Fransa’da geçenlerde yapılan AB Anayasası referandumu sırasındaki “hayır” kampanyasının hakim mesajı Anglo-Sakson ve neo-liberal bir Avrupa’ya karşı çıkılması idi. Sol, Fransa çapında kent ve kasabalarda popüler bir hareketi seferber etti. Hollanda’nın Sosyalist Partisi ise oradaki olumsuz sonuç üzerinde daha az etkili oldu, ama neo-liberal bir Avrupa Birliği’ne karşı refah sistemini savunmak için merkezin ve merkez solun hareketlendirilmesinde önemli bir rol oynadığı açık. Bu yüzden pek çok solcunun Anayasa’nın mezara gömülmesini bir karşı taarruz olarak, “başka bir Avrupa’nın mümkün” olduğunun teyit edilmesi olarak algılamalarına şaşmamak gerek. Ben de bir temkin notu düşmek istiyorum: sonuçlar tam tersine de yorumlanabilir.
Anayasa’nın neo-liberalizmi kuvvetlendirdiği algısının iki temel sebebi vardı: Birincisi, hem kapitalist piyasa ilkeleri hem de Avrupa Merkez Bankası’nın işleyiş kuralları Anayasa’nın içine yerleştirilmiş hususlardı. İkincisi, kamu hizmetlerinin üretimini herhangi bir üye ülkedeki arz sahibine açmakla tehdit eden, iç piyasadaki hizmetlerle ilgili Bolkestein Yönergesi referandum kampanyası ile çakıştı. Ne var ki, Anayasa’nın neo-liberalizmi güçlendirdiği kanısı, rekabetçi kapitalist ilkelerin Avrupa bütünleşmesine öteden beri damgasını vurduğu düşünülürse, bir yanlış anlamaydı: Bu kapitalist çizgi Roma Sözleşmesi’nin temeliydi ve bunu izleyen yasayapımının en “katı” unsuru oldu. Anayasa olsun olmasın, ekonomik siyasaları değiştirmek için büyük bir politik dönüşüm gerekiyor, mevcut ilkeleri yeniden yazmak için üye ülkeler arasında oybirliğine ihtiyaç var. Fark şu ki, vaziyeti kayda değer bir şekilde değiştirmeden yeni bir sözleşmenin bütününü bir Anayasa olarak ilan etmek aynı zamanda rekabetçi kapitalist piyasayı da kurumsallaştırmış oldu. Aslında daha fazla neo-liberalleşen Anayasa değil, 1990’lardan bu yana, üye ülkelerin hükümetleri ve AB’nin pratiği oldu.
Bu nedenle AB’nin bugünün Fransa’sındaki sol tarafından algılanmasıyla 1980’lerin sonunda İngiltere’deki muadili tarafından algılanması arasında büyük bir fark var. Margaret Thatcher İngiliz refah sistemini yağmalamaktayken Jacques Delors'un “sosyal boyut” politikasının ülkede neo-liberalizmi dengelemek için değerli bir potansiyeli olduğu düşünülmüştü. Hakikaten de, bu çizgi pek çok solcuyu AB’den yana devşirdi - bazen de mantıksız ve aşırı iyimser bir şekilde. Bugünkü Fransa’da ise ulusal refah sisteminin AB’nin neo-liberal baskıları yüzünden saldırıya uğramakta olduğu tespiti yüzünden işler tersine dönmüş durumda. AB’nin ekonomik politikalarının şimdiki yönüne bakarsak bu tespitte gerçeklik payı var, her ne kadar bizzat Chirac-Raffarin hükümeti kendi ulusal programında sosyal güvenliği azaltmaya uğraştıysa da. Ama açıkçası asıl mesele, AB’nin ekonomik serbestleşmeyi mi, “sosyal modeli” mi destekleyeceğinin birincil olarak üye ülkeler kanalıyla ifade edilecek politik baskılara bağlı olması. “Hayır” oylarını coşkuyla selamlayanlar haklı olarak Anayasa’nın reddedilmesinin bu tarz bir baskı oluşturduğunu söyleyecekler. Katılıyorum, ama güçlerin genel dengesi açısından bu baskının ne kadar etkili olacağı hakkında kuşkularım var.
“Hayır” oylarına neden olan belki de çok daha önemli bir etmen, Anayasa’ya, bir seçkinler projesi olduğu için, dağınık ama yaygın bir muhalefetin varlığı idi. Bu karşıt tutumlar Anayasa’nın hazırlanış süreci ve ortaya çıkan metnin doğası yüzünden kuvvetlendi. Halbuki AB için bir Anayasa’nın gerekliliğine inanan kuramcılardan Jürgen Habermas, metnin aktif yurttaş katılımıyla post-ulusal bir politik alan yaratılması yolunda tetikleyici işlev görmesini diliyordu.
Ne var ki, Anayasa Kurulu’nun kendisi tepeden, erkek-egemen bir grubun sınırlı katılımıyla, Giscard d’Estaing tarafından idare edilmişti. Praesidium’daki iki ulusal parlamento temsilcisinden biri olan Gisela Stuart’ın keskin bir gözlemini aktarırsak: “Kurul’da geçirdiğim 16 ay boyunca, daha derin bir bütünleşmenin Avrupa halklarının istediği, çıkarlarına uygun bir şey olup olmadığını, veya bütünleşmenin Birliği genişletecek sürdürülebilir yapı için en iyi temeli sağlayıp sağlayamayacağını temsilcilerden bir tanesi bile sormadı.” Dahası, AB’yi halka yakınlaştırmak niyetiyle tasarlanmış bir sürecin neticesinde ortaya çıkan şey, bir anayasa ile uzaktan yakından ilgisi olmayan dev, içine girmesi imkansız bir metin oldu. Bunu seçmenlere “satma” girişimi de sorunları pekiştirdi. Fransa’da Chirac’ın fırsatçılığı hakkında tamamen haklı bir kinizm vardı, söylediği hiç bir şeye inanılmadı; Anayasa’nın savunucularının “hayır” oyunun Auschwitz ve Srebrenica’yı geri getireceği yönündeki saçmasapan argümanlarının tartışmayı tamamen engellediği Hollanda’da da kuşkuculuk önemli bir etmendi.
Radical Philosophy dergisinin Eylül/Ekim 2005 sayısından çeviren
Çeviren: EMRAH GÖKER