“Koca bir yıl daha geçti,” diye cümlelerle bitiririz her seneyi. Ama bazen seneler küçücük geçer, birikerek büyür insanın içinde bir tümör gibi. Sen de giderek hem daha hassas, hem daha kötücül olursun, bir tümör gibi. Kendi derdinle dünyanın derdinin kesişmesini görmekten hassasiyetlerin keskinleşir, o derde derman olamamaktan yorulduğunda kendine dönüp, kendi içine büyüyen bir tümör gibi kötücülleşirsin. Dışarıdan bakanlar için büyük olaylar olmaz. Kimsenin önemsemediği, önemsenmedikçe cinayete dönüşen ölümler olur. Ölüme yatanların ölmediği, ama diğer hepimizin vicdanının yavaş yavaş, göz göre göre öldüğü cenazeler kalkar sessizce. Cenazelerin sessizliğinden utandıkça utanmaktan yorulur, kötücülleşirsin. Çünkü çok utanç da taşınabilecek bir şey değildir, illa ki başka bir suçlu arar insan; umursamazlığı özler. Yaşamak zor iştir, hayatta kalmak daha kolaydır.
Hayatta kalanlar bir seneyi daha devirir, yaşamamak pahasına. Yaşamadıkça hayatın uzar. Yaşandıkça biten bir hikâyedir nitekim hayat. Bunu öğrendiğin seneyi asla unutmazsın. Kayda geçmeyen ölüm tarihindir o senin zira; yaşamaktan vazgeçip hayatta kalmayı tercih ettiğin sıfır noktasıdır. Sana sunulan sıtma ile veba arasından seçim yapıp nefes almaya tamah etmeyi öğrenmek geri dönüşü olmayan bir derstir. Öğrenirsin. En kolay öğrenilen, yeri geldiğinde tekrar en kolay unutulan şey budur.
Anlatacak hikâyelerin bittikçe cümlelerin uzar. Hikâyeler hayal gücü ister, merak ister, olay ister. Yaşamayı gerektirir. Hayatta kalmanın hikâyesi olmaz, Knut Hamsun gibi açlıktan yaşam hikâyesi çıkarmayacaksan. Fazlasıyla banaldir hayatta kalmak. Listeleri takip etmektir savaşa gidecek kafileleri takip etmek gibi, “bir sonraki ne zaman çıkacak”, “kimlerin adı olacak” diye. Senin seçmediğin ama kurmak zorunda olduğun yeni bir hayatla, artık senden bağımsız, başka bir zamanda akan geçmişin kopukluğunda bir şeyler yapıyor, hiç değilse senden beklenen gündelik görevleri gerçekleştiriyor görünmeyi gerektirir. Birilerine ses olma talebinin küstahlığını ve imkânsızlığını sana kendi sefaletinle anlatan bir yenilgidir. Yenilmeyi öğrenmek -hayatta kalmayı öğrenmek kadar olmasa da- kolaydır, fakat bir kere öğrenildi mi bir daha kolay kolay unutulmaz. Kendi başına bir duruşa dönüşür, kader haline gelir fazla ezberlersen.
Bazı seneler takvimlerin düzenini, mevsimlerin sırasını değiştirir. Günler, aylar 7 Şubat, 25 Şubat olmaz; “Mülkiye’yi dağıttıkları” gece olur, Mehmet Fatih’i öldürdükleri gün olur. Senin kışların yazların da mevsim olmaktan çıkar artık; ülkene dönemediğin an olur, en yakın arkadaşının sürgünde uzakta bir yerde bir başına doğum yaptığı ay olur, başka bir arkadaşının pasaportu iptal edilmeden havaalanına yetişmeye çalışırken arabada çocuklarıyla vedalaştığı sabah vakti olur, bir başkasının ölmeden evvel annesinin elini son kez tutamadığı gün olur. İradenle kimbilir kaçıncı kere dalga geçilen bir akşamüzeri olur. Bütün bunlar olurken tarihi değil, kime sarılıp ağladığını hatırladığın bir kopuk an olur. Kürt illerinin darmadağın olduğu, bir başka dünya kadar uzaklaştığı mevsim olur. Senin artık ne orada, ne burada olmadığın bir uzak zaman olur.
Artık var olmayan bir his dünyasını geri almaya çalışmaktan mıdır bilinmez, hiçbir şey hissetmedikçe daha da hırçınlaşır insan. Şimdiki ânı kırıp dökersek, bir evvelkine, orada yarım kalana döneriz umududur belki de. Sertçe çarpıp geçen ama izlerini henüz tanıyamadığımız bir seneye direnme dürtüsü... O senenin açtığı yaraları görmezden gelip, “ben kendi yaralarımı kendim açacağım” inatlaşması... Yenilmeyi unutmak, onu öğrenmekten zordur nitekim. Kaybetmeyi hazmedemeyen, kaybettikçe güreşmeye doymayan ve artık kaybetmiş olmaktan başka hiçbir erdemi olmayan bir dövüşçü olmak gibi. İşin kötüsü, yenilgisi dünya konjonktürü tarafından sanki tam da istenen buymuş gibi kutlanan ve kutsanan. Bir süreliğine kendisine “güneşin altında” bir yer verilen. Ve o sürenin kısıtlılığı, artık hayatımızda yeri olmayan takvimlerle gene de inatla hatırlatılan.
Geçmişi hatırlamak bir lanettir böyle anlarda. Sadece artık geri dönemeyeceğin benliğinin anısı çok acı verdiği için değil, geçmişin koşullanmışlıkları, ilişkileri, öfkeleri ve tanışlıkları zorunlu olan yeninin önünde ağır bir bagaj gibi durduğu için de. Ve sürgündeki insanlar yüklü bagajlarla dolaşamazlar, sürgün “hafif seyahat etme”yi gerektirir. Sadece bildiğin her şeyden değil, tanıdığın kendinden ve kendini kurduğunu sandığın tüm fikir ve yargılardan da kopmayı gerektirdiği için. 21. yüzyılın insanı “kuşlar gibi özgür” kılması da böyledir işte, bunu da öğrenirsin. En zor öğreneceğin, ama en zor unutacağın şey de budur. Bir ömür harcamayı gerektirir. Ve harcatır o ömrü, izin verirsen.
Ve fakat silik ve sinik bir senenin bile unutturamayacağı, çok daha önceden öğrenmiş olduğun, senin yaşam sürenin bile öncesine dayanan ve ötesine uzanacak bir öğreti vardır. Nereden gelip de senin içine işlemiş olduğunu tam olarak bilemezsin, ama belli belirsiz bir mefhumun vardır elbet: Ya binlerce yıllık insanlık tarihinin mirası, ya lisans hocalarından birinin kürsüde söyledikleri, ya babanın söylediği bir söz, ya annenin hayattaki duruşu, ya Gramsci’nin biyografisi sayesinde, ya da çok daha fazlasını yaşayıp da hâlâ sana cesaret vermeye çalışan güzel insanların yüzü suyu hürmetine bir vakit öğrenip de unutmadığın; hayatın önemsiz görünen, yeni yıllarla, havai fişeklerle, yılbaşı dilekleriyle ölçülemeyecek küçücük saliselerinde saklı bir histir o. Nasıl öğrendiğini bilmediğin ama asla unutmayacağın tek şeydir. Bununla birlikte, gündelik olanın toz dumanında çok kez unutmayı tercih ettiğin bir öğretidir. Onu unutmak hayatta kalma gailesini kolaylaştırır ama hatırlamak da bittiğini sandığın bir ömrü geri getiren tek şeydir. Bazen hayatta kalmanın bile bir sorumluluk olduğuna, nefes aldığın müddetçe mücadelenin bitmediğine, yenilgilerin kader olmadığına, zaten iradeden gayri bir kader de olmadığına, koşullar seni yuvadan düşmüş bir güvercin yavrusu kadar “özgür” kılıyorsa senin de -ona inat veya onun sayesinde- uçmayı öğrenebileceğine dair derstir bu. Fark etmeden öğrendiğin, düşmanlarının öğrenmenden en çok korktuğu şeydir, çünkü bir kere öğrendiysen asla unutmazsın. Sen yuvadan düştüğünde diğerlerinin haberleşmek için kullandıkları yegâne araç; uzaklara gitmen gerektiğinde seni içine alacak olan, kendileri de uçmayı yeniden hatırlamaya çalışan titrek kanatlı göçmen gruplara katılmanı sağlayacak tek öğretidir o. Yerden uzaklaştıkça beraber hatırlayacağınız, hatırladıkça hızlanacağınız, bundan sonra ne zaman yere inip ne zaman tekrar yükseleceğinizi beraber kararlaştırmanıza olanak verecek tek güçtür. Bunu tekrar hatırladıktan sonra 2016’ların, 2017’lerin, 2018’lerin önemi kalmaz, kendi mevsimlerinizi kendiniz belirlersiniz. Ve sırf -hâlâ kış saati/yaz saati, gregoryen/hicri takvim tartışmalarında boğulan bir insanlık tarihine gülmek için değilse bile- binlerce yıldır lanetleye kutlaya bitiremediğimiz aziz ve acınası kavgaya şöyle bir uzaktan bakmak için dahi değer o dersi hatırlamaya.