Avrupa Birliği ile üyelik müzakerelerine başlayacak olmamız, Türkiye’de halen çok ağır insan hakkı ihlallerinin işlenmeye devam ettiğini unutturamaz. Kürt sorunun çözümü konusunda laf dışında somut adım atılmadığı, çatışma ortamına son verecek herhangi bir girişimde bulunulmadığı, “PKK’lıdır, teröristtir” zannıyla yargısız infazların devam ettiği bir durumda susmak, başını öte yana çevirmek, işlenen bu suçlara dolaylı biçimde iştirak etmektir.
Demokrasi talep edenler, insanlık onuruna uygun bir yaşam isteyenler bilmelidir ki, bu hak sadece kendisi için talep edildiğinde bir hak olmaktan çıkar, bir ayrıcalık olur. O ayrıcalık, gün gelir askıya alınır. O ayrıcalıktan mahrum olanların, insanlık onuruna bağdaşmayacak muamelelere maruz kalanların, asgari can güvenliği olmadan, temel hak ve özgürlüklere sahip olmadan yaşamak zorunda bırakılanların durumuna düşünce, “insanlık öldü mü!” diye bağırmak nafiledir. Demokrasi, yurttaşlar topluluğunun dayanışması ve o topluluk üyelerinden hiçbirini boynu koparılması gereken unsurlar olarak görmemeye, hiçbir yurttaşa “sözde yurttaş” gözüyle bakılmamasına dayanır. Bugün operasyonlarda ölen askerler, polisler, korucular yüreğimizi sızlatıyorsa, vurulan gerillalar da yüreğimizi bir o kadar sızlatmalıdır. İnsanların dağa çıkarak, silaha sarılarak sorunlarını ifade etmek zorunda bırakılmalarında Türkiye toplumunun tüm üyelerinin az veya çok sorumluluğu yok mu?
Geçen pazar günü İstanbul’da, Öcalan ve PKK lehine yapılan, valilikçe yasaklanmış bir yürüyüşte, güvenlik güçleriyle çatışan 19 yaşında Atilla Geçmiş, polis arabalarından açılan ateş sonucunda öldürüldü. Türkiyeli Kürt çevrelerinin yayın organları, Bağcılar’da Kandil sokakta (bu rastlantı da dramın bir parçası) birkaç arkadaşıyla birlikte molotof kokteyli atarken vurulduğunu yazdılar. Ailesi ise, “elinde ne silah vardı, ne taş ne sopa” diyor. İzinli bir yürüyüşte bile olsa, molotof kokteyli atan bir kişi yasalara karşı suç işlemiştir. Ama bu onun olay yerinde öldürülmesini hiçbir biçimde meşru kılmaz. Öldürmek için ateş eden güvenlik güçlerinin söz konusu durumda hayatlarının tehlikede olduğunu kim söyleyebilir? Bu tür şiddet kullanımını makul yollarla etkisiz kılmayı güvenlik güçleri bilmiyorlarsa eğer, ki gayet iyi bildiklerini başka vesilelerde gördük, o zaman adı güvenlik olan güçler de güvensizliğin bir kaynağı olurlar. Güvenlik güçlerinin molotof kokteyli atan birine uzaktan nişan alıp, onu öldürme yetkileri yoktur. Bunu yapanlar hakkında bir soruşturma açıldığını duydunuz mu? Ya da büyük basında bunu kınayan bir iki haber gözünüze ilişti mi?
Tunceli Dernekler Federasyonu Başkanı yaptığı basın toplantısında, Munzur Şenlikleri’nin iptalini izleyen dönemde, çok ciddi bir insan avı operasyonu başlatıldığını söyledi. 29 Eylül günü Hozat’a bağlı Haceli köyünün ormanlarıyla birlikte yakıldığını iddia etti. Eğer bu haber doğruysa, yüreğinde bir nebze insanlık taşıyan bir Türkiye yurttaşı, nasıl hâlâ borsanın tavan yapması haberleriyle zil takıp oynamakla yetinebilir? Bu konuda büyük basından, muhalefet partilerinden endişeli bir ses çıktı mı?
Yine Türkiyeli Kürtlerin haber ağlarında dolaşan bir başka haber: “Bitlis'in Tatvan İlçesi'nde bir süre önce kafası kesik şekilde ölü bulunan 12 yaşındaki Mehmet Kaçar isimli çocuğun, kendisine adını ve anlamını soran özel tim olduğu ileri sürülen maskeli kişilere, ‘Adım Hogir, Hogir, Apo'nun askeri demektir’ dediği için öldürüldüğü iddia edildi.” Olayın tanığı iki çocuğun sustuğu, susturulduğu, rivayet mi, kasıtlı bir iftira mı, yoksa cinayetin gerçekten bu nedenle mi işlendiğini bilemediğimiz bir elim olay daha. Velev ki, bu cinayet başka saiklerle işlenmiş bile olsa, geniş bir Türkiyeli Kürt kamuoyunda bu cinayetin böyle gerçekleştiği kanısının çok güçlü biçimde yerleşmiş olduğunu görüyoruz. Sorun da tam burada zaten. Basının görevi bu tür rivayetlerin aslını araştırmak, doğru bilgiyi insanlara ulaştırmak değil midir?
Yine aynı haber ağlarında dolaşan başka bir haber: “Van'ın Gürpınar İlçesi'ne bağlı Otbiçer Köyü'nde bir eve düzenlenen baskın sonucunda yaşamını yitiren HPG gerillası Şerif Kaya'nın gözlerinin oyulduğu, kulak ve boğazının kesildiği, çene kısmının tamamen parçalandığı ortaya çıktı. Kaya'nın askerlerce sağ yakalandıktan sonra işkenceyle öldürüldüğü ileri sürüldü.” Suriye uyruklu Kaya’nın cesedi belki otopsi nedeniyle de kesilmiş olabilir. Ama birkaç güvenlik gücü elemanının çatışmalarda ölenlerin başlarına ayaklarıyla basarak çekilmiş fotoğraflarının Kürt internet sitelerinde dolaştığı bir ortamda, söz konusu çevreye -bunun aksine inandırmak için- güvenilir çevrelerden, güçlü savlar sürebilmeniz gerekir. Susarak, herhangi bir olay yokmuş gibi davranarak alınacak yolun ne olduğunu bu konuda artık çok uzun yıllara dayanan tecrübemizin bize öğretmiş olması gerekir. Büyük basın, muhalefet partileri ve “mutlu Türkiye” bunlar yokmuş gibi davranarak, bu bilgilerin Kürtlerin arasında artarak dolaşmasını engellemiş olmuyor. Acıya ortak olmayı beceremediği gibi, gerçeğin abartı ve rivayetlerden arındırılarak insanlara sunulması görevini de yerine getirmiyor.
Mazgirt’in Çangal köyü mezrasında evi sabaha kadar kurşunlanan ailenin travmasını uzun uzun anlatmayacağım. Türkiyelilerin büyük çoğunluğunun duymadığı, duymak için bir çaba göstermediği gündelik olaylardan bir iki örnek bunlar. Bir kısmı belki propaganda amacıyla kısmen tahrif edilmiş de olsa, toplumun büyük çoğunluğunun bu duymama, konuşmama tavrını benimsemesinin Türkiyeli Kürtlerin önemli bir bölümünde radikal bir dışlanma duygusunu pekiştirdiğini görmekten de mi aciziz? Bu ilgisizlik de sorunun başka bir kaynağı değil mi? İnsana, yakınındakinin duyarsızlığı onun nefretinden de daha ağır gelir.
İnsan hakları bir bütündür ve bu o hak alanı içindeki tüm kişileri kapsar. Tutuklular da, mahkumlar da insan haklarının koruması altındadır. Abdullah Öcalan’ın özel bir durumu da olsa, askerî güvenlik rejiminde cezasını çekmesi bir sorundur. Ama asıl sorun, mahkumun temel haklarından olan, ailesiyle, yakınlarıyla görüşme hakkının kısıtlanması, askıya alınmasıdır. 20 Eylül’de Adalet Bakanı, “Öcalan’ın avukat-müvekkil ilişkisi bitmiştir” buyurdular. Ardından Başbakan “artık hukuken avukatlarının İmralı ile görüşme yapması mümkün değil”, demiş. Bildiğimiz kadarıyla Öcalan’ın AİHM’de davaları sürdüğü gibi, Türkiye’de de yeniden yargılanması ilke olarak kabul edilmiştir. Davası devam eden bir mahkumun avukatlarıyla görüşme hakkının elinden alınmasına bir Adalet Bakanı, bir Başbakan nasıl karar verebilir? Bu hangi hukuka uyar? Soruyu kendisine yöneltilen ünlü bir ceza hukukçusunun, durumun yanlış olduğunu kabul ederken ifade ettiği gibi, “iç hukuka” mı? İç devletin iç hukukuna mı? Kendine özgü iç hukuku olan bir devlet, bu hukuka göre insan hakları ihlallerini mazur gören bir devlet, barış içinde birlik ve beraberliğin güvencesi olabilir mi?
Kürt sorununun çözümü yolunda, Kürtçenin eğitimi ve kullanımı, Kürt kimliğiyle siyaset yapmak isteyenlere siyasal alan açılması ve her şeyden önce bu menfur baraj sisteminin değişmesi yönünde girişimlerde bulunmak gibi adımlar atılamıyorsa, bunda PKK sorununun kanayan bir yara olarak ortada durmaya devam etmesi belki en büyük etmendir. Silahlı mücadele gücünü kaybettiği belli olan, sıkıştığı alanda varlığını sürdürme uğraşı içinde olan PKK’nın dağdaki gerillaları da bu toplumun üyeleridir. Eğer yeni bir dönemden bahsediyorsak, içine düştükleri kapandan onların onurlu biçimde çıkmalarını sağlayacak bir girişimin hükümetten gelmesi beklenir. “Teröristi bire kadar kırarız, işi çözeriz” demek hem büyük bir palavradır, hem de Türkiyeli Kürtlerin önemli bir kısmının potansiyel düşman olarak görülmeye devam edileceğinin ifadesidir.
Kürt sorununun çözümü yolunda adım atmak için devletin özel bir muhatap aramasına gerek yok. Türkiye Cumhuriyeti devletinin muhatabı kendi yurttaşlarıdır. Kürt sorunu hepimizin sorunudur. Bu sorunun aşılması için atılacak adımlar geciktikçe, yurttaşlığın temelinde olan topluluğa güven ve ona bağlılık duygusunun giderek yitirildiğini Osmanlı’nın dağılma sürecinin yeteri açıklıkta bize öğretmiş olması gerekir.
Kulaklarımızı tıkayıp, gözlerimizi kapatarak, bugün Türkiye’de çok ciddi bir kimlik yarasıyla kıvranan Kürtleri, çocukları çatışmalarda ölmüş ya da hâlâ dağlarda olan binlerce Kürt ailesini, ölülerinin cesetlerini bulamamış insanların azalmayan ızdırabını ve temel haklardan mahrum yaratıklar olarak görülerek aşağılandığı inancıyla bilincini öfke sarmış insanları bu toplumdan silmiş olmuyoruz. Hiçbir barış, bir tarafın mutlak tahakkümü diğer tarafın mutlak yok oluşu üzerine kalıcı biçimde inşa edilemez. Barış için el uzatmak durumunda olan tarafın bunu kendi tarihinden bilmesi gerekir.
Radikal İki, 9.10.2005'te yayımlanmıştır