23 Temmuz 1920’de Woman’s Leader’da Virginia Woolf’un “The Plumage Bill” başlıklı bir yazısı yayımlanır. Şapkalarını rengarenk tüylerle süsleyebilsinler diye işkencelerle öldürülen kuşların akıbetine kayıtsız kalan moda tutkunu kadınları alttan alta aşağılayan bir yazıya cevaben kaleme aldığı bu metinde, o kuşların kadınların değil erkeklerin elinden öldüğünü anlatan Woolf, geçim derdinde olmakla şapkasını süslemek arasındaki farkı teslim etmekle birlikte, kuşları koruyacak yasanın çıkarılmasının da yine erkekler tarafından engellendiğine dikkat çeker ve yazısını şu sözlerle noktalar:
“Fark ettim ki kuşların çektiği acılardan ziyade kadınlara edilen haksızlık üzerine yoğunlaşmışım. Yoksa kadınlara haksızlık etmek, kuşlara işkence çektirmekten daha ağır bir suç mu?”
Türkiye’de hayvan hakları denince herkesin aklına gelen mutad görüntüler vardır: İşkence gören ya da görmüş (çoğunlukla erkekler tarafından) bir hayvan (çoğunlukla “sahipsiz” bir köpek ya da kedi) ve bu mezalime karşı koymaya gelmiş ama sonunda sesi çıktığınca bağırmaktan başka bir şey yapamadığını görmüş bir kadın. Bu görüntülerin ardından zihinlerde en çok kalansa, kedi ve köpekler için yeri göğü yıkmaya hazır, zaten “başkaca da bir işi olmayan”, “isterik” bir kadın imgesidir. O görüntülerin kamuya mal olmasına vesile olan azgın şiddet, bu sahnelerin arkasında ya sorgulanmadan geçiştirilir ya da ancak “medeniyet sınırlarını” zorladığı kadarıyla, nedenlerinden ya da çözümlerinden bağımsız, “ibretlik” ve “istisnai” bir vahşet timsali olarak, bakmaya tahammül edebilenlerin zihinlerine kazınır. Ama hayvan hakları namına, bir hayvanın o şiddete maruz kalmaması gerektiği değil (ki kimsenin “teoride” buna bir itirazı yoktur), o “isterik” kadının burjuva özlemlerinin uzantısı olduğu varsayılan boş bir “pratik” kalır –kaldırılır- akılda.
“Akılsız hayvana gösterilen ihtimam akıllılara fazla gelir. Batı uygarlığı bunu kadınlara terk etmiştir.” (Adorno ve Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği)
Bugün dünya çapında hayvan hakları hareketinin yüzde sekseni kadınlardan oluşuyor. Türkiye’de kendini gösterdiği biçimiyle hayvan hakları faaliyetleri, kadınların, hepsi de neredeyse istisnasız erkek olan belediye görevlileriyle, itlaf ekipleriyle, yasa koyucularla düpedüz tırnaklarıyla verdikleri bir mücadele şeklinde yürütülüyor. Kadınların özgül olarak hayvan haklarıyla, genel olarak da merhamet duygularıyla özdeşleşmesi, ister feminist yazarlar Carol Adams ile Josephine Donovan’ın öne sürdükleri gibi biyolojik bir temele dayansın, isterse de erkek egemen toplumun kadına biçtiği rolün sonucu olsun, ortada inkar edilemeyecek bir manzara var: Özellikle Türkiye’de hayvanlar için yürütülen mücadele, büyük oranda kadınların erkeklere karşı ya da onlara rağmen yürütmeye çalıştıkları bir mücadele ve ana-akım feminizm ya da herhangi başka bir muhalif hareket, hayvan haklarını temel bir mesele olarak görmemesi bir yana, kadınları bu zorlu mücadelede biraraya getiren saikleri ya merak etmiyor ya da küçümsüyor. Diğer taraftan, her gün erkeklerle cebelleşen bu kadınlar da, neden “erkeklerle cebelleşmek” zorunda kaldıkları hakkında -en azından göründüğü kadarıyla- kafa yorma gereği duymuyorlar; “tırnaklarıyla” yürüttükleri mücadelenin bütünsel bir soruna dayandığını, bu sorunu kökünden hedef almadıkça hep tek tek hayvanları kurtarmaya çalışmak ve hep yorulmak zorunda kalacaklarını göz ardı ediyorlar.
Temelde baskıya ve sömürüye karşı çıktığını söyleyen felsefeci Peter Singer’ın Hayvan Özgürleşmesi adlı kitabı 1975’te yayımlanmış. Hayvan özgürleşmesini, siyah özgürlük hareketinin ve kadın özgürleşmesinin mantıki sonucu olarak kuran, hissetme yetisine sahip varlıkların insan amaçlarına hizmet eden araçlar olarak muamele görmesinin günümüzde kabul edilen değerler çerçevesinde hiçbir meşruiyeti olmadığını gösteren, tür ayrımcılığının da ırk ve cinsiyet ayrımcılığından farksız olduğunu savunan Singer’ın kitabı, o tarihten bugüne hayvan hakları hareketinin en temel esin kaynağı olmuş ve milyonlarca insanı vejetaryenliği benimsemeye teşvik etmiş. Carol Adams, Josephine Donovan, Alice Walker gibi feministler hayvan hakları konusunda tezler geliştirmişler. Anti-kapitalist hareket içerisinde, hayvan haklarını yoksulluk, küreselleşme ve çevresel tahribat gibi meselelere eklemleyerek ele alan pek çok aktivist ve yazar var.
Artık Batı’da hayvan hakları, gerek kuramsal gerek pratik düzeyde, “düzeni sarsıcı” hamleler gerçekleştiren, hayvan deneyleri ve sınaî hayvancılık gibi alanlar başta olmak üzere tedrici de olsa bazı iyileştirmeleri kabul ettirmeyi başaran bir hareket. Pek çok üniversitenin hukuk fakültelerinde, felsefe bölümlerinde hayvan hakları dersleri mevcut. Hayvan haklarını savunan hukukçular, vejetaryen yemek seçeneği talepleri karşılanmayan mahkûmların, hayvanlar üzerinde deney yapmak istemeyen tıp ya da veterinerlik öğrencilerinin dava açma seçeneklerinden söz ediyor. Sınaî hayvancılığın ve hayvan deneylerinin beşiği olan Batı, hayvanlar üzerindeki şiddeti sınırlarına vardıran ve böylece bu şiddetin -ne kadar kapalı kapılar ardına gizlemeye çalışsa da- çok daha çıplak şekilde ifşa edilmesine yol açan teknolojisiyle, kendi yarattığı canavarı yok etmeyi dert edinen bir hareketi de yaratmış. Elbette pek çok Avrupa ülkesinde hukuki düzeyde benimsenen anlayış, hayvanların “daha az acılı” ve daha “medeni” yollarla öldürülmesi ilkesinden ibaret. Ama en azından “ciddiye alınan” ve taleplerini dayatabilen bir özgürleştirme hareketi var. Bu hareketin 30 yıllık geçmişi, kuramsal altyapıyla beslenen pratiğine dayanıyor.
Hayvan Özgürleşmesi Türkçe’de 2005 yılında basıldı. Bunun ardından Birikim dergisi Temmuz 2005 sayısında Peter Singer’dan Tom Regan ve Gary Francione’ye, Carol Adams ve Donovan’dan Vandana Şiva’ya kadar, modern hayvan hakları hareketinin öncü tezlerine yer veren bir dosya yayımladı. Birgün gazetesinin Pazar ekinde hayvanlara ayrılan bir sayfa var. Türkiye’de hayvan hakları, yavaş yavaş da olsa, “isterik kadınlar-cani belediye ekipleri” formatındaki magazinel sunumun, ya da “Avrupa Birliği yolundaki medeni” görüntümüzü bozduğu için eleştirilen kanlı kurban bayramı sahnelerinin ötesinde, özellikle sol perspektife dayanan, “baskı”, “sömürü”, “tahakküm” gibi terimler çerçevesinde dillendirilen siyasi bir mesele olarak ifade edilmeye başlıyor. Elbette ana-akım medyanın dışındaki mecralarda, küçük kıpırdanmalar şeklinde...
Bu noktada şu soruları sormak anlamlı görünüyor:
Feminizm, hayvanlara yönelik şiddeti ve medya temsillerinde ya da dilde hayvanların kadınsılaştırılması/kadınların hayvansılaştırılması olgusunu temel meseleleri arasına dahil edebilir mi? Kadınların (da) tükettiği gerçek piliçlerden, erkeklerin tükettiği “piliç”lere uzanan yolu kendi perspektifiyle ifşa edebilir mi? Türkiye’de ve dünyada hayvan haklarının kadınlarca sahiplenilmesi olgusuna dişe dokunur bir açıklama getirmeyi dert edinir ve o kadınların mücadelesini, magazinel temsillerin ötesine taşıyıp bütün muhalif kesimlerin kucaklaması gereken, anti-militarizm gibi bir harekete dönüştürecek bir zemin sunabilir mi? Kadınlara haksızlık etmenin de, kuşlara işkence çektirmenin de ağır suçlar olduğunu kabul edebilir mi? Şiddete, tahakküme, insan ya da insandışı bütün varlıkların nesneleştirilmesine karşı çıkan sol, yeşil, çevreci vs. bütün muhalif hareketler, bu hareketin kuramı ve pratiği üzerine eleştirel de olsa fikir geliştirmeyi, çözüm bekleyen “daha acil” sorunlar olduğu gerekçesiyle bir “lüks” olarak görmekten vazgeçebilir mi? Acı çekebilen, mutlu olabilen, kendine özgü bir duygusal-sosyal hayatı ve insanlar kadar özgürleşmeye ihtiyacı olan diğer hayvanları birer nesne olarak görmemeyi salık veren hayvan hakları kuramlarının, kendi ideallerine temel oluşturan etik değerlerin bir uzantısı olduğunu görebilirler mi? Değiştirmeye çalıştıkları dünyanın hayvanları mahkûm ettiği konumu sorgulamakla, aslında ne kadar çok şeyi sorgulayacaklarını fark edebilirler mi?