Büyük anlatılara alışmıştık, gizliden gizliye güven veriyorlardı ve çetin ceviz çıkmışlardı; büyük anlatıları inşa edenler, yaşasalardı, büyük anlatıların takipçiliğine soyunan ardıl kuşakların kararlılığına hayranlık duyacaklardı. Büyük anlatılar sayesinde geleceğin belirli bir yörüngeye gireceği inancı söz konusuydu; kuram olarak yazılıp çizilenler bir gün mutlaka gerçekleşecekti, ne de olsa irade aracılığıyla tarihin akışı bizi oraya sürüklüyordu. Birine göre “devrim olacak”tı söz gelimi; işçiler çalınan haklarına kavuşacak, kadınları ikinci sınıf kılan değerler alaşağı olacak, ırksal eşitsizlikler son bulacaktı. Bir diğerine göre “Altın Çağ gelecek”ti; fi tarihinde bir dönem lekesiz yaşadığına inanılan bir dindarlar topluluğunu örnek alanlar, inandıkları dinin egemen olduğu bir dünyada her türlü kusurdan arınmış bir şekilde varlıklarını sürdürebileceklerdi. Bir başkasına göre “pazar dengesini bulacak”tı; serbest piyasanın içinde kimin olduğu belirlenemeyen bir el, kendi söküğünü diken bir terzi gibi davranarak serbest piyasanın yaratabileceği bozuklukları sağaltacaktı.
Karmakarışık hale gelmiş yapısal sorunları çözme iddiasında bulunan büyük anlatılar, Jean-François Lyotard’ın savladığı gibi, uygarlığımızın azımsanamayacak bir bölümünü işgal ettiler.[1] Geride bıraktığımız yüzyılda ise birer büyük anlatı olarak komünizm, köktendincilik ve liberalizm bir taht kavgası içine girmişlerdi: Ulu bir ereği yücelttiklerini iddia ederlerken geleceğe ilişkin kaybolup gitmiş bir umudu da diriltiyorlardı.
Altın Çağcı ve serbest piyasacı büyük anlatıları bir tarafa bırakıp devrimin büyük anlatısına odaklandığımızda karşımızda bir düğüm beliriveriyor; çünkü post-moderniteyle başlayan süreçte içine kapanık bireylerin ve kutu kutu olmuş kentlerin düzeninde devrim, büyük anlatısıyla beraber, devamlı okunan ve bitmeyecekmiş gibi duran bir metni andırıyor. “Devrimin büyük anlatısı için her şey beklendiği gibi mi oldu?”, “Devrimin büyük anlatısına hâlâ dinç ve çekici diyebilir miyiz?”, “Devrimin büyük anlatısının kendini haklı çıkardığına tanık olacak mıyız?” sorularının yanıtlarını tarih verecek, ancak biz o sorulardan ilişkilenmemizin daha kolay olduğu bir soruya atlayabiliriz: Devrimi isteyenler, devrimin büyük anlatısının ufkunda devrim sonrasının gerektirdiği koşulları şimdiden bireysel yaşamlarında yeşertmeye, başka bir ifadeyle, inandıklarına uygun olarak yaşamaya çalıştılar mı?
Devrimin imlediği değerler arzu edilebilir olabilirken devrim düşünün de içi boş olmayabilir. Ne var ki, devrim için uğraşanların en büyük sorunlarından biri, devrim olduktan sonra çoğu konuda, neredeyse tamamen ve kendiliğinden bir düzelme olacağına duydukları inanç nedeniyle bireysel yaşamlarını sorgulamamaları ve değişimin gerektiği noktalarda harekete geçmemeleridir.
Sorun sadece devrimin büyük anlatısına inananlarda mı? Pek de sayılmaz... Ağzından “adalet”, “eşitlik” ve “özgürlük” sözcüklerini esirgemeyenlerin ya da devrimi savunsak da savunmasak da devrimin büyük anlatısının taşıdığı değerlere inanan bizlerin de sorgulamamız gereken bireysel yaşamlarımız var. Bireysel yaşamlarımızı sorgulamaya hemen her şeyden başlayabiliriz ve bitirmemizin bir sınırı yoktur; gözüpeklik istese de bitirmememiz ve bitirmek istemememiz daha doğrudur.
Örneğin dilimiz... Kadınları ve LGBT+ bireyleri aşağılama malzemesi yapan küfürleri sık sık değil ama bazen kullanmak kulağa nasıl geliyor? (Dürten bir ses, “Ne olacak, arada bir kullanabiliriz,” diyor.) Sözü edilen küfürleri hiç kullanmamak, diğer bir deyişle, onları salt başkaları ile beraberken değil, kendi kendimizle kaldığımızda içimizde yankılattığımız o seste de kullanmamak kimilerine “katı” gelebilir.[2] Hatta, o küfürleri hiç kullanmamanın sonu bir yere varmayan, seçkin ortamlarda yalıtık tartışmalar içinde boğulup kalan “politik doğrucu” bir tavrın uzantısı olduğu iddiasında da bulunulabilir. Ancak her gün sayılamayacak kadar çok kadının ve LGBT+ bireyin kimliklerinden ötürü incitildiği, eğitimden dışlandığı, işe alınmadığı, dövüldüğü, tecavüze uğradığı, tecavüze uğradığı için suçlandığı ve ticaret nesnesi haline getirildiği bir dünyada kadınları ve LGBT+ bireyleri küçük düşüren küfürleri kullanmak, gerçekliğin talep ettiği ciddiyetten ve gerektirdiği duygudaşlıktan kopuk olmak anlamına geliyor. Hele ki söz konusu kopukluğu “katı olmamak” ya da “politik doğrucu olmamak” gerekçeleriyle meşrulaştırmaya çalışmak ve o küfürlerin küfür edende leke bırakmadığını sanmak derin bir yanılgıya işaret ediyor. Kadınlara ve LGBT+ bireylere karşı kullanılan küfürler psikolojimizi, ötekilere bakışımızı, yaşamı deneyimleyiş biçimimizi etkilerken ezilenlerle olan bağlantımızın da bir öfke ânı ya da şaka merakı uğruna silikleşmesine neden oluyor. O halde, kadınların ve LGBT+ bireylerin cinsiyetlerinden ve cinsel yönelimlerinden dolayı dezavantajlı kılınmadığı bir büyük anlatıyı ateşlice savunmaya başlamadan önce dilimizde yumak yumak olmuş ve diğerlerine ağır gelen, ağırlık yükleyen o fazlalıktan kurtulmak etik yükümlülüklerimizden biri olarak karşımıza çıkıyor.
Tabağımızda neler var? “İktidar” ve “sömürü” üstüne dersler verirken eti acı verici yöntemlerle bedeninden sıyrılarak alınmış ya da işkencelerle dolu bir esaretin ardından aniden boğazı kesilerek katledilmiş bir hayvanın parçalarını yiyor muyuz, sözgelimi? Aynı ortama kapatıldığı kızgın bir boğayla rızası dışında döllendirilen ya da tecavüz askısına bağlanıp bir şırınga aracılığıyla rahmine akıtılanlar nedeniyle doğurmak zorunda bırakılan bir ineğin, yavrularının gelişimi için sağladığı sütü içiyor muyuz? Yavrularından sonsuza denk ayrılan, daha sütü bile kesilmeden tekrar tekrar hamile bırakılan, ömrü beşte birine inen, öldürülür öldürülmez de eti için fabrikaya gönderilen bir ineğe daha başka birçok yöntemle şiddet uygulayan bir sektöre akşam yemeğine keyif sosu hazırlarken aldığımız yoğurt ve tereyağı ile destek oluyor muyuz? Küçücük kafeslerde tutulan, genetiği değiştirilmiş yemlerle şişirildikten sonra ayakları kırılan, normalden katbekat fazla olacak şekilde çiftleştirilen, zamanı geldiğinde de traktör büyüklüğündeki makinelerle parçalanan tavukları boğazımızdan geçiriyor muyuz? Satın aldığımız yumurtaları tüketirken dişi civcivlerin de benzer bir süreçten geçirilmek için ayrı tutulduğunun, erkek civcivlerin ise stresten birbirlerini parçalamasınlar diye sanayiye özel olarak tasarlanmış gaga kesim makinelerinde gagalarının kesildiğinin ve ardından katledildiklerinin farkında mıyız? Balıklar, arılar ve diğer hissedebilir, yaşam farkındalığına sahip, özerkliği olan canlılar... kullanım alanımızda mı? Düşünceleri türcülüğün reddine dayanan ve “eşit gözetilme ilkesini hayvanlara uygularsak, bütün insanları kapsayacak şekilde genişlettiğimiz temel bir hakkı hayvanları da kapsayacak şekilde genişletmek zorundayız: Bu temel hak eşya olarak muamele görmeme hakkıdır”[3] diyen Gary Lawrence Francione’dan esinlenerek, çağımızın, hayvanlara yönelik etik yükümlülüklerimizin veganlık merkezinde içselleştirilebileceği ve bireysel, kültürel, yasal değişimlere gebe olan bir aralığı temsil etmesi gerektiğini söyleyebiliriz. Bir büyük anlatı, insanın dışında kalan canlıların haklarına, acılarına, yaşamlarına yönelik bir şey demiyorsa, kalıplaştırdığımız varsayımlarımızı sorgulamanın zamanı gelmiş demektir.
Irk eşitliğine inanıyoruz, değil mi? Ne var ki savaşla beraber evleri yıkılan ve yurtlarını terk etmek zorunda kalan göçmenlerle karşılaşmak istemiyoruz. Onların kendilerini tanımladıkları ya da tanımlamadıkları ırkları bile bilmeden, sadece aynı ülkeden geldikleri için aynı ırktan olduklarını varsayıyoruz, bir de üstlerine kimi sıfatlar yüklüyoruz; “tembel”, “suçlu”, “pis” ve çok daha kötüleri... Beden ölçümleriyle bir ırkın başka bir ırktan üstün olduğu yargısını taşıyan ve zamanla çöp kutusundaki yerini bulan antropolojik tezleri kabul ettirmenin ve dolaşıma sokmanın belki de en kolay yolu yabancı nefretinden geçiyor. Üstelik unutmamalıyız ki kişilerin doğdukları ülke sınırlarına hapsedilmeleri, haklarını ihlal eden süreçlere kapı aralıyor: Sağlık ve eğitim adaletsizliklerine neden oluyor, kaynakları bir kesime özgüleyip diğer kesimden alıkoyarak tekelleştiriyor, özgürlüklerin nüfuzlu kullanımına engel oluyor ve şeyleri “yasal” ve “yasadışı” kılan, kılıçtan keskin cümlelerin gücüyle kişileri verili bir zaman-mekân örüntüsüne yazgılı kılıyor. Sonuçta, rastlantı eseri burada doğmuş kişiler olarak, rastlantı eseri başka bir yerde doğmuş kişileri “Sizin buraya gelmeye hakkınız yok, gelmeyin!” diyerek kovmak, ırk eşitliğini temeline koyan ve ayrıcalıklarımızı başkalarıyla paylaşmamızı gerektiren etik yükümlülüklerimize uymuyor. Yanı başımızda olan biteni bilmek ve gelenleri kucaklamak, benimsediğimiz değerlere gölge düşürmüyor, aksine, bize tutarlılık kazandırıyor.
Kullandıklarımızı düşünelim. Bazı eşyalarımız adına “ter atölyeleri” denen fabrikalardan çıkıyor ve bizler de kölelik koşullarında çalıştırılan işçilerden tarafından üretilmiş nesneleri elimizin altına alıyor, giysileri üstümüze giyiyor, mobilyaları evimize döşüyoruz. “Eylemlere giderken giydiğiniz ayakkabıları ter atölyelerindeki işçiler üretiyor,” yargısındaki doğruluk, ter atölyeleri doğuran kapitalizmin vahşetini nasıl tersyüz edebileceğimiz üstüne düşünmeye çağırıyor bizi; Bombalara Karşı Sofralar’ın, takas pazarlarının, armağan ağlarının, kendin-yap geleneğinin içinden su yüzüne çıkan bir yanıtı takip ederek Deleuzyen-Guattariyen “kaçış çizgileri”ni yakalama şansımız var. Benzer bir şekilde, kullandıklarımızla iklim değişikliğinin nedenleri arasında olduğumuza göre satın aldıklarımızı, yolculuklarımızı ve alışkanlıklarımızı yeniden düzenlemeye gönüllü olmalıyız. Belki ormanın içindeki bir kulübede John Zerzan gibi yaşamayacağız ya da Digambara rahiplerinin inzivacılığına bürünmeyeceğiz; ama karbon ayak izimizi düşürmek için tüketim davranışlarımızı değiştirebilir, belirli bir tutar karşılığında karbon ayak izimizi azaltacak ya da sıfırlayacak yöntemlere kaynak ayrılması demek olan “karbon dengelemesi” yapabiliriz. İklim değişikliğinin tersine çevrilmesi için geçen her boş an, hakları ve refahları savunulan yoksulların ve ezilenlerin tarım arazilerini kaybetmeleri, su bulamamaları ve ölüme bırakılmalarına eşdeğer. Dünyayı yıkıma götüren üretim/tüketim süreçlerini es geçmeyelim ve önemsediğimizi söylediğimiz kişilerle aramızda, ne kadar uzun olsa da, karşılıklılık zinciri üstünden bir bağımız olduğunu tekrar tekrar vurgulayalım.
Servetimiz de nereden geldiği ve nasıl kullanılması üstüne kafa yormamız gereken başat ögelerden biri olarak beliriyor. Günlük 1,9 doların altında yaşayan ve “aşırı yoksul” olarak tanımlanan bir milyarın üstünde insan olduğunu, besin eksikliği çeken ve sıtma ve bağırsak kurtlanması gibi korunması ve tedavisi için birkaç dolar gereken ama ölümcül olabilen hastalıklardan çeken yüz milyonlarca çocuk olduğunu anımsadığımızda, ayrıcalıklı bir kesim içinde olduğumuz gerçeğini tanıyabiliriz. Çoğumuz, orta gelirli bir ülkede bizi orta gelirli bir yurttaş yapan servetin küresel düzeyde devasa bir zenginlik olduğunun farkında değiliz.[4] Servetimiz bizim doğuştan hak ettiğimiz bir şey değildir; uygarlığın ilk dönemlerinde servetin belirli erklerde toplanmasını sağlamak için kurgulanmış, kan bağına dayanan kabile ahlâkının yasalar yoluyla “miras” adı altında süreğen kılınmasıdır. Üstelik servetimiz, içine doğduğumuz ailenin sosyal olanaklarından ve ülkenin getirdiği sağlık ve eğitim hizmetlerinden yararlanmamızı da sağlayan, o açıdan da araladığı olanaklarla zengini daha sağlıklı, eğitimli ve zengin, yoksulu da zengine görece daha sağlıksız, eğitimsiz ve yoksul bırakmaya yatkın bir sistemin işleticisidir. Yaşamda kazandığımız başarılarımızın da önemli bir bölümü temelde bizden değil, tarihin doğru yerinde ve doğru ânında doğup yetiştiğimiz için bize sunulan ve bizim de akıllıca işlediğimiz ayrıcalıklardan ibarettir. Sadece o kadar da değil: Elimizde tuttuğumuz ve yoksullarla paylaşmadığımız servet, onların aleyhine olan bir düzenin korunması ve yeniden üretilmesi demektir; ne de olsa rastlantısal olarak üstüne konmuş bulunduğumuz servetin bizim hakkımız olduğu söyleniyorsa, o servetin alıkonulduğu yoksulların da söz konusu servet üstünde rahatlıkla hakkı olmalıdır. Sonuçta yoksullar, yasal olarak değil, ama etik olarak servetimizin üstündeki hak sahipleri oluyorlar. (Derek Parfit’in o sözünü hatırlayalım: “Bazılarımız, biz zengin insanların servetimizin ne kadarını en yoksul insanlara vermekle yükümlü olduğumuzu soruyor. Ne var ki bu soru vereceğimiz servetin bizim olduğuna ilişkin yanlış bir varsayımda bulunuyor. Bu servet yasal olarak bizimdir. Ama en yoksul insanların bu servetin bir bölümüne yönelik etik hakları bizimkinden çok daha güçlüdür.”[5]) İç açıcı haber o ki servetimizi kimlere, ne ölçüde ve en etkili nasıl dağıtabileceğimizi çalışan, Türkiye’de henüz çokça bilinmeyen bir felsefi akım ve sosyal hareket var: Efektif altruizm. Efektif altruizm, Peter Singer’ın 1972’de yayımladığı “Bolluk, Kıtlık ve Ahlak”[6] makalesinde ortaya attığı, bizden uzakta olan ama acı çeken yabancılara karşı birtakım etik yükümlülüklerimiz olduğu yargısının uzantısı olarak 2000’li yıllarda olgunlaştı. Filozoflardan ve bilim insanlarından oluşan araştırmacılar, dünyaya “en yüksek yararı” sağlamak amacıyla çıktıkları yolda küresel sorunların hangilerinin öncelikli olduğunu saptamak, saptanan öncelikli sorunların çözümü için kanıt temelli çalışmalar yürütmek ve yardım kuruluşları arasında birim kaynak başına daha “efektif” olanlara bağış yapılması için ikna kampanyaları yürütmek için efektif altruizmi kurdular. Servetlerinin önemli bir bölümünü (bazısı için %10, bazısı için %90) aşırı yoksulluktan kaynaklanan sorunların düzeltilmesi için ayırmanın etik yükümlülüklerimizden sadece biri olduğuna inanan efektif altruistler, servetlerinin kendilerinden çok başkalarına ait olduğunu kabul ediyorlar.
Bütünün yararına olacak ve kişilerin haklarını teslim edecek bir dünya arzusundaysak, bireysel yaşamlarımızın sorgulanmasını ve dönüştürülmesini içeren etik yükümlülüklerimizi önemsemek zorundayız. Evet, birbirine bağlı değişik dengeleri gözetmemiz gereken bir ilişkiler ağında belki de etik yükümlülüklerimizin tamamını karşılayamayacağız. Gelgelelim, sadece ve sadece çaba gerektirdikleri için “ya hep ya hiç” kolaycılığına kaçmak mantıktan temellenen bir anlama sürecini taşımadığı gibi, sahip olduğumuz ayrıcalıkları başkalarının çektiği acı, katlandığı sömürü ve saplandığı esaret çemberleri pahasına olumladığımız bir anlayışı perçinliyor.
Büyük anlatılar arasından iyi olanları bir ülkü olarak canlı tutmakta içkin bir sakınca yok. Öte yandan, büyük anlatıların kurduğu teleolojik tatminin alanına kendimizi sıkıştırmaksızın, etik yükümlülüklerimizi oldukça geniş olan tutarlılık penceresinden değerlendirmek ve “kullandığımız araçlar, ulaşmak istediğimiz amaçları yansıtmalı” ilkesiyle eyleme dökmek için birbirimizi cesaretlendirebiliriz.
[1] Lyotard, Jean-François. Postmodern Durum. Çev. İsmet Birkan. İstanbul: Bilgesu Yayıncılık, 2013.
[2] Katılık sakız gibi bir kavram; madem ki kadınları ve LGBT+ bireyleri aşağılayan küfürleri kullanmamak katı, hafta içleri işe gitmek ya da durup dururken birine vurmamak ya da katı. Gelgelelim, katılık, bir şeylerin yapılması ya da yapılmaması için yeterli bir neden değildir; kayda değer olan, o şeylerin yapısı ve yarattıkları sonuçlardır.
[3] Gary L. Francione, Hayvan Haklarına Giriş. Çev. Renan Akman ve Elçin Gen, İstanbul: İletişim Yayınları, 2013, s. 35.
[4] Dünyanın geri kalanıyla karşılaştırıldığında ne kadar zengin ya da yoksul olduğunuzu bulmak için givingwhatwecan.org/get-involved/how-rich-am-i adresini ziyaret edebilirsiniz.
[5] “Some of us ask how much of our wealth we rich people ought to give to these poorest people. But that question wrongly assumes that our wealth is ours to give. This wealth is legally ours. But these poorest people have much stronger moral claims to some of this wealth.” Derek Parfit, On What Matters: Volume Three, New York: Oxford University Press, 2017, s. 436.
[6] Singer, Peter. “Kıtlık, Bolluk ve Ahlak.” Felsefe Tartışmaları, sayı 36, 2006, s. 55-69.