“Hiçbir yer” anlamına gelen “ütopya” sözcüğü, Thomas More’un Ütopya adlı eserine verdiği isimdir ve buradaki anlamıyla kullanılagelmiştir. Ütopyaların ortak ilham kaynağı, insanların adil bir toplumda mutlu yaşamaya layık oldukları inancıdır. Diğer ütopyalardan (Platon’un Devlet, More’un Ütopya, Campanella’nın Güneş Ülkesi) farklı olarak Francis Bacon’un Yeni Atlantis’i bilimsel ve teknolojik gelişmeler üzerine kurulmuştur. Onun ütopyası, daha sonra yazılan ütopyaları ve ütopyacıları da etkilemiş ve bahsettiği pek çok buluş ütopyaya bilimkurgu niteliği kazandırmıştır. Bacon, yaşadığı dönem olan 17. yüzyılda yoğun olarak yaşanan bilimsel araştırmalardan etkilenmiş ve mutluluğun bilimin sunacağı nimetlerden faydalanmakla elde edileceğine inanmıştır. Ona göre bilim, yaşam koşullarını iyileştirecek, insanların hizmetinde kullanılacaktı. Yeni Atlantis verili olan doğaya bağlı kalmanın reddi, bilim ve teknik ile kaderin önüne geçileceği inancıydı. Teknik sayesinde kıtlığın, susuzluğun, felaketlerin önüne geçilebilirdi. Süleyman Evi’nin reisi seralarda yetiştirilen yeni sebze ve meyve türlerinden ve onların olgunlaşma sürelerinin kısalığından bahsederken, bilime ve tekniğe karşı duyduğu iyimserliğin nedenini de temellendiriyordu.
Bacon’dan günümüze bilimsel alanda yapılan çalışmalar sonucunda ortaya çıkan teknoloji ve onun sonuçları üzerine geliştirilen edebî anlatılar, romanın sınırlarını aşıp zamanla farklı biçimler kazanırken, özellikle çizgi roman ve sinema alanlarında yaratıcı endüstrilerin vazgeçilmezi oldular. Bu anlatıların büyük bölümü teknolojinin insan hayatını yok edecek boyutta ilerlemesinden duydukları kaygıları dile getirirken (kara ütopya ya da distopya), bir bölümü Bacon’unkine yakın, mutlu ve umutlu bir gelecek tasavvur ettiler. Kara ütopyalar özellikle dünya savaşları sırasında bilimsel araştırmalar sonucu ortaya çıkan teknolojinin insanın mutluluğuna katkı sağlamak yerine, onun acı çekmesi, katli için kullanılmasıyla geleceğe dair olan umudun neredeyse tamamen ortadan kalkmasının bir sonucu olarak karamsar bir gelecek kurguladılar. Bilimsel çalışmaların, örneğin tıbbın hastaların hastalıklarını iyileştirmek yerine yapılan işkencelerde daha fazla acı vermek için kullanılması, ya da psikiyatrın insanların mental rahatsızlıklarını gidermek yerine, onları daha da “delirtmek” amacıyla uygulanması, bunun ötesinde cephede kullanılan silahların yine son bilimsel çalışmaların bir sonucu olması, bilime ve sonuçlarına dair inancı ve güveni sarsmanın ötesinde neredeyse yok etti. Örneğin bir kara ütopya olan V for Vendetta (Vendetta’nın V’si) 2. Dünya Savaşı’nda Yahudi kökenli Alman vatandaşlarının gaz odalarında öldürülmelerini ve cesetlerinin fırında yakılmalarını bir öykü ana motifi, arka planı olarak kurguya dahil etti; bir başka zaman dilimi içinde örtülü olarak yeniden canlandırdı. Filmin kahramanı V, bir şekilde küllerinden yeniden doğan Simurg gibi, ateşten, fırından kurtularak yeniden doğmuş bir karakter olarak kullanılırken, insana ve onun adaletine duyulan güvensizliğin altını çizerek, Marvel kahramanlarını aratmayacak bir “süper kahraman” olarak ortaya çıkarıyordu. Ya da Matrix serisi, bugün kullandığımız bilgisayarların olanaklı hale getirdiği siber alanların gelecekte bizim reel dünyamız olacağını anlatırken, hiç de eğlenceli olmayan, umutsuz, mutsuz bir gelecek tasavvur ediyordu. Böyle bir gelecek tahayyülü, şimdiki zamanda yaşanan gelişmelerin hiç de umut verici olmamasından ileri gelir. Nasıl geçmişi bugünün kavramsal dünyasından anlama hatasına düşme tehlikesi mevcutsa (anakronizm), geleceği kurgularken ve tahmin ederken bugünün kodlarından yola çıkar, bugünün göstergelerini okuyarak onu tasavvur ederiz. Bilimkurgu geleceği tasarımlarken, şimdide geçen olaylara ve durumlara bağlı kalarak gelecekte yarattığı dünyada şimdiki yaşamı eleştirir. Örneğin Spike Jonze’un 2013 yapımı “Her (Aşk)” filmi günümüz dünyasında birbirlerine mesafe olarak yaklaştıkça, sosyal olarak uzaklaşan modern ve geç-modern dünyanın toplumsal yaşamını çok da uzak olmayan bir gelecekte, teknolojiyi ve onun olanaklarını merkeze koyarak gösterir. Bir bilimkurgu olan Her, tipik bir bilimkurgunun özelliklerini içinde barındırır; gündelik hayatta bize olağan gelen olayları ve durumları bize “yabancılaştırarak” alışık olduğumuz algılama biçimlerinin dışına çıkartır.[i] Öyle ki Her, günümüz dünyasından çok da farklı olmayan bir dünyanın içinde geçer. Kahramanı bizden biridir. Yemek yer, işe gider, arkadaşları vardır, boşanmıştır, yalnız yaşar, yalnızdır. Bu yalnızlık hem narsistik bir kişiliğin nedeni, hem de sonucudur. Yalnız olmak istemez ama diğer insanlara, hatta hayatını paylaştığı eşine katlanamayacak kadar da bencildir. O zaman devreye teknoloji girer. Teknoloji onun var olan eksikliğini giderecek bir araçtır. Fakat bu araç, çoktan yok ettiği şeylerin yerini almış ve yalnızca bir araç olmaktan çıkmış, amaca dönüşmüştür. Heidegger tekniğin başında bir amaç değil, bir araç olduğunu ifade ederken, onu insanlığın bir etkinliği olarak tanımlamıştı. Çünkü “amaçlar koymak, bunlara ulaşmak için araçlar yapmak ve kullanmak insani bir etkinliktir”.[ii] Ancak modern teknik bir şeye ulaşmak için araç olmaktan çıkmış, çoktan “gizemini-açma” anlamından uzaklaşmıştır. Heidegger’e göre bir zamanlar tekhne yalnızca teknik anlamına gelmiyordu. Tekhne bir zamanlar “hakikat-olanın güzel-olan içerisinde görünüşe çıkması”ydı. Sanat da örneğin biricik, çok yönlü bir gizini-açmaydı”.[iii]
Toprağı ekip biçtiğinden itibaren insan, doğaya karşı saldırgan konumundan vazgeçmedi.[iv] İnsan kendisini doğanın bir parçası olarak görmek yerine, onun efendisi olarak konumlandırmış ve her geçen gün ona karşı olan efendi tutumunu sertleştirerek sürdürmüştür. İnsanın doğaya karşı olan tutumu makineyle birlikte artarak saldırgan ve savaşçı olurken ve insan, bu tutumunun bir sonucu olarak doğa karşısında makine sayesinde bir zafer kazanmış görünse de, sermayenin elinde yarattığı makinenin kölesi olmuştur. İnsanın ilerlemesi ve makineleşmesine mesafeli bir eleştirellikle yaklaşan fantastik ve bilimkurgu anlatılarının vazgeçilmez yönetmeni Hayao Miyazaki de, yaptığı onlarca animede insanın doğaya karşı savaşçı tutumunu eleştirmiş ve insanın ona zarar vermeden ilerlemeye devam edebileceğine olan inancı işlemiştir. Bir bilimkurgu olan Nausicaä of the Valley of the Wind (Rüzgârlı Vadi, 1984) ve fantastik filmlerinden Prenses Mononoke (1997) ve daha birçok animesinde Miyazaki, insan ve doğanın savaşını işlerken, doğanın bir düşman ya da alt edilmesi gereken bir rakip olmadığı mesajı vermeye çalışmıştır.
Bilimkurgu sanıldığı gibi bir hayal dünyası değildir, realiteye sıkı sıkıya bağlıdır; realiteyi alır, onu parçalara ayırır ve yine realiteye uygun biçimde sentezler. Onu diğer yazın türlerinden ayıran ise bilimsel tabanlı oluşudur.[v] Son dönemlerde tüm dünyanın büyük ilgisini çeken, ilki 1973 yılında Michael Crichton tarafından yazılıp yönetilen ve günümüze Jonathan Nolan ve Lisa Joy tarafından uyarlanan Westworld (Batı Dünyası) dizisinde teknoloji bu defa insanın bitmek bilmez mutluluk arayışının varacağı son noktanın ne olabileceği üzerine bir kurgudur. Günümüzün gelecekteki eleştirisi olan Westworld, artık dondurma, hamburger, seks ve akıllı telefonunun insana mutluluk vermediği bir gelecekte, geçici ve doymak bilmez hazlar yerine kalıcı hazları vaat eden bir dünyadır. Westworld, iki bilim adamı tarafından tasarlanan ve içinde siborglardan oluşan bir sürü oyuncağın olduğu bir oyun dünyasıdır aslında. Bu dünyada her gün, bir önceki günün aynısı olarak tasarlanmıştır. Burada insanlar seks ve öldürmenin verdiği sınırsız hazzı legal bir şekilde para ödeyerek elde ederler. Siborglardan oluşan bu oyuncaklar ve onların kurgusal dünyası insanları mutlu etmek için tasarlanmıştır. Filmin en çarpıcı karakterlerden biri olan The Man in Black, bir oyun dünyası olan Westworld’e bir gün herkes gibi para ödeyerek gelir ancak bir süre sonra, kendi gerçek dünyası ile bu dünyayı kıyaslamaya başlar ve geri dönmek için geçerli bir neden bulamaz ve sonunda “kalıcı” haz arayışının kölesi olarak tüm hayatını Westworld’e harcar. Bu adamın en güzel balığın, domatesin, şarabın, dondurmanın ya da en son model telefon ya da otomobilin arayışı ve beklentisinde olan günümüz insanından bir farkı yoktur aslında. Bugün yaratıcı endüstrinin vazgeçilmezi olan bilgisayar oyunlarına bir dünya para ödeyerek zaman harcayan insanın Westworld’e giden ve tüm o barbarca davranışları sergileyen insandan çok da bir farkı yoktur. Çünkü mutluluk büyük kapitalistler tarafından haz olarak tanımlandıktan sonra, artık insanın gökyüzüne bakıp Budist rahipler gibi her şeyden elini eteğini çekerek yeniden mutlu olması mümkün görünmemektedir. Yuval Noah Harrari’nin Homo Deus’unda da hatırlattığı gibi, Epikür’ün mutluluğun ölçülü yaşamaktan geçtiğini söylemesinin üzerinden 2300 yıl geçmiştir. Ölçünün olmadığı kapitalist dünyada, ölçülü olmaya gerek de yoktur artık. İstediğin kadar yiyip, içebilir, gezebilir, seks yapabilir ve hatta son noktada Westworld’de öldürebilirsin. Ancak Westworld aynı zamanda hazzın geçici olduğunun ve yeni deneyimlerin her zaman daha fazla arzuya neden olacağının bir kez daha altını çizerken, ikinci sezonda bu dünyayı bir oyun olmaktan çıkarıp insanı avlayan konumundan avlanan konumuna düşürerek en temel haz olan hayatta kalmanın verdiği hazzı yaşatmayı vaat edeceğe benziyor. Evrim halkasının sonunda yer alan insanın yerini bu defa siborglar alacak ve kendisinden daha zayıf türleri yok ederek hayatta kalmanın hazzını yaşayan insan belki de bugüne kadar yok ettiği türlerden birine dönüşecek ve belki de türü yok olacaktır.
Ölçüsüzlüğünün sınır tanımazlığı ile insan teknolojiyi doğaya saldırganca bir meydan okumanın aracı olarak kullandığından bu yana, kendini doğanın efendisi olarak görmüştür. Teknoloji insanın en temel ihtiyacı olan açlığı ortadan kaldırmak amacıyla toprağı ekip biçmek ve masallardaki bolluk ülkelerini gerçeğe dönüştürmek için bir araçken, bugün açlığın gelişmiş ülkelerde çoktan ortadan kalktığı bir dünyada artık insanın en temel ihtiyacı haline gelen mutluluk ve onu gidermenin yolu olan hazzı doyurmanın bir aracına dönüşmüştür. Teknoloji başından itibaren insanın yoksun olduğu şeyleri gidermenin bir aracı olarak, yok ettiklerini yeniden var etmenin de vaatlerini taşımıştır. Böylece insan ve teknik birbirine bağımlı hale gelmiş, yok etme ve var etme döngüsünde varlığı vazgeçilmez bir yer edinmiştir. Bu sürecin nasıl sonuçlanacağını elbette bilmek imkânsız, ancak günümüzde insanın teknolojiye olan bağımlılığı arttıkça, diğer insani pek çok şeyden uzaklaştığını görmemek de imkânsız. İnsan türünün kendisi tarafından yok edileceğini düşünmek her ne kadar olası görünmese de, bilimkurgu filmleri bu olasılığı işleyerek aslında bir uyarı mekanizması görevi de görmektedir. Gelecek, bugünün kodlarıyla okunduğunda hiç de parlak görünmüyor. Makine sermaye sahiplerinin elinde ve kontrolünde olmaya devam ettikçe ve sermaye sahipleri daha fazla para hırsıyla hareket etmeye devam ettikçe, gelecek insanın yarattığı şey karşısında yenileceğinin işaretlerini şimdiden bize gösteriyor. Teknoloji üzerindeki kontrolünü çoktan yitirmiş olan insanın bir sonraki türe yol açacağını, dolayısıyla kendi türünün sonunu kendi elleriyle getirmeyeceğini, hele yapay zekâ hakkında kehanetlerde bulunan bilim insanlarının sesleri yükselirken, kim garantileyebilir?
[i] Ünsal Oskay (1982), Çağdaş Fantazya, İstanbul: Der Yayınları, s. 22.
[ii] Martin Heidegger (1997), Tekniğe Yönelik Soru, çev. Doğan Özlem, İstanbul: Afa Yayınları, s. 56.
[iii] a.g.e., 79
[iv] a.g.e., 67-69.
[v] Zühtü Bayar (Aralık 2002), “Bilimkurgu Ütopyalardan Yola Çıkan Bilimsel Tabanlı Bir Edebi Türdür”, Hürriyet Gösteri, sayı 244.