Üç sene önce Kant’ın “Aydınlanma Nedir?” başlıklı makalesini okuttuktan sonra üzerine yazı yazmamız istenmişti, ben de cahil cesaretiyle olsa gerek Kant’ın “eleştirini dışarıda yap, işyerinde işini” anlamına gelen cümleleri okuyunca ya da o cümlelerden böyle bir anlam çıkarınca verip veriştirmiş, işyerinde gerekirse işi durdurarak eleştirinin yapılması gerektiğini, aksi takdirde gelişmenin olmayacağını örnekleyerek açıklamıştım. Hatta kendimi o kadar kaptırmış olmalıyım ki yazımı değerlendiren hocam “Melis çok güzel, çok özgün ama Kant nerede, bana Kantı anlatmalıydın,” demişti. Şimdi yine bir cahil cesaretiyle Kant’ı ve onun akademilerimize yansıma(ma)sını anlatmaya çalışacağım.
Günlük konuşmaları düşünelim bir; insanlar yeni bir şey öğrendiklerinde, yeni fikirlerle karşılaştıklarında ve tüm bu yenileri kavrayabildiklerinde, kendi akıllarını kullanarak temellendirebildiklerinde zihinlerinin daha berrak olduğunu söylerler. Günlük yaşam içinde aklına takılan bir sorunun tatmin edici bir cevabını bulan birinin bu berraklığı “Aydınlandım,” diyerek ifade ettiği görülebilir. Bu gibi basit/zorlu problemlerin çözümlerini akılla temellendirip kabullendiğimizde bile gelen aydınlıktan gittikçe kaçmaktayız.
Platon’dan bu yana, yani İ.Ö. 400 yılından beri (Platon’da da sanılar yuvası mağaradan bilgiye doğru yürüyenlerin aydınlığa varacağı benzetmesi vardır) aklı ve bilgiyi işaret eden bu kelimenin Kant’taki karşılığına baktığımızda; “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır.” Aklımızı kullanmaya cesaret edemeyişimiz bizi aydınlanmaktan mahrum bırakır. Aslında aklımızı kullanamayışımız sebebiyle aydınlanmadığımızdan da haberdar değiliz ve “işte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır.”
Bu ergin olamama durumu bir bakıma istenilen de bir şeydir, bazen kişinin kendisi tarafından istenir bazen yönetici tarafından. Kişinin kendisinin istemesinin sebebi ergin olmanın beraberinde sorumluluğu da getirmesidir. Eğer ki bir eylemde bulunuyorsa ergin kişi, onun tüm sonuçlarını kabullenir ve üstlenir, bu da herkesin kaldırabileceği bir yük değildir. Bunun içindir ki “Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık.” Yönetenin, yönettiklerinin ergin olmayışından memnun olmasının sebebi ise onları kolay denetleyebilmesindendir. Yönetici, yönettiklerine ne yapma(ma)larını bir çocuğu tembihler gibi söyleyecek, böylece zaten önceden kestirdiği sonuçlara ulaşacak ve insanın belirlenemez oluşunu ortadan kaldıracaktır. Bu ve benzeri sebeplerden “Başkalarının denetim ve yönetim işlerini lütfen üzerlerine almış bulunan gözeticiler insanların çoğunun, bu arada bütün latif cinsin ergin olmaya doğru bir adım atmayı sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için, gerekeni yapmaktan geri kalmazlar.”
Peki dogmalarla, yasalarla, dinle, büyüklerle –küçüklerle, büyüklere– küçüklere engellenen bu aydınlanma için ne gereklidir? “Aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez; ve bunun için gerekli olan özgürlük de özgürlüklerin en zararsız olanıdır: Aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak kullanmak özgürlüğü.”
İşte cahil cesaretimle Kant’la girdiğim kavga tam buradan başlamıştı çünkü Kant aklın kamusal ve özel alan olarak iki farklı alanda kullanımı olduğunu söyler ve birine sınırlama getirir. “Kendi aklını kamu hizmetinde kullanmaktan (der öffentliche Gebrauch), bir kimsenin, örneğin bir bilginin bilgisini ya da düşüncesini, yani aklını, onu izleyenlere, okuyanlara yararlı olacak bir biçimde sunmasını anlıyorum. Aklın özel olarak kullanılmasından da kişinin kendi işi ve memuriyeti çerçevesinde, kendisine emanet edilen topluma ilişkin bir hizmeti ya da belirli bir görevi yerine getirmesi diye anlıyorum.” Ve devam eder:
“İmdi kamunun çıkarlarını etkileyen bazı işlerde, yapay bir ortak anlaşma gereğince ve hükümet tarafından kamu amaçlarına uygun biçimde ve hiç değilse onu ortadan kaldırmayacak şekilde, kanunun bazı üyelerince kullanılabilecek bazı belirli işlemlere, belirli mekanizmalara gereksinme duyulur. Bu gibi durumlarda aklı kullanma tartışmasına kuşkusuz izin verilmez, itaat etme kesin emirdir. Fakat kendisini makinenin bir parçası sayan herhangi bir insan, yine kendisini bir topluluğun üyesi, hatta, evrensel uygar bir toplumun üyesi olarak tanıtması durumunda, örneğin bir bilgin sıfatıyla, kendi düşünme yetisine dayanarak yazılarıyla kamuya yönelir; her hal ve durumda aklını kullanır, ama, zamanında edilgin olarak da olsa görev yaptığı durumları ve işleri de zarara uğratmadan yapar bunu.”
İşte bu son cümlenin son on kelimesi cesaretlendirmişti beni. Nasıl olur da yanlış gideni fiilen durdurmadan onu engelleyebilir ve aydınlanmayı getirebilirdik. Hele sonrasında gelen örnekleri beni iyice çıldırtmıştı çünkü şöyle diyor Kant:
“Yine bunun gibi yurttaş, kendisine düşen vergiyi ödememezlik edemez; hatta bu gibi vergilere ilişkin yapılan acımasız eleştiriden ve ödememeye yönelik davranışlar, bu uymamaların genelleşebileceği gerekçesiyle cezalandırılabilir. Bununla birlikte bir bilgin olarak aynı vatandaş kamu önünde vergilerin uygunsuzluğu ve adaletsizliği üzerindeki düşüncelerini açıkça belirttiği zaman asla yurttaşlık yükümlülüklerine karşı gelmiş sayılmaz.”
Bu örnekleri okuyunca ben de sinirlenip bir fabrika örneği vermiştim: eğer bir fabrikada çalışma saatleri ve verilen ücretler insanın insanca yaşamasına olanak sağlamıyor ve bunun değişimi çalışanlar tarafından isteniyorsa, bir işçi işi durdurmadan o fabrika dışında istediği kadar konuşsun patron tarafından dikkate alınmayacaktır, dolayısıyla durumunda bir gelişme olmayacaktır, demiştim.
Yıl oldu 2017, Türkiye’de akademisyenler üniversitelerden “atılmaya!” başlayınca Kant’ı anlamaya o kadar yakın hissettim ki kendimi, hatta öyle fütursuzca eleştirdiğim için utandım. Anlamaya başlama noktam şöyle oldu: Barış Bildirisi’ne imza atan akademisyenler imzalarını geri çekmezlerse çalıştıkları üniversitelerle ilişiklerinin kesileceğine (atılacağına) dair önce ihtar (tehdit) aldılar, daha sonra da imzasını geri çekmeyenlerin ilişkileri gerçekten kesildi. İmzasını çeken akademisyenlere hiç kızamadım çünkü insanız, korkularımız, zorunluluklarımız, sorumluluklarımız var. Ve bu bağlar bizleri her hareketimizi düşünerek atmamız gereğini beraberinde getiriyor. İmzasını geri çekmeyenlere de kızamadım (kızma sebebim ancak bizleri kendilerinden mahrum bıraktıkları için olabilirdi) çünkü Aristoteles’te öğrendiğim iyiyi hedefleyen düşüncenin eylemle birlikteliğinden gelen erdemin ete kemiğe bürünmüş halleriydiler.
Kant’ı anlamam ise imzasını geri çekenlerle oldu. Bu hocalar zaten düşüncelerini, duruşlarını bir kez göstermişlerdi, şimdi geri çekildikleri için onları kötü sıfatlarla yaftalamaya çalışmak ancak en kötü sıfatları hak etmeyi kabullenmektir. Onların üniversitelerimizde kalması, bizlere mesleklerden önce insanı anlatmaları gerekiyordu; bundan sonra onlar aklın kamusal alanda kullanımını uygulamaya sokmuş ama özel alanda kullanımını kısmen sınırlamışlardı. Kamusal alandaki kullanımlarına erişebileceğimiz için ve bunu üniversitede derslerini engellemeden yaptıkları için tam da Kant’ın dediğini yapıyorlardı.
Ancak hemen imzasını geri çekmeyenlere de baktım, onlar da aynı şeyi yapmışlardı; derslerini aksatmadan kamusal alanı, yani herkesin ve her birinin olanı, herkesi ilgilendireni, aklın kamusal kullanımıyla dile getirmişlerdi, aslında onların da işlerini aksattıkları yoktu. Dolayısıyla onlar da “yanlış” bir şey yapmamışlardı. Ama bu kadar doğruluğu, akademik oluşu, etik eylemde bulunuşu akademi kaldıramadı. Ne diyeyim, Kant’ın aklı akademilerimizi aydınlatamadı.