Biri AKP hükümetinin diğeri de AKP’li İstanbul Belediyesi’nin iki yeni marifetiyle karşı karşıyayız. Bu iki marifet de Türkiye solu için, kendisiyle sınırlı kalmadan kendi değerlerini anlatabileceği, kamusallığı ve de kamu çıkarını yeniden tarif ve taltif edebileceği bir fırsat sunuyor. Aşağıda kısaca değineceğim bu iki konuda Türkiye solunun, ilgili tüm kişi ve kurumlarla birlikte bu uygulamalara karşı net bir direniş örgütlemesinde büyük fayda var.
KONU 1: ÖZEL İLK VE ORTA ÖĞRETİM KURUMLARINA ÖĞRENCİ BAŞINA
1000 YTL KAMU KAYNAĞI AKTARILMASI PROJESİ
AKP hükümetinin bu cin projesi, kamunun eğitimden kaçış hamlesinin yeni bir halkası olarak karşımızdadır. Özel ilk ve orta öğretim kurumlarından yararlanabilen öğrenci sayısı Türkiye’de çok cüzi miktardadır. Bu okullar oldukça yüksek eğitim ücretleriyle nüfusun en üst %5-10’luk gelir dilimine hizmet vermektedir. Öte yandan herkesin malumudur ki devlet okulları perişan haldedir ve giderek daha da perişanlaşmaktadır. Özel ve devlet okulları arasındaki altyapı, öğretmen kalitesi ve genel olarak imkanlar açısından fark zaten uçurum şeklindedir ve giderek açılmaktadır. Kamu bütçesinden eğitime ayrılan pay, acınacak haldedir. Durum buyken ve kamu okullarına acilen daha çok kaynak aktarılması ve radikal bir eğitim reformu ihtiyacı varken, AKP hükümeti özel okullara kamu kaynağı aktarmayı düşünebilmektedir. Ne için? Yılda 10 ila 20 bin YTL civarinda seyreden özel okul ücretlerini 9 ila 19 bin YTL’ye düşürmek için mi? Bunun nüfusun %90-95’ine ne faydası var? Yılda 10-20 bin YTL verebilen %5’lik kaymak tabaka için bu 1000 YTL’lik muhtemel indirimin ne önemi var? Hangi sınıfları, ne için ve nasıl destekliyor bu proje? Herhangi bir kamusal çıkar var mı bu işte? Madem aktarılabilecek bu kadar kaynak var, perişan durumdaki devlet okullarına aktarmak neden akla gelmiyor?
İlk ve orta öğretimde özel okullar zaten var ve işlerini yürütüyorlar, giderek sayıları artıyor. Bu artışın eğitim kalitesinde talep edilen ücretlerle orantılı bir artışa tekabül etmediğini herkes biliyor. Bu okullara çocuğunu gönderebilenlerin bir kaç gönderme nedeni sıralanabilir: 1) Sınıfsal seçkincilik (‘çocuğum yoksullarla okumasın, kendi gibilerle okusun, arkadaş olsun’ tavrı); 2) Devlet okullarının maddi altyapısının (binaların, eğitim teknolojisinin, sınıf ve öğretmen başına düşen öğrenci sayısının, öğretmen kalitesinin vb.) perişan düzeyi; 3) Yabancı dil meselesi; 4) Devlet okullarında çocukları eğip büken kıran, ceberrut bir disiplin ve müfredat anlayışının daha çok hakim olması.
‘Sınıfsal seçkincilik’ gibi bir saikle özel okullara yönelenler için söylenecek bir şey yok. Onlar 1000 YTL’lik yardım olsa da olmasa da bu yolda olacaklardır. Diğer nedenler ise devlet okullarının kalite problemlerine dair en önemli eksenleri oluşturuyor. Bu problemleri çözmek için de iki şeye ihtiyaç var: para ve kapsamlı/radikal bir eğitim reformunu düşünüp, planlayıp, uygulayabilecek bir zihniyet. Özel okullara öğrenci başına 1000 YTL’lik yardım projesi, devlet okullarının ihtiyacı olan şeyin para kısmını daha da zora sokuyor ve özel okullarla devlet okulları arasındaki zaten haksız olan rekabet ortamını daha da haksız hale getiriyor.
Özel okulların bu şekilde ekstra dopingle beslenmesinin daha tahripkar başka bir sonucu da var. Bugün bile Türkiye toplumunda sözü geçen ya da sözünün bir ağırlığı olan, söz kuran insanların –ki bunlara siyasi, ekonomik ve entellektüel elitler diyebiliriz- yüzde kaçı çocuklarını devlet okullarına gönderiyorlardır? Geneli bırakalım, soldaki siyasi/entellektüel elitlerde bu oran ne kadardır? Bu konuda sol-sağ artık çok fark etmiyor, acı gerçek şu ki bu elitlerin çoğu çocuklarını özel okullara göndermeyi tercih etmektedirler. Bu eğilim bu hızda devam ederse, şimdiden epeyce oturmuş olan bir durum iyice pekişecektir. O durum da toplumu (ya da içinde bulunduğu yereli) etkileme ve mobilize etme potansiyeli yüksek olanların (‘kanaat önderi’ denilen tür) çocuklarının özel okullarda, böyle bir potansiyeli olmayanların çocuklarının devlet okullarında daha da net bir şekilde katmanlaşarak okuması demektir. Bunun doğrudan sonucu, devlet okullarına daha da kayıtsız kalınması, daha da az dert edilmesi olacaktır. Devlet okullarında okuyan çocukların velileri arasında hep bir hoşnutsuzluk olabilecek ama bu hoşnutsuzluğu dile getirebilecek, örgütlenebilecek, bir şeylerin değişmesi için zorlayabilecek insan malzemesi çok büyük ölçüde özel okullara kaymış ve devlet okullarına daha da kayıtsızlaşmış olacaktır. Sonuç, özel ve devlet okulları arasındaki uçurumun katlanarak artmasıdır.
ABD deneyimi, bu sonucun en çarpıcı örneğidir ve ABD’de özel okullar ve seçkin bazı devlet okulları dışında genel eğitim kalitesi yerlerde sürünmektedir. Bunun da gayet bilinçli bir tercih olduğu vurgulanmalıdır. ABD’deki sistem, öğrencilerin az bir kısmının kaliteli, büyük bir kısmının ise kalitesiz bir eğitim alması üzerinden kendisini idame ettirmektedir. Kaliteli bir eğitim, eleştirel bir akıl ve çok katmanlı bilgi demektir. Sistem, bu yetilere ve donanıma sahip az sayıda insana ihtiyaç duymakta ve onları hızla nimetlerinden yararlandırmaktadır. Geniş kitlelerin ise bu nimetlerden hakça bir pay alması zaten mevcut sistemin doğasına aykırıdır ve kalitesiz eğitim, hak talep etme, sosyal değişim peşinde olma gibi muhalif arzuları törpülemede ve sistemin ideolojik manipülasyonlarına açık halde tutmada çok önemli bir rol oynamaktadır.
Türkiye’de de gidişat bu yöndedir. Türkiye’deki sistemin ihtiyaç duyduğu donanıma sahip (kendi çapında ‘kaliteli eğitim almış’ diyelim) öğrencilerin yetiştirilmesi görevi büyük ölçüde sınavla girilen Fen ve Anadolu liselerine ve de becerebildikleri oranda özel okullara bırakılmıştır. Geri kalan devlet okullarındaki eğitim giderek daha çok ‘bilmeyen ve düşünemeyen’ öğrenciler yetiştirmektedir (istisnalar kaideyi bozmaz ve Fen/Anadolu liselerindeki eğitimin gerçekten ne kadar kaliteli olduğu tartışmasını da şimdilik bir kenara bırakalım). Mevcut sistem, öğrencilerin (yurttaşların) çoğunun ‘bilen ve düşünen’ insanlar olmasına ihtiyaç duymamakta, hatta bunu tehlikeli saymaktadır. O halde geniş kitleler için tasarlanan eğitimden beklenen, bilme ve düşünme yetilerini geliştirmek değil, tam tersine, basitlik ve itaatkarlıktır. Bu da bir toplumun uzun vadede kendi kendini sakatlamasının herhalde en garantili yoludur.
AKP hükümetinin ‘özel okullara öğrenci başına 1000 YTL yardım’ projesi, görece küçük bir adım olarak görülebilir, ancak bariz ve uzun erimli bir stratejik/ideolojik tercihin eşik atlatıcı bir hamlesidir. Bu eşik atlandıktan sonra daha büyük adımlar daha kolay atılabilecektir. O yüzden, eğer ‘eğitim bizim ve çocuklarımızın bugünü ve geleceği’ ise bu mevcut projeye sonuna kadar direnilmeli ve bununla birlikte radikal bir eğitim reformu talep edilmelidir.
KONU 2: İSTANBUL’U BAŞTAN BAŞA
‘OTOYOL TÜNELLERLE’ DONATMA PROJESİ
AKP’nin diğer akla ziyan projesi İstanbulluları ilgilendirmektedir. İstanbul Belediyesi bir anda şapkadan tavşan çıkarıyor misali şehrin neredeyse bütün tepelerinin altından geçen bir otoyol tünel ağını yakın bir zamanda gündeme getirmiştir. Hadi birilerinin aklına esti ve gündeme getirdi diyelim, bu şehrin hemen her şeyini bu denli etkileyecek olan bir projenin dillendirildikten sonra İstanbullular tarafından epey bir süre etraflı bir şekilde tartışılması/değerlendirilmesi gerekmez mi? AKP’li Belediye’ye göre gerekmiyor olacak ki, proje açıklandıktan birkaç hafta sonra inşaata başlanacağı bildirilmektedir.
Öncelikle, bu kadar büyük bir projeyi yangından mal kaçırırcasına uygulamaya sokmak bu şehirde yaşayanlara en büyük saygısızlıktır ve kabul edilebilir hiç bir yanı yoktur. Sırf bu nedenle bile bu proje esaslı bir direnişi haketmektedir. Ancak mesele yalnızca bu ‘acilci’ tavır değildir.
Temel sorumuz şu: İstanbul’a bu kadar çok/uzun, çift şeritli yeraltı otoyolları yapmak kime/neye hizmet edecektir ve bunun bedeli ne olacaktır? Ek olarak, en uygun tercih bu mudur?
Bu projenin temel gerekçesi ‘İstanbul trafiğini rahatlatmak’ olarak açıklanmıştır. Gerçekten İstanbul’un devasa bir trafik sorunu vardır ve çözüm beklemektedir. Dünyadaki ve Türkiye’deki tecrübeler, şehir-içi trafik/ulaşım sorunun çözümü için getirilen ‘daha çok otoyol’ tarzı çabaların ancak kısmi ve geçici rahatlamalara yol açtığını, esas/kalıcı çözüm yolunun ise trafiğe çıkan araç sayısının azaltılmasından geçtiğini göstermektedir. Bunun yolu da yaygın ve etkin bir toplu (kamusal) taşımacılık sistemidir. Bu da metropoller için, 19. yüzyıldan başlayarak, metro ağı demektir.
İstanbul’un trafik sorunu da yaygın bir metro ağına sahip olmadan çözülemez. Tünel kazılacaksa ve bu kadar para akıtılıp bu kadar uzun tüneller kazılabileceği düşünülüyorsa, orta/üst sınıfların fantazilerini ve yaşam tarzlarını besleyen otoyol-tüneller değil, bariz bir kamusal çıkar üstünlüğüne sahip olan metro-tüneller inşa edilmelidir. ‘Her ikisini de yaparız’ tarzı retorik laflarla avunacak halimiz yoktur. İstanbul Metrosu için kaç yılda ne kadar tünel kazıldığı ve bu işin ne kadar ağırdan alındığı ortadadır.
Elinizde sonsuz kaynak yok ise, yapmak istediklerinizi bir öncelik sırasına koyarsınız. Şehir-içi ulaşım gibi bir sorunda bu öncelik sırasının başında en yüksek kamusal çıkar gözeten projelerin olması gerekir. Bu aynı zamanda ideolojik bir tercihtir. AKP’li İstanbul Belediyesi’nin bu konudaki tercihi, kamusal yarardan değil, orta/üst sınıfların çıkarlarından yanadır. Üstelik, orta/uzun vadede otoyol-tüneller projesi trafik sorununu çözmüş olmayacağı için orta/üst sınıf çıkarlarına hizmet de ancak kısa vadelidir. Nihai olarak bu projeden kalıcı kazanç edinecek olanlar, inşaat ihalelerini alacak olan inşaat şirketleri ve onlarla bağlantılı çalışan politikacılar ve bürokratlar olacaktır. Bu otoyol-tünel projesi, belediye bütçesinin karadelikleri olmaya adaydır ve birileri bu işten zenginliğine zenginlik katarken, İstanbulluların çıkarına hiç bir şey çıkmayacaktır.
Bütün bu nedenlerle, İstanbulluları basit bir sloganın altında hareketlendirip bir direniş örgütlemeye ihtiyacımız var:
‘Tünel kazmaya bu kadar meraklıysanız, buyrun metro inşaatına!’