Feminizmin memleketimize faydaları saymakla bitmez… Bunlardan biri de, feministlerin tarihe, topluma, kendimize bakışımızı derinleştiren kitaplar yayımlamalarıdır. Son beş yılda çıkan kadın ve cinsiyet konulu kitapları şöyle bir taramak bile, bunların nasıl bir çeşitlilik ve zenginlik sunduğunu görmeye yeter: İstihdamdan edebiyata, antropolojiye, tabii en çok da tarihe kadar pek çok alana yayılan söz konusu kitapların yazarları, aynı zamanda farklı alanların bilgi ve kavramlarını bir arada kullanma basiretini ve çalışkanlığını gösterebilmişler de. Akademik feminizm hakkında pek çok şey söylendi, söyleniyor ama galiba eleştirilerin içine tembelliği dahil etmek haksızlık olacak!
Bu yazıda, son derece öznel bir seçimle dört kitabı tanıtmak istiyorum. Bu dördü benim çeşitli nedenlerle sevdiğim kitaplar: Öğrettikleri için, düşündürdükleri için, anlamakta güçlük çektiğim şeyleri benim için daha anlaşılır kıldıkları için…
1
Tanıtmak istediğim kitaplardan ilki, Gülnur Savran’ın 2004 yılında Kanat Yayınlarından çıkan kitabı, Beden, Emek, Tarih/Diyalektik Bir Feminizm İçin. Gülnur Savran’ın kitabı, uzun süredir çoraklaşmış feminist teori iklimimize ferahlatıcı bir yağmur gibi indi (maddeci bir feminizm için uğraş dur, işte böyle romantize ederler!!). Teşekkür notunda büyük bir yalnızlıktan, girişte de teoriye doğru bir geri çekilişten söz etse de, dünyada ve memlekette olup bitenlere karşı müthiş bir dikkatin, merakın ve politik kaygının varlığı her yazıda güçlü biçimde hissediliyor. Teorinin belli ki bazen çekinilecek bir uzlet, ama aynı zamanda dünyayı değiştirmenin bir aracı olduğunu hatırlatıyor bize.
Bana sorarsanız, kitabı “teorik” olarak etiketlemek pek doğru değil, çünkü teorik olduğu kadar, pedagojik, bir o kadar politik… Kitabın, feminist teorinin güncel sorunlarının her birini ele alıp vukufla tartıştığı doğru; ama aynı zamanda, bunu yaparken, feminist teorinin kavram setini öğrenmek için bulunmaz bir kaynak da sunuyor. Çünkü bildiğiniz gibi kavramlar, ancak somut bağlamlar içinde hayat bulurlar ve biz onları yaşarken gördüğümüzde tanırız ancak. Dolayısıyla, kadın çalışmaları öğrencileri için kendi dillerinde yazılmış bir temel metin niteliği de taşıyor, bu yüzden pedagojik. Aynı zamanda, teorinin politik niyetlerle ele alındığında ne kadar zengin ve güçlü bir araç olduğunu gösteriyor – bu kitaptaki metinleri okuduktan sonra teorinin “gri” olduğunu söylemek kolay olmuyor.
Gülnur Savran girişte kitabın varlık nedenini ve yazılma sürecini anlatırken, teorik hasımlarını sayıyor ve bu hasımlar, politik kaygısının kaynaklarını gösteriyor: “… Somut gerçekliğin ve hakikatin yalnızca öznel, tikel, yerel, kısmi olandan ibaret olduğuna; soyutlamanın, genellemenin, bütünlük kurmanın, ‘büyük anlatı’ların ancak tahakkümcü, dışlayıcı, baskıcı olabileceğine; nesnelliğin, toplumsal ilişki ve yapıların, maddi gerçekliğin, bizim için ancak söylemsel, algısal, düşünsel dolayımlardan geçtiği ölçüde herhangi bir anlam-önem taşıyabileceğine ilişkin artık kesinleşmiş, hatta kemikleşmiş yargılar bunlar.”
Beş bölümden oluşan kitabın her bir bölümünde, bugün feminist teorinin ve politikanın gündemindeki en yakıcı sorunlardan biri etraflıca tartışılmış. Diyelim, “ev emeğinin toplumsallaşması” gibi bir talebin ne gibi sorunlarla malûl olduğunu, buna karşılık, ev emeğinin bir “soyut emek” türü olarak değerlendirilmesinin nasıl mümkün olmadığını anlatırken, feminizmin 1970’lerden bu yana yürüdüğü yolu da anlatıyor. Bunun gibi, “kamusal alan” gibi gayet soyut, teorik bir kavramın muhalif bir hareket için nasıl ve neden önemli olduğunu gösteriyor. Günümüzde göz yaşartıcı bir yaygınlıkla kullanılan (bu göz yaşlarının tek sebebi memnuniyet değil, kavrama yapılan eziyet de var, söylemeden edemeyeceğim!) toplumsal cinsiyet kavramının ele alındığı dördüncü bölüme özellikle dikkat çekmek isterim. Judith Butler tartışması, dünya feminist literatürüne girebilecek yetkinlikte ve tazelikte. Niyetim yalnızca tanıtım olduğuna göre, bu kadarla yetinmeliyim – her ne kadar her bir bölüme girip kendi sorularımla “okumak” son derece çekici olsa da…
2
İkinci kitap, Vatan, Millet, Kadınlar. Ayşe Gül Altınay’ın derlemesi, 2000 yılında İletişim Yayınları’ndan çıktı. Milliyetçiliğin cinsiyetçilikle nasıl içiçe olduğunu gösteren bir dizi yazıdan oluşuyor; bunlar arasında Afsaneh Najmabadi’nin bence çok önemli yazısı “Sevgili ve Ana Olarak Erotik Vatan: Sevmek, Sahiplenmek, Korumak”, Ayşe Gül Altınay’ın Sabiha Gökçen ve Meltem Ağduk-Gevrek’in Tansu Çiller hakkındaki yazıları da var.
Milletin bir “hayali cemaat” olduğunu uzun süredir biliyoruz - hayali cemaatin nasıl kanlı canlı (her anlamda kanlı!) bir hal aldığını da. Bu canlanmanın hangi tarihsel süreçler, hangi kurumsal ve ideolojik dönüşümler içinden geçerek mümkün olabildiğine ilişkin bilgimiz ve kavrayışımız da özellikle son on yılda epey arttı (Türkiye’de Şerif Mardin ve Taha Parla’nın eserleri, Türk modernleşmesinin başlangıcına, o başlangıçtaki milliyetçi kuruluşa ilişkin çok değerli analizlerdir). Buna karşılık, milletin inşasında cinsiyetçiliğin vazgeçilmez önemi hakkında, pek az bilgi, pek az analiz var elimizde. Partha Chatterjee’nin Hindistan örneği üzerine yazdığı kitap (Türkçe’ye Ulus ve Parçaları diye çevrildi ve İletişim Yayınları tarafından yayımlandı), bu konudaki ender çalışmalardan biri. Bir diğeri de, işte, Ayşe Gül Altınay’ın derlemesi.
“Hayali cemaat”in bir “hayalet” olmayıp modern öncesi (yani millet öncesi) dönemden taşınan malzeme ile, bu malzemenin yeni bir bakışla, yeni eller tarafından yoğurulup biçimlendirilmesiyle kurulduğunu hatırlatıyor - demek ki, malzemeden ve yoğuran ellerden kaynaklanan bazı gerilimler, sorunlar, direnişlerden de söz etmek gerekecek. Örneğin, Najmabadi, bunlardan bence en önemlisi, namus kavramı ile işe başlıyor:
“Millet, büyük ölçüde bir erkek kardeşler birliğiydi. Ulusun erkek oluşu ile vatanın kadın oluşuna sıkı sıkıya bağlı olan bir kavram da, namustu. Kökleri İslam düşüncesinde bulunan namus kavramı, milletin dinsel bir cemaatten ulusal bir cemaate dönüşmesiyle birlikte, dinsel anlamından koparılarak (nâmûs-i İslâm) ulusal bir anlam (nâmûs-i İran) kazanmıştır. Kadının iffeti (ismet) fikri ile İran’ın bütünlüğü arasında gidip gelen namus, gerek kadının iffetini, gerekse de İran’ı, erkeğin sahiplenmesine ve korumasına tâbi kıldı: Cinsel namus ile ulusal namus, karşılıklı olarak birbirlerinin oluşturucusu olmuştu. 1834 yılında kabul edilen İran bayrağında, önceleri erkek bir aslan ve dişi bir güneş vardı, daha sonra güneşin çıkarılmasıyla bayrak tamamen erkekleştirildi.”
“Kadın meselesi”, malzemeyle yoğuran eller, niyet ile korkular ve arzular arasındaki gerilimlerin patladığı, görünür hale geldiği bir yer oldu. Sadece bu nedenle değil, cemaatin kadın ve erkek mensuplarının biçimlenmesinde, yeni iktidar yapılarının kurulmasında ve benimsenmesinde, milliyetçi ideolojinin oluşturulmasında ve güçlenmesinde, cinsiyetçilik kritik bir rol oynadı. “Kurucu metinler” diyebileceğimiz türdeki kitaplar, yazılar ve konuşmalarda milletin hep ev, yuva, aile metaforlarıyla anlatılması, kadınlığa ve erkekliğe ilişkin normların milli görüş ve şuurun ayrılmaz parçaları olarak gösterilmesi, bu rolün örnekleridir. Selda Şerifsoy’un aktardığı şu müthiş alıntıdaki gibi:
“Aileler kurup evlenmemiş bir ordu, elbette bekârdır. Ve bekâr bir cemiyet gibi, bekâr bir adam gibi, bütün zeka olgunluğuna rağmen, yarım varlıktır. Osmanlı ordusu evlenmemiş ordunun örneğidir. Er kitlesi üstünde, annelik şefkat ve ihtimamını kuramayan komutan, ferdleri yani subayları bir aile halinde birleştiremez. Ferdlerin münasebetlerinde aksayışlar inzibatsızlıklar, geçimsizlikler hatta ihanetler görülür. Çünki komutan bir aile kurarak ordu evine girmemiştir. Evet, orduya girmek, orduda muvaffak olmak, fakat ordu evinin dışında kalmak…” (“dünya evi” yerine “ordu evi” denmesine dikkat!!)
Kitap, bir yandan Türk milliyetçiliğinin cinsiyetçiliğini, çeşitli zamanlarda, çeşitli örnekler üzerinden gösterirken, bir yandan da çeviri yazılarla farklı milliyetçilik hikayelerinin bizimkine ne kadar benzediğini de düşünmemizi sağlıyor.
3
Üçüncüsü, yine bir milliyetçilik hikayesi: Kadınsız İnkılap/ Nezihe Muhiddin, Kadınlar Halk Fırkası, Kadın Birliği. Yaprak Zihnioğlu’nun çalışması, Metis Yayınlarından 2003’te çıktı.
Yaprak Zihnioğlu, kendisini bu çalışmaya yönelten soruları şöyle sıralıyor:
“Kadınlar, Cumhuriyet reformlarının, Batılılaşma, çağdaşlaşma projesinin edilgen göstergeleri ve simgeleri olarak kalmayı kabullendiler mi? Yaygın kanının aksine, bu reformların yapıcıları olarak ulus devletin inşasına katılmak, siyasal özne olmak istediler mi? Kadınlar hakları için mücadele ettiler mi yoksa siyasal, medeni ve vatandaşlık hakları Mustafa Kemal Atatürk tarafından mı verildi? Kadınlar Cumhuriyetin kuruluşunda siyasal failler/eyleyiciler/aktörler olabildiler mi? Cumhuriyetin kuruluş yıllarında toplumsal cinsiyet hiyerarşisi nasıl kurgulandı?”
Bu soruların yanıtlarını, çok önemli bir kadının, Nezihe Muhiddin’in hikayesi üzerinden aramaya koyuluyor.
Kitabın bence en etkileyici yanı, Türkiye’de kadınlara “altın tabak içinde” sunulduğu söylenen siyasal hakların kazanılmasının arkasındaki müthiş, trajik ve sarsıcı hikayeyi görünür kılması. Bunu daha önce iki farklı kitapta, Aynur Demirdirek’in Osmanlı Kadınlarının Hayat Hakkı Arayışının Hikayesi’nde ve Serpil Çakır’ın Osmanlı Kadın Dergileri’nde okumuştuk. Yaprak Zihnioğlu, bu kitapların baktığı dönemden daha sonraya, Cumhuriyetin ilk yıllarına odaklanıyor, artık iktidar olmuş bir kadronun “kadın meselesi”ni nasıl ele aldığını, bunu yaparken mücadeleci kadınları nasıl safdışı bıraktığını gösteriyor. Kitabı okurken, “eşitlik mi farklılık mı”, “kadınların liyakati”, “hayırseverlik mi siyaset mi” gibi güncel tartışmaların 1920’lerde de yapıldığını görmek, şaşırtıcı oluyor (yoksa hiç mi ilerlemedik?!).
Türk Kadınlar Birliği kurucusu Nezihe Muhiddin’in bu birliğin bir hayır derneğine dönüştürülmesi yolundaki baskıları nasıl reddettiğine ilişkin şu sözleri, bugün hâlâ güncelliğini koruyor maalesef: “Buraya (kongreye) iştirâk eden â’zâ hukûkunu müdâfa’a etmek fikriyle iştirâk etmiştir. Maksad yalnız hayırkâr cem’iyyetler te’sisi değildir. (Birinci madde tekrar okundu). Bu maddeye göre maksadımız kadını yalnız hayırkâr bir kadın bırakmak değildir. Ona bir vatandaşa â’id bütün vazife ve hakları da vermektir” (TKB 1927 Kongresi). Dikkat çekici bir husus, bugün hâlâ gündemde olan bu tartışmanın, yani kadınların siyasal varlıklar haline mi gelecekleri yoksa “kadına yakışır vazifeler”e devam edip hayır hasenat işleriyle mi meşgul olacakları tartışmasının tarafları: O zamanın iktidar sahipleri, bugün “kadınların ortaçağ karanlığı tarafından esir alınması” endişesi içinde kavrulanların hasretle andıkları adamlardı; mesela, Yunus Nadi’nin şu tatlı satırlarını hatırlamak iyi olur:
“Dediğimiz gibi, hukûk-i siyâsiye iddi’âlarına kalkmayan hânımlara karşı reverans yapmasını, el öpmesini, zarîfane söz söyleyerek kırmızı boyalı dudaklarda tatlı ve şûh tebessümleri seyretmesini biz de hoş bir eğlence bulanlarla beraberiz. Lâkin, karşımızda hukûk-i siyâsiye iddiasına kalkmış hanımlarla başka türlü konuşmaya cevâz vardır.”
Yani, hak, hukuk diye kafa ütülemeye başlarsanız, külahları değişiriz! Bu konunun ilk Meclisin düşman kardeşleri 1. Grup ile 2. Grubun fikir birliğine vardığı ender konulardan biri olduğunu, Tunalı Hilmi Bey gibi istisnai bir kadın hakları savunucusunun konuşmasının sıra kapaklarına vurularak kesildiğini hatırlamak da iyi olur (belki de tarih sahiden de tekerrürden ibaret!).
Yaprak Zihnioğlu, derinlemesine incelediği dönemi, şöyle özetliyor:
“1923-1927 yılları arasında ortaya çıkan çelişki şudur: Cumhuriyetçi iktidar ‘kadınlar’ adına konuşmak, kadın haklarının sınırlarını cinsiyetçi temelde, ataerkil sınırlar içinde belirlemek ve kadın hakları alanındaki kazanımları rejime mal etmek istiyordu. Nezihe Muhiddin, Kadınlar Halk Fırkası’nın kurucuları/TKB Grubu’nun eylemcileri ise, ‘hürriyet’ ortamında yeniden kurulan kamu alanında siyasal, toplumsal ve iktisadi haklarına kavuşmak için, yeni kurulmakta olan rejimin kaldırım kenarında izleyenleri değil, kurucuları, toplumsal failleri/eyleyicileri olmak istiyorlardı. Cumhuriyetçi birinci dalga feminizmin siyasal haklar hamlesi, kısa bir süre sonra Kemalist rejim tarafından polisiye tedbirlerle ve karalama yöntemleriyle bastırıldı.”
Bir kadının, Nezihe Muhiddin’in hikayesi üzerinden anlatılan bu tarihsel dönem, bu kırılma, bize feminizmin iktidarla, devletle, milliyetçilikle ilişkisine dair çok şey söylüyor. Yaprak Zihnioğlu’nun “nesne”siyle kurduğu ilişki de, üzerine birkaç şey söylenmeyi hak ediyor. Kitaba başlarken, çok açıklıkla görüyorsunuz ki, Yaprak, Nezihe’yi seviyor! İlerledikçe, bu sevginin müthiş bir gönüldaşlığa, taraftarlığa, giderek özdeşleşmeye evrildiğini fark ediyorsunuz. Böylece, olayları yıllar sonra, sanki Nezihe’nin gözlerinden gördüğünüzü hissediyorsunuz – hâlâ canlı bir öfke… Evet, kitap katiyen “nesnel” değil. Belki de o sayede bu kadar derinlemesine, bu kadar anlayarak anlatabiliyor; belki de o sayede bir akademik çalışmayı biraz hüzünlü bir macera kitabı imişçesine zevkle okuyabiliyoruz.
4
Dördüncü kitap, yine bir tarih kitabı, ama bu kez çok yakın bir döneme, 1980’lere bakıyor ve Türkiye’de feminist mücadelenin 1980’ler dönemine ait hikayeleri anlatıyor: Özgürlüğü Ararken. Kasım 2002-Haziran 2003 tarihleri arasında Amargi’de düzenlenen “Kadın Hareketinde Mücadele Deneyimleri” toplantılarının kitabı. Toplantı programı son derece geniş: İlerici Kadınlar Derneği’nden başlayarak feminist hareketin oluşumu, ilk örgütlenmeler, deneyimler, Feminist, Kaktüs ve Pazartesi dergileri, kampanyalar, gruplar, Kürt ve dindar kadınların deneyimlerini de içeren bir alana ilişkin bilgileri bulabiliyorsunuz. Her bir deneyim, onu yaşayanların, onu kuranların ağzından anlatılıyor. Amargi’li kadınlar, tarih yazmanın bir hareket kurmanın vazgeçilmez parçası olduğunun farkındalar:
“Bu topraklarda tarih aktarımı çok zayıf. Hele kadınlar kendi tarihlerini birbirlerine çok zor aktarıyorlar. Ortak bir bellek oluşturmakta, kendimizi bu süreklilik içine yerleştirmekte zorlanıyoruz. Bu nedenle, sık sık tarihi kendimizden başlatma yanılgısına düşüyoruz. Tarihin izini sürmeliyiz. Birbirimizin izini sürmeliyiz. Biz varsak, birlikte varız. Aynı zincirlerle boğuluyoruz. Aynı düşlerin peşindeyiz. Kurtuluşumuzu istiyoruz.”
Her bir anlatıyı okudukça, 1980’lerin can yakıcı tartışmalarını, günler ve geceler boyunca bizi meşgul eden hiyerarşi, örgütlenme tarzı, bağımsızlık gibi konuları nasıl ele aldığımızı hatırladım, yeniden düşündüm. O zaman beni çok kızdıran kadınları, sözleri, tartışmaları yeniden gördüğümde, o öfkenin nasıl dönüştüğünü fark ettim; yok, sevgiye değil (o kadar da değil!) ama anlayışa ve değer bilmeye dönüşmüş. Birbirimizden farklı yollara giderken de hep birbirimizi kollamamız, önemsememiz, hesaplaşmamız önemliymiş. Kendi hikayemde en önemli yeri tutan Perşembe Grubu deneyimini okurken, Nükhet’i ve Aynur’u (tabii Naciye’yi, Mesiha’yı, Nurten’i…) özledim, onlarla paylaştıklarımızın değerini bildiğimi onlara söylemek istedim.
Anlaşılan bu kitap yalnızca “yeni gelenler” için değil, 1980’lerde “orada olanlar” için de öğretici! Aslına bakarsanız, sadece kadın hareketi açısından değil, bir dönemin atmosferini, siyasetini, muhalefetini hatırlamak için de yararlı bir kitap… Ancak bir hikayesi olanların yenilerini kurabileceklerini, ancak onların böyle bir işe kalkışacak gücü bulabileceklerini hatırlattıkları için Amargi kadınlarına teşekkürler…
Ayşe Gül Altınay, Vatan, Millet, Kadınlar, İletişim Yayınları, 2000.
Yaprak Zihnioğlu, Kadınsız İnkılap/Nezihe Muhiddin, Metis Yayınları, 2003.
Gülnur Acar-Savran, Beden Emek Tarih/Diyalektik Bir Feminizm İçin, Kanat Yayınları, 2004.
Özgürlüğü Ararken/Kadın Hareketinde Mücadele Deneyimleri, derleme, Amargi Yayınları, 2004.
Birgün Kitap Eki, sayı 9