David Harvey, Umut Mekânları’nda (Metis yay. Çev. Zeynep Gambetti) üniversitede verdiği Kapital’i Okumak dersinde öğrencilere dönem ödevi olarak Marksizmin öldüğünden bahseden kurmaca bir mektubu yanıtlamalarını istediğini anlatır. Öğrenciler, bu hayali mektubu New York Times’tan kesilmiş bir dizi makaleyi kullanarak yanıtlayacaklardır. Harvey’e göre, öğrencilerin yanıtları Marksizm’in hâlâ gündelik hayatla bağlarının olduğuna dair bir kanıt; “Marksizm ne işe yarar?” sorusuna verilmiş bir yanıttır.
Kimileri için ise bu sorunun cevabı, gazete kupürlerinde değil, hayatın ta kendisinde gizlidir. Sözgelimi 1940’lar Amerika’sında bir tekstil merkezinde “işkence sehpası” adını verdiği askılıktan ekmek parasını çıkarmaya, vahşi piyasada tutunmaya çalışırken genç yaşında ölen bir babanın katilini ararken bulunan cevaplar gibi. Marshall Berman, çağdaş bir Hamlet gibi babasının katilinin peşine düşerken, aradığı ilk ipucunu babasının o çok sevdiği oyunda, Satıcının Ölümü’nde bulur. “Bu dünyada sahip olduğun tek şey satabileceğin şeydir” diyordur Charlie, oyunda. Oyunun kahramanı Willy Loman’la özdeşleştirdiği babasının ölümüne dair bulduğu ipuçları kapitalizmi gösteriyordur Hamlet’e ama yine de kimlerden intikam alması gerektiği konusunda net fikirlere sahip değildir. Nedendir bilinmez, İlahiyat Profesörünü seçer bu çetrefilli konuyu danışmak için. İlahiyat Profesörü kendisinden beklenenin aksine ruhu arındırmak için gerekli bir Tevrat ya da İncil yerine esrarengiz bir kitaptan söz eder. Hamlet, kitabı bulur ve hem de tanesi 50 sentten satılan bu kitaptan 20 tane alır. Kapağı gece mavisi renginde olan bu kitabı şöyle bir karıştırdığında, yalnız babasının katilini değil, hayatın da anlamını bulduğuna inanmıştır artık. Sevdiği insanlara kitabı hediye ederken, gökten vahiy indiren bir peygamber edasındadır adeta. Kitap, katili bulmasını sağladığı gibi, nasıl intikam alacağını da öğretmektedir ona. Yalnız, babasının değil, tüm Willy Loman’ların trajedisinin başlıca sorumlusunun kapitalizm olduğunu öğrendiğinde Hamlet’in elinde Yorick’in kafatası değil, o esrarengiz, gece mavisi kitap vardır: Karl Marx’ın 1844 El Yazmaları. Hamlet’in Marksizm’le macerası başlamıştır artık.
Atıldığı bu yeni macerada, ayağı ve aklı sürekli soru çengellerine takılıp durur Hamlet’in. Nasıl takılmasın ki? Kendisine büyük sırrı veren İlahiyat Profesörü, ardından bir de fıkra patlatmıştır çünkü: “Kapitalizm, insanın insan tarafından sömürülmesidir. Komünizm ise bunun tam tersidir”. Fıkra doğruysa, El Yazmaları’nın hikmeti nedir öyleyse diye kafa patlatır annesiyle birlikte Hamlet. Maceraya devam edebilmesi için cevaplaması gereken bir sorudur bu. Beklenen ilham, bu kez bir New York Times haberinden gelir. Haberde geçen bir ifade, yepyeni düşünsel ufuklar açmıştır. Annesine dönerek, “İlla bir isim koymak istiyorsan, Marksist hümanizm olsun” der. Ana-oğul derin bir nefes alırlar, rahatlamışlardır. Artık, işçi sınıfı nedir, neden devrimcidir, devrimciyse neden devrim yapamamaktadır gibi sorular, Althusser’in “teorik anti-hümanizması”na inat, Marksist hümanizmle zihin bulandırıcı olmaktan çıkacaktır.
Hayatın anlamını Marksizmde bulan Marshall Berman, zihinsel yörüngesini de Marksist hümanizmde bulur. Marksizm’i hümanizm ve modernizm ile barıştırmaya and içmiş gibidir. Marx’ı bir Aydınlanma düşünürü olarak tarif ettiği Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor’da modernizme ilişkin çizdiği iyimser tabloyu Marksizmle Maceram’da da yineler. Kendi macerasından başlayıp on dokuzuncu, hatta yirminci yüzyılın tragedya kahramanlarının izini Marksist düşünürlerde arayarak, onların hayatlarıyla, eserleriyle söyleşerek… Tüm çabası, bu tragedya kahramanlarının hayatları aracılığıyla modernizmin hâlâ dinamik, özgürleştirici olduğunu ispatlamak içindir aslında. Öyle ya, kim daha çok sarsabilir hayatı modernizmin bağrından çıkmış bir Dostoyevski kahramanından başka?
Marx ya da Raskolnikov
Berman’ın modern tragedya kahramanlarından ilki tabii ki Karl Marx’tır. Jerold Siegel’in yazdığı Marx biyografisi eşliğinde, bir Dostoyevski ya da Tolstoy kahramanına benzettiği Marx’ın trajedisini yansıtır okura Berman:
Öncelikle, tam da Heinrich Marx’ın 1830’larda korktuğu üzere, Karl’ı Hegelci saf düşünceye doğru sürükleyen yönü, onu maddi dünyadan, insani duygulardan, kendisini seven, kendisine en çok ihtiyaç duyan insanlardan da aynı güçle uzaklaştırıyordu. İşte bu yüzden Jenny ile çocuklar tam on beş yıl boyunca açlıktan kıvranır durur, görülmedik bir sefaletle boğuşurken (ki ancak 1860’lı yılların sonlarına doğru koşullar iyileşmiş de rahat bir nefes alabilmişlerdi), sıra onların insani ihtiyaçlarına geldiğinde Marx sorumluluklarından fazlasıyla kaçmış ve bir başına ideal gerçeklerle cebelleşmeyi tercih etmişti. (51)
Berman’ın hayran olduğu on dokuzuncu yüzyıl ruhu da budur zaten: İnsanın kendi kaderini elinde tuttuğuna dair o sarsılmaz inanç ve kendini feda etme duygusu. Bireysel olanla toplumsal olanın iç içe geçtiği o başdöndürücü çağda, trajik bir kahraman olmayı göze almış Marx da kendi sefaletinin ve ölümünün failini yazarken çalışma masasının başında son nefesini verecektir. Tamamlanmamış yapıtın adı, failin adını taşıyordur: Kapital.
Ve İbrahim ve Lukács
Berman’ın büyük oranda Marksist düşünürlerin Yahudi olanlarıyla düzenlediği resmigeçitte Georg Lukács, bir Tevrat karakterine bürünmüştür. 1958 baharında Washington Square Park’ta, koltuğunun altında Kierkegaard, Dostoyevski, Martin Buber olduğu halde oturup dururken, lise yıllarından bir arkadaşını görür Berman. Kendisinin tüm Varoluşçu nihilizmine inat, ateşli nutuklar atan, bildiriler dağıtan bir militan vardır karşısında. Macaristan’daki Sovyet tanklarının izleri bile silinmediği halde, hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam eden bu eski arkadaş şaşırtmıştır Berman’ı. “Hâlâ mı?” sorusuna yanıt olarak da teksir kağıdına basılmış bir yazı tutuşturulur eline. Hayatı, hep metinlerin gizemiyle şekillenmektedir sanki. “Ortodoks Marksizm Nedir?” başlığını taşıyan yazı, “Marx’ın dünyaya ilişkin savlarının hepsinin yanlışlığı bir bir kanıtlansa, Ortodoks Marksistin bu savları elinin tersiyle öylece itebileceğine, üstelik bunu da ‘ortodoksluğundan bir an bile ödün vermeksizin’ yapabileceğine dair bir bildirimle başlıyordu[r]” (217). Bu gizemli metnin yazarı da Macar düşünür Lukács’dır. O anda okuduklarının Marksist bir “İnanıyorum çünkü saçma” olduğunu anlamıştır. Lukács’ı dinsel bir figür olarak tasavvur eden Berman, Hz. İbrahim’in adını anmasa da, Lukács için kullandığı ifade, Kierkegaard’ın Korku ve Titreme’de İbrahim için kullandığının aynısıdır: İmana sıçrama. Sovyet tanklarının, cezaevlerinin yıkamadığı bir inanç sayesinde, yirminci yüzyıl trajik kahramanlardan biriyle tanışmıştır:
Onun daha dün hayatta, aramızda olduğunu düşününce içim ürperiyor. Çünkü günümüz için; hem kapitalist ve hem de sosyalist ülkelerdeki insanların böylesine küçük sevdaların peşinde olduğu bir çağ için fazlasıyla büyük bir adamdı o. Bizler büyük arabaların, sayfiyelerde villalara sahip olmanın, yurtdışına yolculuk edebilmenin, emeklilik planlarının derdindeyiz hâlâ. Bunlar Lukács’ın da tadına vardığı ve sonra gerçek yüzlerini görmeyi öğrendiği şeylerin güncelleşmiş örnekleri aslında. (243)
“Beni Komünist Manifesto ile Gömün”
Berman, Marksizmle macerası bitmez ama kitabını dünyaya ve Marksizmin geleceğine dair bir umutla bitirir. Artık 70’li yaşlarını sürmekte olan Berman, hâlâ umut dolu olmasını belki de en çok uluslararası ilişkiler kuramcısı Hans Morgenthau’dan dinlediği bir anekdota borçludur: Morgenthau’nın, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Bavyera’da hekimlik yapan babası, hastalarına son arzularını sorduğunda, büyük bir çoğunluğundan, öldüklerinde Komünist Manifesto ile gömülmek istedikleri yanıtını alırmış. Manifesto ile birlikte gömülmek isteyen işçilerin varlığı, onunla birlikte yaşamak isteyecek işçilerin de olacağına dair bir umudu doğurmuştur. Kimbilir belki de, Walter Benjamin’in dediği gibi işçi sınıfının da intikam hisleriyle dolması gerekmektedir:
Blanqui’nin önceki yüzyılı yerinden oynatan adını Sosyal Demokrasi otuz yıl içinde hafızalardan silmeyi neredeyse başardı. İşçi sınıfı için gelecek kuşakların kurtarıcısı rolünü yeterli sayarak, ona güç veren en büyük kaynaklardan birini kuruttu. Bu eğitim sınıfa hem nefreti hem de fedakârlık duygusunu unutturdu. Çünkü her iki duygu da, köleleştirilmiş atalarımızın imgesiyle beslenir, torunlarımızın kurtarılması idealiyle değil. (Walter Benjamin. Son Bakışta Aşk, Metis Yay. Çev: Nurdan Gürbilek-Sabir Yücesoy)
Marshall Berman. Marksizmle Maceram. Çev. Aylin Ülçer. İletişim Yayınları.
Kirk, Şubat 2010