Eğitim, politika, tıp gibi alanlar günümüzde kurumsallaşarak, eskiden insanların kendi imkânları veya daha dolaysız yollardan karşıladıkları temel gereksinimlerin, çağdaş toplumda “bilimsel olarak” üretilmiş hizmetlerin “tüketilmesine” indirgendi.
Birey karşılaştığı sorunlarda bir çözüm yaratmak yerine daha önce yaratılmış ve kanıtlanmış bilgilere ve uzmanlara yöneliyor. Tıp alanında bu durumu inceleyecek olursak günümüzde karşılaştığımız en ufak bir hastalıkta bile elimiz kolumuz bağlanıyor ve tek çözümü alanında uzman bir doktorun yanına gitmekte buluyoruz. Illich, Sağlığın Gasbı’nda tıp kurumunun denetlenemeyen bir otorite olarak, neyin hastalık, kimin hasta olduğunu ve hastalara ne yapmak gerektiğini belirlediğinde sağlığımız için büyük bir tehdit oluşturduğunu söylemektedir. Bedenlerimiz üzerindeki hakkımıza tecavüz ettiğini; ilaç tüketimini teşvik ederek toplumun hastalıklı yapısını güçlendirdiğini sağlığa bir “mühendislik modeli” olarak yaklaştığı için insanların kendi insani zaafları, incinebilirlikleri ve biriciklikleriyle, kişisel ve özerk bir biçimde baş etme potansiyellerini yok ettiğini anlatıyor (Illich, 2017). Aslında sosyal bilimlerde olduğu kadar fen bilimlerinde bu özgünlük bulunmaktadır. Farklı ortamlarda farklı etmenlerle etkileşime giren aynı iki madde veya bir canlılık farklı özellikler gösterir. Böylesi bir durumda her hastalığın her bireyde aynı tepkiler yaratması veya çözüm yolunun aynı olması beklenemez. Ancak reçeteci ve “normal olana çevirme” amacıyla hareket edilen tıpta kişinin ”biricikliği” ve zaafları yok sayılıyor. Bu süreç ile kişi kendi sorunları ile baş edemez hale gelmektedir. Sürekli bir hastalık durumu oluşmaktadır. Illich’e göre sanayi toplumları hastalık yapıcıdır; çünkü insanları ortamlarıyla, kendi özerk gerçekleriyle başa çıkamaz hale getirir (Illich, 2017).
Tıp elindeki bu güç ile nelerin hastalık olup olmayacağını da belirler. Tıp koyduğu kural ve tanımlar arasında ne var ise onu kabul etmez ve elindeki tanımlara uygun hale getirmeye çalışır. Örneğin cinsiyet kavramını kadın ve erkek olarak tanımlayan tıp, bunun arasında ne olduğuna bakmaz. Eğer bu ikisi arasında bir cins varsa bu duruma bir mutasyon, genetik bir hastalık veya çözülmesi gereken bir sorun gözüyle bakar. İnterseks kavramı aslında tüm bu katı ve biçimsel değerlendirmeleri altüst etmekte. İnterseks, “birden fazla biyolojik durumun tanımlandığı bir şemsiye gibi”, farklı genital organlar, üreme organlarına sahip insanları kapsayan biyolojik bir durumdur. İnterseks bireyler kendilerini kadın veya erkek olarak tanımladığı gibi, bu kadın-erkek ayrımını tamamen reddedebiliyorlar da. Çoğu zaman, doktorlar, daha çocuk yaşta kişinin bedeninin görüntüsel olarak hangi cinsiyete daha yatkın olduğunu belirliyor ve yaşamını bu cinsiyette sürdürmesi için karar verilebiliyor. Ama interseks bireylerin zihinlerinde kendi cinsiyet kimlikleri açısından bu bedensel görünümün pek bir anlamı yok. Bedensel görüntü olarak erkekliğin baskın olduğu ama kendini kadın olarak tanımlayan kişiler de oluyor. Ama durum bu iki kategoriden birine sokulamayacak kadar karışık olabiliyor.
Bu karışık durumu tıp “normalleştirme ameliyatları” ile çözüyor. İki cinsiyetten ibaret bir dünyaya uyum için ağır ameliyatlar geçirmek zorunda bırakılan interseks bireyler için tıp büyük bir travma yaratıyor. Çoğu interseks bu kurumsallaşmış tıp bilgisine boyun eğerek ağır ameliyatlar geçirerek bir cinsiyete aitleştiriliyor ya da bu sürece dayanamayıp intihar ediyorlar. Kendi hayatını anlatan interseks bir birey olan Max Beck bu normalleştirme ameliyatlarını şöyle anlatıyor : “Doktorların bahsettiği ‘normalleştirme’, yani hormon değiştirme tedavisi onlu yaşlarımda gerçekleşti. Bu labirentte toplumsal cinsiyet kimliği ve o tıbbi uygulamalar için arzu duyarak bir on yıl daha geçirdim. Kendimi bir çeşit cinsel Frankenstein’ın canavarı olarak deneyimlemeye başladım.”
Bu konuda verilebilecek güzel örneklerden biriyse çocuklardaki hiperaktivitedir. Aileler aşırı hareketli çocuklarını doktora götürüp düzeltmeye çalışıyor ve mühendisleşmiş bir sağlık algısı ile önüne gelen her şeyi tamir etmek isteyen tıp sakinleştirici ilaç ile çocukları uyuşturuyor. Gözden kaçırılan yine bir öznellik ve “biriciklik” var: Yaşı gereği çocuklar daha çok keşfetmek için daha çok hareket eder ve kas ve kemik gelişimi için bu oldukça önemlidir. Ancak çağdaş toplumda anne ve baba sürekli bir iş hayatı içinde koşturduğundan çocuklarının bu aşırı hareketliliği onlar için bir dezavantaj haline gelir.
Sanayi toplumu kestiği bacağa, protez bacak yapmaktadır. Illich bu duruma şöyle bakmakta: Kurumsallaşmış yaşam önce hasta ederek çürüttüğü hayatlara, protez çözümler önerir. Beyaz üniformalı doktorlar ise hastaların anlamadığı bir dil konuşarak onları savunmasız bırakır; hastaların kendilerine olan bağımlılıklarını artırır; verdikleri ilaçlarla onları hissizleştirir ve böylece acı çekme haklarını ellerinden alırken, diğer taraftan hayattan zevk almalarını da engeller.
Birey bu durumun önüne geçmek için kendi sorunları ile baş etme yetisi kazanmalıdır. Bu bireysel baş etme yöntemleri ile kendi hayatımız üzerinde beyaz yakalılar kadar söz söyleme hakkımız olduğunu gösterecektir. Verilen ilaçları ve tedavi sürecini iyice anlamak, bilgi eksikliğinden ortaya çıkan bağımlılığı yok edecektir. Bireyin kendi durumu hakkında söz söylemeye başlaması tıptaki bu bağımlılık ile ortaya çıkan birçok doktor hatasını da en aza indirecektir. Bir şey ak ya da kara olmayabilir, bundan dolayıdır gri diye bir rengin ortaya çıkması. Tıp ve kurumsallaşmış sağlık bizi bir tıbbi tanı veya hastalık ile ilişkilendirmeye çalışabilir, bu durumda “gri” olduğumuzu ortaya koymak zorundayız. Geçmişte interseks bireylerin günümüzden daha fazla ameliyatlar ve normalleştirme operasyonları geçirdiğini biliyoruz; bunun günümüzde bir nebze azalmasının nedeni interseks bireylerin kendini ortaya koyması ve “Yeni bir tanımız biz,” demesidir.
Cirhinlioğlu, Z. (2015). Sağlık Sosyolojisi. Nobel Yayınları.
Illich, I. (2017). Sağlığın Gasbı. Ayrıntı Yayınları.