14 yıl önce kimilerine göre taşra, kimilerine göre “dağ başı” diye, doğayla iç içe kurulmuş işyerimde yaşamaya başladığımda bu tercihimi tuhaf bulan çok sayıda kişi, “Canın sıkılmıyor mu?”, “Kışları da burada mısın?” gibi sorular yöneltirlerdi. Belli ki şehirden uzak, doğaya yakın yaşamayı kendilerine yabancı ya da sadece yazlık bir aktivite gibi görüyorlardı. Sonraları bu bakışın, insanı doğa-dışı bir varlık olarak gören, mutlak bir insan-doğa düalizmi olduğuna karar verdim. Peki bu düşünce neden sorunlu? Bölüp parçalayarak doğa-insan bütünselliğini zedelediği için değil sadece. İnsanın bedensel olarak doğaya aitken, iradesini yöneten zihninin doğa-dışı olduğu varsayımına dayanmasından da. Çünkü bu doğa-dışılık, insan beyninin doğayı aşan özelliklerine dayandırılıyor.
Muhtemelen doğa ve insan arasındaki bu sınırı ilk ören modern bilimsel proje olmuştur. Antik bilim doğayı anlama çabasındaydı, ancak müdahaleci değildi. Bacon ve Descartes'ın öncülük ettiği modern bilimsel proje ise doğayı alt edilmesi, kontrol edilmesi gereken, insan varlığına bir tehdit olarak gördü. Bu bakıştır ki, olanı gözlemleyen, anlamaya ve uyum içinde yaşama yolları geliştirmeye çalışan çözümleyici ve bütünleştirici bir bilim yerine, fethetme, savaşma ve dönüştürme diskurunu ve yöntemlerini kullanan bir bilime ve dolayısıyla kitlesel algıya hizmet etti.
Velhasıl, insanlığın bugün ulaştığı nokta yaşamı ve evreni kendinden ibaret saymaktır. Böylesi bir insan merkezcilik, yabancılaşmanın 21.yüzyıldaki şekillerinden biridir ama aynı zamanda bizleri bir uzay mekiğindeki gibi havada asılı tutarken, toprağa basıp yerleşmekten alıkoyan bir köksüzleşme nedenidir de.
Doğayı korumanın çelişkisi
Ancak doğanın parçası olduğumuza gerçekten inansak da artık doğa bize sadece fikir olarak değil, fiziksel olarak da uzak; beton, demir ve asfalt daha yakın. Bugün dünya nüfusunun yarısı şehirlerde yaşıyor. 2030 yılında bu nüfusun 8 milyar civarı olacağı ve bunun 5 milyarının büyük metropollerde yaşayacağı tahmin ediliyor. Doktora, eczaneye, markete, alışveriş merkezine, ama bundan da önemlisi insan kalabalıklarına daha yakın olma ihtiyacı, aslında modern zaman insanının büyük endişelerinin (!) ve öğrenilmiş bağımlılıklarının bir ifadesi: kendi ekmeğini pişirememenin, kendi kendini eğlendirememenin ve (akut olmadığı sürece) kendi kendini iyileştirememenin bilgisizliği, korkusu ve bunun yarattığı bağımlılık ilişkileri.
Tam bu noktada doğayı koruma meselesinin kocaman bir çelişki barındırdığını fark ediyorum, çünkü “doğayı korumak” insanın doğayla arasına çizdiği sınırı sıradanlaştırıp kendisinin doğanın parçası olmadığı önkabulüne dayanıyor. Kavram doğal değil, çünkü insanı evrende konumlandırdığı yer muğlak. Çok açık ki ağaçların ürettiği oksijeni soluyup, nehirlerin sularını içip, tabiatın sunduğu bitkilerle besleniyoruz, yani doğanın devri sayesinde varlığımızı sürdürüyoruz. Bu döngünün farkında olsak da, artık doğa savunuculuğunu, doğanın sunduğu hammaddelere veya temiz havaya olan bağımlılığımızla gerekçelendirmenin de bir adım ötesine geçmek zorundayız. İnsanı merkeze koyan bir faydacılığa dayanmayan, ama doğayla simbiyotik ilişkimizi göz önünde bulunduran bir doğa etiği geliştirmeliyiz. Çünkü doğanın parçası olmak bunu gerektirir. Bu etiği biyofili kavramına dayandırmayı uygun görüyorum.
Biyofili, ilk kez Erich Fromm tarafından geliştirilen bir kavram. Bios yaşam, philia da sevgi anlamına geliyor, yani biyofili yaşayana duyulan sevgi demek. Sevgiyi bir yana koyalım, ama tüm canlılara karşı yeni bir davranış etiği şart; o da ideal olarak birbirine karşılıklı olarak yarar sağlamak ve bu mümkün olmasa bile en azından zarar vermeme etiği olmalı. Biyofili idealinin en somut şekilde vücut bulabileceği alanlardan birisi de orman terapisi. Çünkü ormanın insanı iyileştiren bir mekân olması anlayışı, doğa-insan zıtlığını da tedavi edecek fikirler barındırıyor.
Orman Terapisi
Orman terapisi, Şinto ve Budist şifa pratiklerinden esinlenen ve Japon hükümeti tarafından 1982 yılında tanınmış olan bir koruyucu tıp uygulaması. Orman terapisinde insanın ait olduğu ortama, yani doğaya dönmesinin onu iyileştiren etkilerine vurgu yapılıyor. Öyle ki, artık orman tıbbı ve orman bilimi denilen alanlar var ve bilim insanları ormanın insan sağlığı üzerindeki etkilerini fizyolojik araştırmalar yaparak saptıyorlar. Örneğin 2005 ve 2006 yıllarında 260 kişi üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, 20 dakika boyunca orman manzarası izleyenlerde stres hormonu da denilen kortizol düzeyi, şehirde yaşayan insanlara göre %13,4 oranında daha düşük çıkmış. Bu demektir ki hiçbir fizyolojik araştırmaya gerek kalmadan, ormanın manzarası bile stresi azaltan etkilere sahip. Işık, renk, ses, koku insanı iyileştiren veya hasta eden unsurlar, dolayısıyla tek başına yeşile bakmanın bile iyileştirici etkisi var. Yerel kültürlerde ormana ve ağaca belli bir kutsallık atfediliyor. Her coğrafyada, ağaca ilişkin farklı gelenekler, inanışlarla karşılaşıyoruz.
Ekopsikolog Norbert Jung’a göre “medenileşen” dünyada artan psikolojik rahatsızlıkların en önemli nedeni doğadan ve doğanın gücünden izole yaşamak. Chiba Üniversitesi’nde Çevre Sağlığı Merkezi Direktörü Yoshifumi Miyazaki insanların 5 milyon yıl doğada yaşadıklarını ve zaten doğada yaşamak üzere tasarlandıklarını, bu nedenle şehir hayatının insanda stres yarattığını söylüyor. Dolayısıyla doğaya döndüğümüzde bedenlerimiz fabrika ayarlarına geri dönüyor. Tokyo’daki Nippon Tıp Fakültesi’nden Li Qing, ormanda zaman geçirmenin ya da Japonların kullandığı tabirle Shinrin-Yoku’nun (orman banyosu) alyuvar aktivitesini artırarak bağışıklık sistemini güçlendirdiğini saptamış. Li bu etkiyi orman havasındaki, bitkilerin ürettiği fitonsit denilen antimikrobiyel bileşiğin veya esansiyel ağaç yağlarının solunmasına bağlıyor.
Essex Üniversitesi’nin bir çalışmasına göre, ormanda sadece 5 dakika hareket etmek bile morali ve özgüveni arttırıyor. Ayrıca ormanda yürümenin tansiyonu düzenleyen, akciğer kapasitesini ve damar esnekliğini artıran etkileri var. Orman, insanların farkında olmadıkları zihinsel yetilerini keşfetmelerini sağlıyor. Ormanla bağlantı iç barış, özgürlük, güvenlik duygusu gibi duygular geliştiriyor, insanların korkularından arınmasını sağlıyor.
Orman terapisi Japonya’da öylesine ciddiye alınmış ki, şimdiden ülke çapında 31 adet orman, orman terapisi “üssü” ilan edilmiş. Orman terapisine beslenme eğitimi ve hidroterapi gibi çeşitli uygulamalar da eklenerek orman terapisi üslerinde insanların hizmetine sunulmaya başlanmış.
Açık hava kliniği olarak orman
Japon diyabetolog Yoshinori Ohtsuka’nın 116 diyabet hastasıyla ormanda yürüttüğü araştırmadan da bahsetmekte fayda var. Çalışma öncesi tüm hastaların kan örnekleri alınıyor ve bedensel performanslarına göre iki gruba ayrılıyorlar. Sonrasında Ohtsuka tüm hastalarını ormana yürüyüşe yolluyor. Gruplardan birisi 1-3 km arası, diğeri 6-7 km’lik yürüyüşlere başlıyor. Yürüyüş sonunda her iki grubun da kan şekeri değerlerinin ciddi oranda düştüğü gözleniyor, üstelik ilaçsız! Yoshinori araştırmasını bir adım öteye taşıyarak çalışmayı tekrarlıyor, ancak bu sefer yürüyüş yaptırmadan, hastaların sadece ormanda vakit geçirmesiyle. Bu sefer, sadece temiz orman havasında yapılan yürüyüşün değil, tek başına ormanda bulunmanın bile kan şekerini düşürdüğünü tespit ediyor. Bunların dışında ormanın ağrı algısında da önemli iyileşmeler sağladığı, dikkatin ağrılı bölgelerden ormana dönmesinin bile ağrı algısını değiştiren etkiye sahip olduğu gözleniyor.
Ormana gitmek eve dönmektir
Doğa, dikkatimizi dışarıdan içeriye yönlendirmeyi, yeni bir perspektif kazanmayı, kendini keşfetmeyi sağlıyor. Kişinin kendini evrende konumlandırmasına imkân sağlıyor. Halk tababetinde kutsanan, yaprakları ve meyveleri ilaç olarak kullanılan, hem neşenin, hem de kederin ifadesi olarak dikilegelen ağaçlar günümüzde “yenisini dikeriz” denilen bir kütük parçasına indirgendi. Yaşamlarımız kökünden sökülürken, betonlarda yaşamayı kanıksamış kitleler aslında evsiz bırakıldıklarını fark etmiyorlar.
Bugün yeryüzünün yaklaşık %30’u ormanlarla kaplı. Bunların her yıl 130.000 km2’sinin yok olduğu, önümüzdeki 20 yılda da mevcut ormanların 1/3’inin yok olacağı tahmin ediliyor. Ormansızlaştırma tüm dünyada bir “trend” olduğuna göre, doğayla ilgili bilgilerimizi artırıp fikirlerimizi değiştirmek, ormansızlaşmayla mücadele ederken ihtiyacımız olan ilk şey.
Doğa, korunacak bir şey değil, korunması gereken bizleriz ve trajik olan şu ki biz kendimizi korumayı bilmiyoruz. İnsanı gerçek anlamda doğanın bir parçası olarak kabul ediyorsak, insanın doğadan kopuşu bir anlamda “kendinden göçmesi” anlamına geliyor.
O yüzden, kaldıysa yakınınızda bir tane, ormana gitmek, eve dönmektir.
Kaynaklar
Traudl Walden, Heilkräfte der Bäume in der Überlieferung der Volksmedizin, s. 1127-1131, Naturheilpraxis, Ağustos 2006.
Vanessa Rehermann, “Stadtdlust, Landfrust”, Zeit Wissen, Nisan/Mayıs 2013, s. 72-74.
Kirsten Segler, Natur tut gut!, Natürlich Gesund und Munter, s. 46-49.