Sanırım çok az olgu, hafıza kadar ikircikli bir anlama sahiptir. Bazıları insanın geçmişe takılıp kalmasının zararlı ve yıkıcı etkilerinden söz ederken, bazıları da insanın geçmişte kurulduğunu ve o geçmişe sahip çıkmanın insanın kendisine sahip çıkmakla aynı anlama geldiğini iddia eder. Hafızanın ikircikliği siyaset alanında da geçerlidir. Kimileri geçmişin/tarihin siyasi aktörlerde öfke uyandırdığını ve öfkenin de yapıcı değil yıkıcı olduğunu, oysa siyasetin olumsuzluklarla değil olumlu bir bakışla işleyebileceğini öne sürerken, kimileri de geçmişi hatırlamanın, özellikle yüzleşme/hesaplaşma bağlamında elzem olduğuna inanır. Ama her halükarda hafıza, ona dair algımız ve niyetimiz ne olursa olsun, hatırlamaya dair fiziksel bir engelimiz yoksa, bize tüm özel/kamusal/siyasi yaşantımızda bir şeklide eşlik edip, her gün hayata ilk günkü gibi yeniden başlamamıza, toplumsalı yeniden kurmamıza veya siyaseti “baştan almamıza” engel olur. Çünkü henüz onu silmeye dair bir teknik gelişmedi.
Aysel Tuğluk’un hafızaya dair fikrini, onu olumlayıp olumlamadığını bilmiyorum ama fiziksel bir engel, onun iradesi dışında, “unutmasına” sebep oldu. İçinde bulunduğu durum, kuvvetle muhtemel ne kendine ne de topluma ve siyasete dair geçmişi hatırlamasına izin veriyor. Kendisinin hapishanede tutulma nedenleri de buna dahil. Kürtlerin nasıl bir politik şiddete uğradığını, halihazır duruma nasıl gelindiğini, on yıllardır süren mücadelesinin trajik sonuçlarını hatırlamadığı gibi. Aysel Tuğluk, şimdi orada, hafızasız, geçmişsiz, yaşamını devam ettirmekten başka bir şey yapamayan bir “insan” olarak yaşamaya devam ediyor. Siyaseten, hafızaya dair fikrimiz ne olursa olsun, neredeyse yaşamı boyunca Kürt siyasetinin içinde olan, bu yüzden bedel ödeyen ve ödemeye devam eden bir siyasetçinin, buna konuda hafızasının boşalması belki de onun başına gelebilecek en büyük trajedi.
Bu trajedinin son bulması, Aysel Tuğluk’un hafızasına yeniden kavuşması tıbben mümkün müdür, bilmiyorum. Ama bu mümkünlüğü tartışmak için önce özgür olması, gerçek bir tedavi sürecinden geçmesi gerekir. Hapishane koşullarında, değil düzelmesi ya da iyileşmesi, yaşamsal fonksiyonlarını tamamen kaybetme tehdidi altındayken, tahliye edilmesinin gerekip gerekmediğini tartışmak dahi abesle iştigaldir. Söz konusu abes, hayati tehlike altındaki birinin hâlâ hapishanede tutulmasıdır.
Ama bu abesle iştigal, tek cümle halinde bu şekilde ifade edilebilirse de ve akıl baliğ her insan bu akıl almazlığı, sadece “insancıllık” adına kolaylıkla kabul edebilirse de bu iştigalin çeşitli açılımları mevcut.
Yaşam hakkının da dahil olduğu insan hakları ve insan hakları hukuku, tıpkı hafıza gibi ikircikli bir yapıya sahiptir. Bu olguya eleştirel yaklaşanlar açısından bu haklar, liberal siyasetin kendine göre insanı biçimlendirdiği, ona bu hakları vererek özgürlük yanılsaması yarattığı ama bunu yaparken de o insanı sadece hukuk alanında tutarak siyasetten yoksun bıraktığı yönündedir. Modern devletin insanı, özgürlüğünü devletten bu haklar sayesinde alır ve haklarının ihlalinin mercii de yine o devletin hukukudur. Toplum sözleşmesi gereği insan, iradesini devlete vermiştir ve karşılığında da bu hakları almıştır. Ve tam da bu “sözleşme” gereği, hukuki her sözleşmede olduğu üzere, ihlal halinde başvurabileceği tek mercii de hukuktur. Böylelikle insan siyaset dışına atılır ve liberal modern devlet içinde, onun talep ettiği özne/birey olarak yaşamına devam eder.
Aynı eleştirel yaklaşım içerisinde insan hakları, insanın “özü” gereği doğuştan sahip olduğu haklar değil, tarihsel süreç ve siyaset içinde oluşmuştur. Bu nedenle de doğal değil, tarihseldir. Dolayısıyla, aynı tarihsellik içinde ve güç ilişkileri kapsamında insan haklarının kapsamı genişleyebilir ve daralabilir; hatta tamamen ortadan kalkabilir. Tıpkı Nazi Almanyası’nda -o tarihte henüz “yurttaş hakları” olarak tanımlanıp yalnızca ulus devlet nezdinde ileri sürülebilirse de-, doğal hukuk tarafından iddia edildiği gibi, insanın doğuştan özgür olmasının ve yaşam hakkına da doğuştan sahip olmasının hiçbir değeri kalmadığı gibi.
Türkiye devletinin gerek anayasasında gerekse bağlı bulunduğu uluslararası sözleşmeler çerçevesinde insan haklarını tanıdığı ve pozitif hukukuna dahil ettiği kuşkusuz. Ancak somut olarak bu haklara dair yükümlülüklerini yerine getirmediği de şüphesiz. Öyle olmuş olsa idi, Aysel Tuğluk’un yaşam hakkına yönelik olarak gereğini yapar ve onu hapishanede tutmaya devam etmeyip gerekli tedaviyi görmesine izin verirdi. Anayasada ve uluslararası sözleşmelerde yer alan insan hakları konusunda bir devlet açıkça ihlalde bulunuyorsa, tüm iktidarların üzerinde, aşkın, tartışılmaz ya da siyaset-üstü birtakım kurallar da yok demektir. Kaldı ki, insan hakları hukuki bir kavramsa ve hukuk eliyle talep edilebiliyorsa ulus-devletlerin ihlal durumlarında herhangi bir yaptırımla karşılaşmaması ya da uğrayacağı yaptırımın uluslararası hukuk nezdinde konjonktürel olarak değişebilmesi, doğuştan geldiği ileri sürülen hakların esasında hiç de mutlak olmadığını, düşman hukukunun pekala uygulanabildiğini açıkça ortaya koyar. Devletin yaşam hakkını ihlal ettiği Aysel Tuğluk’u hâlâ içeride tutabilmesi ve bugüne değin bu konuda uluslararası hukuk kapsamında hiçbir etkili yaptırımla karşılaşmamış olması, insan haklarının esasında ne kadar kırılgan olduğu da kanıtlamaktadır.
İnsan haklarına bazı başka eleştirel ama -her şeye rağmen- olumlayıcı yaklaşımlara bakıldığında ise, insan haklarının doğal ve bu nedenle de mutlak bir yapıya sahip olmadığı ve hakların siyaseten ve tarihsellik içinde oluştuğu kabul edilmekle birlikte, pratikte bu kazanımların devlete karşı kullanılabileceği ve devlete karşı etkililiğinin yine siyaseten sağlanabileceği kabul edilir. Bu anlamda, hukuku ya da hukuk devletini kendinde bir amaç olarak kabul etmeden, insan hakları birer araç olarak kullanılarak, siyasetin alanına dahil edilebilir. Çünkü somut olarak insan haklarını tanımış olan hukuk, devlete karşı toplumun/siyasetin taleplerini dile getirmek için kesinlikle elverişlidir. Ancak bu eleştirel ama olumlayıcı yaklaşımın işe yaraması için, hiç olmazsa o devletin asgari insan haklarını pratikte uygulamaya geçirmiş ve siyaseten topluma az da olsa bir alan açmış olması elzemdir. Başka türlü, yani insan haklarının ulus-devlet hukuku tarafından pozitif hukuk kapsamında tanınmış olması, ancak fiiliyatta esamesinin dahi okunmaması, bu hakların hukuk yoluyla talep edilmesini anlamsızlaştıracağı gibi siyaseten kullanılmasını da geçersiz kılar. Çünkü insan hakları üzerinden siyaset yapmak, o siyasetin karşısında bir muhatap gerektirir; o muhatap da elbette devlettir. Ama insan haklarına karşı kapı-duvar bir devlet karşısında, ister o hakların doğuştan gelen mutlaklığına, ister siyaseten elverişliliğine inanın, pratikte hiçbir işe yaramadığı görülüyorsa ve Aysel Tuğluk hapishanede açıkça ölüme terk edilmişse, işin başka bir boyutunu ya da görünümünü de dikkate almak lazım gelir.
Doğrudur, insan hakları siyaseten oluşmuştur. Ulus-devlet kendine meşruiyet zemini ararken en elverişli araç olarak “kendisiyle sözleşme yapacak özgür bireyi” esas almıştır. Meşruiyetini sağlayacak sözleşme karşılığında da o “doğuştan özgür birey”e yaşam hakkı dahil birtakım haklar vermiştir. Ama elbette bu birey, kapitalizmin bağrındaki liberal bireydir ve eğer ortada bir sözleşme varsa her iki taraf da bu sözleşmeye uymakla yükümlüdür. Modern devlet ve liberal birey sözde sözleşme çerçevesinde mutlu mesut yaşarken ortaya birden bire, Batı tarafından tüm tarihselliği yok sayılarak, tarihte bir talihsizlik olarak addedilen Nazizm çıkmıştır ve esasında “doğuştan gelen” o hakların hiç de öyle doğuştan gelmediği ve totaliter bir iktidar tarafından gayet rahatlıkla yok sayılabileceği görülmüştür. Nazizm’den etkilenen herhangi biri ya da topluluk da Führer’in karşısına çıkıp haklar bildirgesini gösterememiştir. Mesele basittir: Nazizm, karşısındaki siyasi güçten daha güçlüdür ve bu sayede de totaliter rejimini kolaylıkla dayatabilmiş ve etkinleştirebilmiştir. Öyleyse siyaset, hak değil güç ilişkisidir ve herkesin, her siyasetin hakkı, gücü oranındadır.
Nazizm tecrübesinden ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra yurttaş hakları uluslararası düzeyde -elbette Batı’nın yönetiminde- insan haklarına evrilmiş ve ulus-devletlerin ihlallerine karşı uluslararası düzenekler kurulmuş ise de, bu, daha sonraki ihlalleri engelleyememiştir. Çünkü, takdir edileceği üzere, ulus-devlet hâlâ egemen güçtür ve onun üzerinde herhangi bir otorite yoktur.
Aysel Tuğluk’un hâlâ içeride tutulabilmesinin ve tüm toplumun gözünün içine baka baka yaşam hakkının ihlal edilebilmesinin zemini de hukukta değil, siyasette aranmalıdır. İçinde yaşadığımız durumda, iktidarın karşısına insanın doğuştan gelen hakları olduğunu savunan sürreel bir argümanla çıkmanın anlamsızlığı kadar, her ne olursa olsun insan hakları aracılığıyla hukuk nezdinde siyaset alanının genişletilebileceğini ileri sürmek de bir o kadar hayalcidir. Bu ikinci argüman nispeten (elbette temsili anlamda) demokratik Batı toplumlarında yine nispeten karşılık bulabilecek olsa da, Türkiye’de halihazırda hiçbir şekilde geçerli değildir. Çünkü insan haklarının siyaseten araç olarak kulanılabilmesi ve hukuk eliyle iktidardan talep edilebilmesi için en azından karşınızda sizi her an derdest etmeye hazır bir iktidarın bulunmaması, ifade özgürlüğü ve sokağa çıktığınızda zarar görmeyeceğinize dair bir kanaatinizin olması şarttır.
Hal böyleyken, pozitif hukukta -anayasada- dile gelmiş hakların devlet karşısında etkili olabilmesi için, bu hakların fiili olarak devlet tarafından yerle yeksan edildiği rejimlerde, devletin karşısına soyut haklarla değil, somut siyasetle çıkmaktan başka bir çarenin olmadığı açıktır. İnsan haklarının doğuştan gelen mutlak değerler ya da siyaseten araç olarak kullanılmasının pratikte hiç de mümkün olmadığı böylesi rejimlerde söz ancak siyaseten, siyaset içinde söylenebilir. Aysel Tuğluk’un hapishanede ölüme terk edilmesinde ve yaşam hakkının hiçe sayılmasında elbette ki HDP’li bir Kürt siyasetçi olmasının ve HPD’nin de iktidar tarafından düşman addedilip düşman hukukuna maruz bırakılmasının önemi büyüktür. Ve böylesi bir ihlal karşısında, insan haklarının ötesinde, siyaseten nasıl konumlanılacağı önem taşımaktadır. Büyük anlatıların, makro niyetlerin ötesinde, var olduğu yerden, mevcut haliyle siyaset yapmanın daha gerçekçi olduğu, ancak somut sorunlara somut tepkiler vermenin siyaseti ilerleteceğini düşünüyorum. Kürt siyasi hareketinin etnik olduğunu iddia ederek büyük anlatılara aykırı olduğunu düşünmek, toplumu iktidar karşısında siyasetsiz bırakmak anlamına geleceği gibi, makro niyetlere ulaşmak açısından da mesafeyi uzatacaktır.
Yine, etnik siyaset iddiasına baktığımızda, etnisiteyi kuranın Kürtler ya da ezilen başka bir topluluk değil, devletin/iktidarın olduğu ortadadır. İktidar Kürt kimliği üzerinden siyaset yaptığında Kürtlerin de “Kürt değilim, insanım” demesinin hiçbir anlamı olmadığı gibi faydası da yoktur. Aksi takdirde devletin Kürtleri çağırdığı yerden başka bir sesle konuşulur ki, bu da sorunu ancak yok saymak olur. Tıpkı Yahudi Soykırımı’nda “Ben Yahudi değil, insanım” demenin hiçbir fayda sağlamamış olduğu gibi.
Aysel Tuğluk iktidar tarafından ölüme terk edildi ve iktidar bu tavrından vazgeçecekmiş gibi görünmüyor. Onun yaşam hakkını, insan hakları kapsamında ileri sürmenin bir faydası olacak gibi de değil. Aysel Tuğluk’un yaşam hakkı, yalnızca Kürtlerin değil, tüm toplumun ona sahip çıkmasıyla gerçekleşebilir. Büyük laflar etmeden, devletin Kürtleri vurduğu yerden konuşarak ve bu konuda da azami katılımı sağlayarak korunabilir Aysel Tuğluk’un yaşamı. Bu anlamda da tamamen bir zırvadan ibaret “doğuştan gelen haklar” ya da bu ülkede halihazırda ne yazık ki geçerli olmayan “insan haklarının hukuk yoluyla, siyasi bir araç olarak devlete karşı ileri sürülebilmesi” yerine, Kürt siyasetçilerin yanında ve arkasında durarak, onları siyaseten güçlendirip iktidara baskı yapabilecek duruma gelerek bir kazanım elde edilebilir. Ancak bu güç sayesinde iktidara karşı konulabilir ve onun karşısında hak iddia edilebilir. İnsan haklarının siyaseten kazanıldığı doğrudur. Aysel Tuğluk’un özgür olabilmesinin yolu da insan haklarından bağımsız bir siyasi güçtür. Ancak bu güç kazanıldığında insan haklarından söz etmek ve bunu iktidara karşı ileri sürebilmek mümkün olabilir. Aksi takdirde ortaya çıkacak şey, büyük anlatıların soyut aforizmaları ile AİHM’in gayet tutarsız, etkisiz, kendinden menkul ve papağan gibi tekrarlanan bilmem kim vs. Türkiye Cumhuriyeti kararları ve ardı arkası kesilmez sözleşme maddeleridir. Burada konu ne soyut insan hakları, ne duygusal hamaset ne makro niyetlerin ele avuca sığmaz ütopyası ne de içi boş insan onuru ya da haysiyetidir. O onur ve haysiyet ki, anlamını sadece tarihsel aristokratların devlet görevlerini yerine getirirken iyi birer yöneten olmaları için uydurulmuş, sonrasında da “dünyanın merkezi insan”a atfedilmiş ahlaki kavramlardır. Burada konu tamamen Aysel Tuğluk’un yaşamı ile ilgilidir. Somut, nefes alıp veren ve bu anlamda hiçbir hurafeyle ilgili olmayan yaşamı. Siyasetin konusu da budur, başka hiçbir anlama ihtiyacı olmaksızın.