Birikim: Ankara.