Almanya’daki seçimlerde üçüncü parti olarak meclise giren Almanya için Alternatif (AfD) partisi ile ilgili, hemen herkesin ortaklaştığı bir tanım var: ırkçı parti. Hayli problemli bir ifade bu. Bu yazıda söz konusu tanımdaki problemlere dikkat çekmeye çalışacağım.
Birincisi, “ırkçılık” çok geniş bir kavram. Geniş olunca da içine hangi hareketi koysanız alıyor: Nasyonal Demokrat Parti (NPD), Kimlikçi Hareket (Identitäre Bewegung), Batı’nın İslâmlaşmasına Karşı Yurtsever Avrupalılar (Pegida), Selefilere karşı Holiganlar (Hogesa) ve son olarak da Almanya için Alternatif (AfD). Hepsine ırkçı diyebilirsiniz ama bu adlandırma elmalarla armutları birbirinden ayırmaya yaramadığı gibi, bugünün koşullarında yeni olanı kavramaya da imkân sunmuyor. Ne Almanya’nın iki büyük merkez partisinin Bundesrepublik tarihinde uğradığı dev hezimete, ne AfD’nin yüzde 12,6’lık oy oranıyla meclise girmesine ışık tutuyor bu geniş mi geniş kavram. Tam burada, neonazilerin tescilli ırkçı partisi NPD’nin de seçimde yarıştığını ve yüzde 0,4’lük bir oy aldığını not düşmeli. Halbuki bu partinin 2013’teki oy oranı yüzde 1,5’tu. Peki nasıl oldu da “Irkçı parti AfD” meclise girerken yılların geleneksel tescilli ırkçıları daha da dibe yuvarlandı?
İkincisi, ırkçılık kavramı ideolojik bir yönelimi tanımlıyor, dolayısıyla kendiliğinden politik bir muhteva içermiyor. AfD elbette Almanya’da ırkçıları oyun dışı bırakan ortak siyaset aklını paylaşmayan, ırkçıların içinde siyaset yapabildiği, bazı temsilcilerinin açıktan açığa ırkçı beyanlarda bulunduğu, ırkçılardan oy alan bir parti. Bununla beraber, NPD gibi kesin bir ideolojik angajmanla yola çıkmış bir parti değil AfD. Yanı sıra, NPD’nin sahip olmadığı bir politik kapasiteye de sahip. Yani belli bir toplumsal kesime hitap eden somut bir siyaset üretebiliyor.
Bunu, partinin tarihçesi üzerinden açmak gerekirse, partinin ismindeki “alternatif”ten kasıt, asıl olarak alternatif ekonomi politikalarıydı. Parti 2013 yılında kurulduğunda kendini Euro karşıtlığı üzerinden tanımlıyor, Euro bölgesinin dağılmasını, Almanya’nın para birliğinden çıkmasını talep ediyor, krizin yükünün sokaktaki Alman’ın sırtına yıkılmasına itiraz ediyordu. Soru yalındı: “Tembel Yunanların borcunu neden biz çalışkan Almanlar ödüyoruz?”
Bu itiraz, belli bir kesiminin toplumsal servetin nasıl bölüşüleceğine ilişkin itirazıydı. Üretilen artı değerin kime nasıl dağılacağına ilişkin bu itiraz, dört yıl boyunca özünde hiç değişmedi; başka biçimlerde yeniden üretildi ve çeşitlendi. Almanya’da mülteci sayısının hızla artmasıyla, Euro krizi yerini mülteci sorununa bıraktı. İlticacılar devletten kira ve geçim yardımı alırken, yerli unsurun kendini dezavantajlı konumda hissetmesi ve bunun müsebbibi olarak yabancıları, mültecileri ve liberalizmin insani ilkelerinin uygulamasını görmeye başlamasıyla birlikte AfD siyaset sahnesinde ifade buldu.
Vitrinin gerisinde bu gelişmeler yaşanırken, mecliste bir büyük koalisyonun (en çok oy alan iki partiden oluşan CDU/CSU-SPD koalisyonunun) ve bir cüce muhalefetin olduğunu akılda tutmak gerek. Yeşiller ve Sol Parti’den oluşan bu muhalefetin sesi hem zayıf yankısı nedeniyle az duyuldu, hem de Merkel’in göçmenlere kapıları açarak sola meyletmesi, sosyal demokrat ortağına da, muhalefete de söyleyecek fazla söz bırakmıyordu. (Geriye belki bir tek Türkiye’yle olan gündem kalıyordu ama orada da Merkel seçim arifesinde kendisine karşı yapılan çıkışları boşa düşürdü.) Parlamentodaki bu göreli mutabakat havasıyla parlamento içi muhalefet cılızlaşırken, parlamento dışında canlanan muhalefetin sağ popülist bir partide ifade bulması çok zor olmadı. Meclis dışındaki Hür Demokratlar’ın oy oranının yüzde 10’u bulması, meclisteki mevcudiyetine karşın iktidardan dışlanan Sol Parti’nin oy oranını muhafaza etmesi de bu hakikatin karakterine uygundur. Bu uygunluk subjektif açıdan da gözlenebilir, diğer bir deyişle, partilerin göreli başarıları onların siyaset tablosuna AfD benzeri bir tepki vermesiyle ilgilidir.
AfD’nin birincisiyle iç içe geçen ikinci gündem maddesi İslâmileşmeydi. Bu gündemin minare, ezan, nikap, burka ve benzeri yasağını içeren kültürel bir boyutu var, kuşkusuz. Bu bakımdan, çokkültürlülüğe karşı çıkan Kimlikçi Hareket ile bir kesişme noktası söz konusu. Zira Kimlikçi Hareket de canlanma içinde olan ve izlenmesi gereken bir sağcı oluşum. Onlara bir sosyal medya tabiriyle “laptoplu faşistler” deniyor. Kentli, eğitimli, sosyal medya kullanıcısı olan genç kitlesi Yeşiller’inkini andırıyor. Güçlü ve nispeten yeni bir kavramsal, teorik çerçevesi olan, bu marifetiyle de mürekkep yalamış gençlerin itibar ettiği kültürel temelli bir neofaşist hareket bu. Çokkültürlülüğü bilinçli bir biçimde reddedip yerine, her ulusun kendi kültürünü ayrı ayrı yaşaması gerektiğini, Avrupalıların da Avrupa kültürünü korumaya hakkı olduğunu savunuyorlar. Adlarını ileride daha çok da duyacağız.
İslâmileşme konusu elbette Almanya ve Avrupa’daki saldırılar ve güvenlik konusuyla, ayrıca DİTİB üzerinden Ankara’nın birtakım faaliyetler içerisinde bulunmasıyla, Erdoğan’ın Almanya’daki Türklerin bir kısmını örgütleyip seferber edebilmesiyle ve bu kesimlerin Alman toplumuna hem sosyolojik hem de ideolojik açıdan uyum sağlamamış olmasıyla ilgili olarak da gündemleştirildi. Ancak, tüm bunlar, ilgiyi AfD’nin özüne dair olandan daha tali yanlara kaydırmamalı. AfD’yi sağ popülist diye tanımlamak ve onun siyasi yönüne dikkat çekmek daha doğru.
AfD’nin hitap ettiği tabanı anketler üzerinden yoklamak da mümkün. Birincisi, bu parti Doğu Almanya’dan daha fazla oy aldı. Bu çok şaşırtıcı değil, zira Doğu Almanya ekonomik olarak Batı’ya göre azgelişmiş; işsizlik, yoksulluk oranları daha fazla, gelir düzeyi daha düşük olan, yabancı sayısının azlığına karşın yabancı düşmanlığının daha yoğun görüldüğü bir bölge. Dahası, Doğu Almanya’da siyasi yelpazenin en solu ve en sağı hep güçlüyken, merkez daha zayıf. İkinci olarak, AfD 30-59 yaş aralığından nispeten daha fazla oy aldı. Bununla birlikte, 30 yaş altı gençlerden ve 60 yaş üstü emeklilerden aldığı oy nispeten az. Eldeki rakamlar çalışan kesime işaret ediyor. Bu ikinci noktayı berraklaştıran üçüncü nokta ise, AfD’nin yüzde 21’lik oran ile işçilerden en çok oy alan üçüncü, işsizlerden de yine aynı oranla en çok oy alan ikinci parti olması. Son olarak, kadınlardan ziyade erkeklerin AfD’yi tercih ettiği görülüyor, ki partinin muhafazakâr aile politikalarına kadınların pek rağbet göstermediğinin işareti bu. Ayrıca, eldeki rakamlardan, AfD’nin normal şartlarda sandığa gitmeyen bir kesimi seferber edebildiği anlaşılıyor. Zira AfD, oylarının yüzde 35’ini daha önceki seçimlerde oy kullanmamış ya da daha küçük partilere oy vermiş seçmenden aldı. Bu da, daha önce parlamentonun dışında ve karanlıkta kalan bir kitlenin görünür hale geldiğini gösteriyor.
Sıraladığımız tüm bu mülahazalardan ötürü, AfD deyince, ilk etapta dazlak neonazi figüründen çok, Trump ile onun seçmen kitlesini akla getirmek önemli.
Aslında yazının ele aldığı söylemin nesnesine dair kısmı burada bitti. Söylemin öznesine dair aynı çizgi üzerinden bazı saptamalar yapmakta fayda var.
Irkçı tanımlamasıyla liberalizm arasında hiç kuşkusuz yakın bir bağ var. Bu söylemle yaptığımız insanların biyolojik farklılıklarına, görünümlerine göre alt ya da üst olarak sınıflandırılmaması, tüm insanların eşit olduğu, olması gerektiği yönündeki evrensel yasanın ihlal edildiğine dikkat çekmek. Bu yasanın ihlal edilmesi neden tedirgin edici? Çünkü bu yasa sayesinde kendimizi güçlü hissedebiliyoruz. Liberal değerlerin mevcudiyeti sayesinde kendimizi güçlü hissedebildiğimiz için bu kayıptan dolayı endişeleniyoruz. Çünkü başka türlü bir güçlü olma halini de bilmiyoruz. Kolektif olmakla ilgili deneyimlerimiz olumsuz, yarattığımız iktidar biçimleri kurtulmak istediğimiz iktidar biçimlerine benziyor, kendi kavramlarımız yetersiz. Liberalizmin bireyi kurarken cemaatleri ve örgütleri dağıtmasına, bireyi yalnızlaştırmasına, silahsızlandırmasına, tüm güvenlik ve şiddet tekelini devlete aktarmasına onay vermek zorundayız, çünkü birey olarak kendi gücümüzü ancak bu değerlerin gerçekliğinde bulabiliyoruz.
Evrensel yasanın kökünü Alman filozof Immanuel Kant gibi “akıl”da buluyoruz. AfD seçmeninin genellikle bir bilinç eksikliğiyle gündeme gelmesi bu açıdan bir tesadüf değil. Halbuki ırkçılık hiçbir zaman sadece bilince dair bir konu olmadı. Nasyonal Sosyalizmin ekonomi politikaları, sosyolojik olarak beslendiği taban ve devlet anlayışı üzerine çalışmalar yapan Götz Ally gibi tarihçilerin vurguladığı nokta da budur. Nazi Almanya’sının kira, vergi düzenlemeleri, sosyal yardımlarla bir ırka refah sağlarken, bir başka ırkı kırımdan geçiren, mülklerini, işlerini gaspeden, onları çalışma kamplarında köleleştiren, gasp ekonomisini savaş yoluyla tüm dünyaya yayan bir sosyal devlet olduğunu anlatır bize bu tarihçilik. Irkçılık karın doyurur, ev ve iş sahibi yapar, kendine saygı duymayı sağlar, özneleştirir. Gücü vaat etmeyen hiçbir ideoloji de bir başkasını bilinç yoluyla alt edemez.
Öte yandan, eğer ırkçılıktan konuşacaksak, bu ilişkinin efendi konumundaki değil, köle konumundaki tarafına odaklanmak daha yararlı bir başlangıç noktası olabilir. Çünkü efendiye odaklandığımızda ırkçılık meselesi, efendinin bilincine dair bir belirlenim olarak gündemimize giriyor. Efendinin kusurlu bilincinin nasıl düzeltileceğini, eğitim yoluyla nasıl yeniden şekillendirileceğini, nasıl aydınlatılacağını konuşmaya başlıyor ve bu sırada edilgenleşiyoruz. Konforlu bir edilgenliğe sahip oluyoruz, zira biz zaten olması gerekeni temsil ediyoruz ve üzerimize düşenleri yapıyoruz. Bilinç olarak efendiden üstün olduğumuzu varsaydığımız için de ilişkiyi çarpık algılıyoruz çoğu zaman. Hayat düzeyinde ilişkinin ezilen tarafında olduğumuzu ıskalıyoruz. Doğrunun taşıyıcısı olmaktan duyulan bir kibir de bunlara eşlik ediyor.
Halbuki gözümüzü ilişkinin diğer tarafına, yani köleye çevirdiğimizde, ister bilincine ister somut hayatına bakalım, durumu daha farklı görmeye başlıyoruz. Sözgelimi Fanon’un Siyah Deri Beyaz Maskeler’de yaptığı gibi kölenin bilincine baktığımızda, onun efendinin bilincine tabi olan pasif taraf olmaktan çıkartılması, bir siyasi hareketin başını yerden yukarı kaldırılması gereken öznesi olarak ele alınması, bu bilincin kendine dair algısını anlama ve değiştirme çabasında oluruz. Kölenin hayatına bakarsak, onun rengi nedeniyle neden kötü işlerde çalışmak zorunda kaldığı, renginden ötürü neden belli mahallelere hapsolduğu, belli okullara gitmeye mecbur bırakıldığı sorularını sormak durumunda kalırız. İdeolojinin elle tutulurluğunu, hayatın içinde ete kemiğe büründüğünü anlamaya yönelik bir kalkış noktası bulmuş oluruz böylece. Bunun değişmesi de sadece bilinçlerin değişmesine yönelik bir mücadele olamaz. Zira hayat bilinç dolayımıyla değil, yine kendisi dolayımıyla değişebilir.