İktidar geçicidir. Ona sahip olanlar, ister istemez, ona sahip oldukları ânı ölümsüzleştirmek için yeri gelir saldırganlaşırlar, yeri gelir sinsi tekniklere başvururlar. Şiddet öldürebildiğini öldürür, ama herkesi ve bütün bir hafızayı öldüremeyeceği için geride kendisini alt etmeye bir öncekilerden daha istekli, daha tehlikeli bir avuç da olsa insan mutlaka bırakmak zorunda kalır. Şiddetin sefaleti buradadır. “Sinsi” teknikler ise daha “akıllı”dır; yozlaştırabildiğini ödüllerle, korkutabildiğini cezalarla, kararsızları söylemle ikna eder. Hiçbir şey yapamazsa, tartışmanın parametrelerini belirler. Böylesi sinsi bir iktidar, milyonları gaz odalarına gönderen iktidardan daha tehlikelidir uzun vadede; aklı bulandırır, muhakemeyi hükümsüz kılar, fark ettirmeden kendi diliyle konuşturur muhaliflerini bile.
En otoriteryen iktidarlar bile aslında sadece en çaresiz kaldıkları zaman, bütün ikna yolları tıkandığı zaman şiddete başvurmak isterler; o yüzden medyadaki bir işkence haberi, yüzlerce insana yapılan işkenceden daha güçlü bir silahtır. O yüzden her türlü mantık kriterine göre saçmasapan sayılabilecek tartışmaları piyasaya sürmek, tartışmayı ezcümle yasaklamaktan daha akıllıcadır. Çünkü saçmasapan bir tartışmayı sürdürmek kimseyi sarsmaz; tam tersi mantıkdışılığa alıştırır, zehirli bir havayı soluduğun için nefes yolların tıkansa bile nefes aldığını zannetmeni sağlar.
Tarihe aykırı bir iş yaparak iktidar ânını ölümsüzleştirmeye çalışan muktedirler, yaptıkları işin ne kadar imkânsız olduğunu aslında herkesten, muhaliflerinden bile, daha iyi bilirler. Bu yüzden herkesin susmasındansa, mantıkdışı, anlamsız tartışmaların uzamasını tercih ederler. Ve bunun için insanlık tarihinin hiçbir döneminde, hiçbir gerçek derde derman olmamış, olmadığı da tescilli olan kavramlarını ısıtıp ısıtıp piyasaya sürmekte ustalaşırlar, ustalaşmak zorundadırlar. Bunların başında kıymeti kendinden menkul, neye dayandığını kimsenin bilmediği, ne olduklarını sorgulayan bir avuç insanın da canından bezdirildiği “milli değerler” gelir. Nereden kaynaklandığı bilinmeyen ve insanlık namına hiçbir işe yaramamış olmayı meşrulaştıran birtakım özsel ayrıcalıklar her dönem geçer akçedir nitekim.
“Üniversite” gibi adının etimolojik kökeki itibarıyla bile evrensel olana referans veren birtakım kurumlara yapılan saldırıyı “milli değerler” üzerinden açıklamak son derece “akıllıca” bir hamledir. Bir yandan taşralılığı kutsayarak kısa vadede sempati toplarken, diğer yandan evrensel olması gereken kurumların on yıllardır içten içe taşralı kalmış olduğunu, taşralılığın yerleşik düzeniyle göbek bağını bir türlü koparamamış olduğunu da hasıraltı eder. Ve bunun üzerinden son yüz yılın en yakıcı konularından birini, tüm yakıcılığıyla masaya yatırmayı da engeller. Kendi çukurunda debelenmeye devam etmesini sağlar topyekûn bir toplumun – muhalifi ve konformistiyle.
Kendimizi bir anda “Milli değer nedir?” gibi 19. yüzyıldan kalma bir tartışmanın içinde, Meşrutiyet aydını gibi argümanlar üretirken buluruz, o “milli değer” söylemini üreten ve bugünlere getiren sistemik gerçekliğin kökenine inmek, evrensel olma iddiasında olan kurumların bile o gerçekliği doksan küsur senedir neden değiştir(e)mediklerini tartışmak yerine. Bütün bu hengâmenin içinde bu ülkenin en köklü üniversitesi sayılan İstanbul Üniversitesi’nin bile, Darülfünûn’u kıyımdan geçirmek suretiyle, o gün için “kayyum” sayılacak bir rektör olan Sıddık Sami ile kurulmuş olduğunu, cübbelerin 1950’lerde bile bir fay hattı olarak alay konusu edildiğini, her bir darbeden sonra yürütülen üniversiteleri “düzleştirme” adımlarının nasıl sessizce kabul edildiğini, darbe anayasasının bu ülkenin anlı-şanlı, oditoryumlara adlarını verdiğimiz hukuk profesörleri tarafından yaptığını hasıraltı ederiz. Anlatının parametrelerini sorgulamak yerine o anlatı üzerinden tartışmaya devam ederiz.
Anlatının parametrelerini sorgulamak can sıkıcı, acılı bir iştir ne de olsa, çuvaldızı kendine batırmayı gerektirir. Hangi fakülte kurullarında hangi usulsüz kararlara pasif-agresif bir şekilde gözlerimizi devirdiğimizi, ama neticede sesimizi çıkartmadığımızı, hangi yüksek lisans programlarına iki yüz kişinin alınmasını –gönülsüzce de olsa– onayladığımızı, vakıf üniversitelerinden ve taşra üniversitelerinden atılanlara “geçmiş olsun” derken iş kelli felli devlet üniversitelerine uzanmadığı müddetçe sessiz kalmaya aslında razı olmuş olduğumuzu itiraf etmeyi gerektirir. Aynı bataklığın içindeyken bazılarımız henüz yıldızlara bakabiliyoruz diye bataklığı görmezden gelmiş olduğumuzu, iktidar fetişisti bir toplumda bizim de kurum ve ünvanlara karşı istemeden de olsa ne kadar zaaf gösterdiğimizi alenen kabul etmeyi gerektirir. Sesini duyurabilmenin tek yolunun kürk sahibi olmaktan geçtiği bir toplumda devletluluk ne kadar güçlü bir geçer akçeyse, kurumluluk da o kadar güçlü bir geçer akçedir. İktisadi ve siyasi sermayesi olanların devlet kurumuna duyduğu saplantılı bağlılık ile kültürel sermayesi olanların akademik kurumlara duyduğu bağlılık, itilip kakıldığı kampüslere geri dönmenin hayaliyle yaşadığı saplantı aynı derecede patolojiktir. Birinin diğerinden görünürde daha kaba olması, temeldeki prensibi değiştirmez. Ama bütün bunları görebilmek ve itiraf edebilmek için anlatıyı ve onun önceden belirlenmiş parametrelerini tartışmak gerekir. O tartışmaya cesaret edebilmekse illüzonlardan vazgeçip ait olduğumuzu iddia ettiğimiz evrensel değerlerle gerçekte ne kadar örtüştüğümüzü sorgulamayı gerektirir.
Ve fakat periferik toplumlarda ertelemek bir hayatta kalma refleksidir. Son yüz elli yılın bilançosuyla hesaplaşmak her şeyi altüst edecektir çünkü. “Periferik bir ülke için iyi” sayılması yeterli olmalıdır bir şeylerin. Bir ülkenin üniversiteleri ile devlet kurumunun aynı zincirin parçaları olduğunu on yıllarca hamasi hülyalarla görmezden gelmenin kısa vadeli kazançları o kadar tatlıdır ki, uzun vadeli bedeller bıçak kemiğe dayanıncaya kadar görmezden gelinir. Hesap önümüze geldiğinde hepimiz birbirimize bakmayı tercih ederiz. Devlet üniversitelere bakar, üniversiteler devlete. Ya birisi ödenemez durumdaki hesabı iflas etmek pahasına ödeyecektir, ya hep beraber kolları sıvayıp hep beraber kirlettiğimiz bulaşıkları birlikte yıkarız. Her durumda da sonuç, hepimizin aslında var olmayan bir keseden yalan bir ziyafet çektiğimizi yüzümüze vuracaktır. O yüzden en iyisi gene son bir duble daha isteyip masadan yavaşça sıvışmak, daha olmazsa kimin kaç duble içtiğini hesaplama ucuzluğuna girmektir. Hiç değilse zaman kazandırır. O esnada da milli rakı adabını ve kimin buna uymamış olduğunu tartışmak, fütursuzca yiyip içmiş ve elbet hesabı birilerinin ödeyeceğini sanmış olmanın kabalığını örter.
“-Mış gibi” yapmak günü kurtarır, ünvanları ve pozisyonları meşrulaştırır, kırılan kolu yen içinde tutar nitekim. O yen yırtılıp üzerimizden dökülene kadar dayanmak daha kolaydır o yüzden. Yen paralanırsa en kötü cübbelerimiz var, üzerine geçirir, bir kış daha dayanırız. Ve muhtemelen en fazla bir kış daha dayanırız bu gidişle.