Yargının siyasallaşması ya da siyasetin yargısallaşması kavramları bu ülkeye hiç yabancı değil. Son yıllarda da bu kavramın pratiğine o kadar çok tanık olduk ki gündelik hayatımızın sıradan ifadelerinden birine dönüştü. Hatta çoğu zaman bu ifadeleri umutsuzlukla, çaresizlikle ve sohbeti baştan kesip atan ya da ağızdan çıktığı anda bitiren doğal bir afet gibi algılayıp kullanıyoruz. Ağzımızdan çıktığı andan itibaren hukuk adına söylenecek hiçbir şeyin kalmadığını, somut olay her ne ise hukuktan bahsetmemizin anlamsızlaştığını da maalesef kabul ediyoruz.
Yargı denilen aygıt siyasal davalara da bakar; siyasetçilere dönüp de “ben bağımsız ve tarafsızım, beni bu işlere bulaştırmayın” demez. Hem devletin göbeğinde ve devlet aygıtı olup hem de bağımsız ve tarafsız olmasının paradoksu başka bir tartışma konusu olmakla birlikte “devlete karşı işlenen suçların” gidip gidebileceği tek mercidir; en azından yasal olarak. Ama inanırsınız ya da inanmazsanız “hukuk devleti” denilen mekânlarda, yargının devlete karşı kişi özgürlüğünü ve güvenliğini sağlamak gibi bir görevi de vardır. Bir suçun devlete karşı işlendiği iddia ediliyor olsa bile.
Savcılar barış akademisyenlerinin örgüt propagandası yaptıklarını iddia etmekte. Bu suç siyasi, yani devlete karşı işlenmiş bir suç. Başka bir deyişle kamu hukukunun ve ceza hukukunun alanına giriyor.
Yine Türk Ceza Kanunu'na göre aynı eylemle aynı suçu işleyen kişiler -yasada belirtilen özel durumlar yoksa- aynı cezayı alırlar. Savcılığın iddianamesine göre barış için akademisyenler imzaladıkları bildiriyle örgüt propagandası yapmışlar ve suç işlemişlerdir. Bu durumda her bir akademisyen aynı bildiriye imza attığına göre aynı suçu işlemişlerdir ve aynı cezayı alacaklardır. Zaten savcılar da farklı bir şey söylememekte, bütün sanıklar için aynı suçun işlendiğini kabul edip aynı cezayı talep etmekte. Bu durumda tüm sanıkların tek bir davada yargılanmaları mümkün.
Elbette devlete karşı işlendiği iddia edilen suça ilişkin bir dava bir siyasi dava ve kamu davasıdır. Sanıkların işlendiği iddia edilen suça karşı savunmaları yine büyük ihtimalle siyasi olacağı gibi kamuoyu da bu davayı siyasi olarak algılayacak ve olumlu ya da olumsuz siyasi tavrını gösterecektir. Bu hem sanıkların hem de yurttaşların en doğal hakkıdır. Bir savcı barış akademisyenlerinin işlediğini iddia ettiği suçu devlete karşı işlenmiş kabul ediyorsa ve iddianame de mahkeme tarafından kabul edildiyse bu dava siyasi bir dava, bir kamu davası olarak görülmelidir. Böyle olduğu halde her akademisyene ayrı dava açılıp suç kamuyu ilgilendirmeyen özel alana ilişkin bir dava olarak görülecekse, akademisyenler yalnızlaştırılıp sanki bir kira davasının tarafları gibi tek başlarına yargılanacaklarsa burada sıkı bir kurnazlığın olduğu aşikârdır. Bir barış bildirisine imza attıkları için yüzlerce akademisyen savcılık ve mahkeme nezdinde düşman olarak görüldüğünde bu düşmanların aynı orduya mensup oldukları ortadadır. Dolayısıyla koca bir teşkilat olarak barış akademisyenlerinin karşısına çıkan devletin/yargının akademisyenlere tek tek dava açması silahların eşitliğine değil, avcılığa delalet eder. Yargının bu yolla adliye önünde biriken muhalifleri ya da kamuoyunun tek bir davaya yoğunlaşıp baskısını arttırmasını engellemeye çalıştığı ortada ama maalesef “hamama giren terler” diye de güzide bir atasözümüz var. Koskoca bir devletin savcısı bir barış bildirgesinden dolayı bir akademisyene ceza davası açmışsa ve kendisine göre o akademisyen bu eylemiyle o devletin temellerini sarsmaya yeltenmişse o akademisyenin de koskoca devlete karşı kendi gücünü kamuoyu yoluyla gösterme hakkı vardır, olmalıdır. Yine siyasi davaların siyasi olduğu kabul ediliyorsa kamuoyunun da kendi siyasetini yargı yoluyla dile getirmesinin önünde temel hak ve özgürlükler açısından hiçbir engel yoktur.
Ama işin daha can alıcı bir boyutu da var.
Yargılama denilen faaliyet yargılama içinde gelişir. Yargılamanın anlamı budur. İlk başta belirli gibi görünen sonuç yargılama sırasında ya da sonunda değişebilir. İlk başta belirsiz gibi görünen sonuç aslında başından beri belli olabilir. Bu belirlilik de hukukun zaten en başta belirli olması değil, karşı argümanların görünen şeyi değiştirmeye yeterli olmaması anlamına da gelebilir. Kısaca ortada kesin bir olgu, bu olguya uyarlanacak kesin bir kanun maddesi ve bu kanun maddesine karşılık gelecek bir ceza miktarı yoktur. Böyle olmuş olsaydı yargılama faaliyetinin anlamı kalmaz, polis tuttuğu tutanak doğrultusunda yasayı açar ve uygun cezayı kesebilirdi. Bunca adliye binasına, bunca mahkeme salonuna ve bunca yargıca da gerek kalmazdı.
Hal böyleyken, gözümüzün önüne getirelim: Bir barış akademisyeni diğer akademisyenlerle aynı bildiriye imza attığı, dolayısıyla aynı suçu işlediği için savcılık tarafından aynı suçla itham ediliyor ve aynı ceza isteniyor somut durumda. Ayrıca ortada gerçek bir yargılama faaliyetinin olduğunu ve bu faaliyet sırasında eylemin tanımının yapılacağını, bu eylemin ceza kanununda belirtilen suça karşılık gelip gelmediğinin inceleneceğini ve eylem bir suça karşılık geliyorsa uygulanacak cezanın yargılama sırasında belli olacağını düşünmememiz için hiçbir neden yok çünkü “hukuk devleti” içinde yaşadığımızı düşünüyoruz. Bu durumda kendisinden önceki bir barış akademisyeni davasını izleyici olarak izleyen başka bir barış akademisyen, izlediği duruşmada meslektaşının ceza aldığını gördüğünde kendisinin bir sonra görülecek olan davasının ve yapılacak olan yargılamasının bir anlamı kaldığını düşünecek mi? Hukuk devletine, mahkemeye, yargılamaya inanacak mı? Yargılama faaliyetinin pratiği buysa gerçek bir yargılamadan söz etmek mümkün müdür? Bu durumda hukuk devleti içinde yaşadığımıza dair bir inancımız da çeşitli vesilelerle zaten kalmamışsa bir barış akademisyenin davasının pilot dava olarak seçilip yapılacak yargılamanın ve yargılamada çıkacak sonucun diğer akademisyenlere de teşmil edilmesini, böylelikle usul ekonomisinin uygulanmasını ve koca bir metropolde bir sürü insanın adliye koridorlarında sürünmemesine karar verilmesini önermek zorundayım.
Ortada tek bir eylem ve varsa tek bir suç vardır. Barış akademisyenleri tek bir davada yargılanmalı, yargı -eğer varsa- oluşacak kamuoyu tepkisinden çekinmemelidir. Devlete karşı suç işlendiği iddia ediliyorsa kişi hak özgürlüklerinin kendi ifadesini bulmalarına engel olunması yargıyı tarafsız ve bağımsız değil, güdümlü yapar. Buradan baktığımızda görünen bu.