Yahudi ve sosyalist olduğu için daha sonra üniversitedeki görevinden ihraç edilen ve sürgünde ölen Alman kamu hukukçusu Hermann Heller bu soruyu o ünlü makalesine başlık olarak seçtiğinde, takvimler 1930’u gösterir.[1] Almanya’da işçi sınıfı öncülüğündeki toplumsal hareketlerin 1919’da yıktığı imparatorluğun ardından inşa edilen Weimar Cumhuriyeti son yıllarına yaklaşıyor, Nazilerin iktidar yürüyüşü yeni başlıyordur. Anayasanın hazırlandığı Weimar şehrinden adını alan demokratik cumhuriyetin ayırt edici özelliklerinden biri işçi sınıfının taleplerinin de haklar ve kurumlar şeklinde anayasada yansımasını bulmasıdır. Sosyal haklara kapsamlı olarak yer veren ilk anayasalardan biridir Weimar Anayasası. Ayrıca güçlü bir devlet başkanının varlığına rağmen siyasi rejimin merkezinde, işçi sınıfının ve kadınların genel oy hakkı aracılığıyla dahil olduğu parlamento yer alır. O güne dek siyasi alandan dışlanan toplumsal hareketlerin siyasi alanı biçimlendirme ve iktisadi ve toplumsal ilişkileri dönüştürme kudretini elde etmeleri, tepkileri de beraberinde getirir. Ağırlığı muhafazakâr ve parlamenter demokrasi karşıtı olan kamu hukukçuları arasında tam da bu dönemde yükselen bir yıldız vardır: Carl Schmitt.
Schmitt, Heller’in anayasal düzen can çekişirken büyük bir tehlike olarak işaret ettiği diktatörlüğü bir yönetim biçimi olarak daha 1921 yılında tartışmaya açar.[2] Egemenliğin bir kişi tarafından, halk adına ve sınırsız bir şekilde kullanıldığı diktatörlüğün pekâlâ demokratik olduğunu ileri sürmekle yetinmez Schmitt, aynı zamanda “gerçek” demokrasinin inşasının yegâne usulü olduğunu iddia eder ilerleyen yıllarda. Parlamenter sistem zaten miadını doldurmuş, siyasi ve iktisadi krizleri tetikleyecek bir şekilde toplumdaki farklı sınıf ve grupların kavga ve pazarlık sahnesine dönüşmüştür.[3] Özgürlükler ve hukuk devleti ise demokrasinin değil, liberalizmin düşünce dünyasına aittir ve esas işlevleri siyasi iktidarı bölmek, parçalamak ve sınırlamaktır. Oysa Almanya’nın önündeki temel sorun, siyasi birliğini tesis etmektir.[4] Bu çerçevede, anayasaya ruhunu veren demokrasinin de inşa edici bir şekilde yorumlanması gerektiğini ve kurucu değerinin de özgürlük değil, eşitlik olduğunu vurgular Schmitt. Tabii Schmitt’e göre bu eşitliğin inşa edici olabilmesi için de herkesin değil, türdeş olanların eşitliğine dayanması gerekir. Ancak türdeş olanlardan oluşan homojen bir toplum siyasi açıdan etkin bir halk haline gelir. Halkın kendi kendini yönetmesi anlamında demokrasi de yöneten ve yönetilenlerin türdeş olmasıyla hayata geçer. Bu çerçevede Schmitt’e göre demokrasinin siyasi önceliği, homojenliğin sağlanmasıdır.[5] Homojen bir halkın var olabilmesi için ise her şeyden önce kimin dost kimin düşman olduğuna dair siyasal kararın verilmesi gerekir.[6] Bu siyasal karar uyarınca türdeşliğin sağlanması için heterojen olanın elenmesi veya imha edilmesi de demokrasi kavramına içkindir.[7] Homojen bir toplumun varlığı, iç barışı ve siyasi istikrarı sağlayacak, ama aynı zamanda demokrasinin sağlıklı bir şekilde işleyeceği zemini oluşturacaktır.[8]
Schmitt, eserlerinde halkın gücüne ve enerjisine dair epik vurgularına rağmen, sürekli olarak bir noktanın da altını çizer. Demokrasinin inşa sürecinde, halkın bir aracıya, bir temsilciye ihtiyacı vardır.[9] İşte diktatör, halk adına yönetimi sağlayacak egemen olarak bu nedenle zaruridir. Özgürlüklerle ve hukuk devletiyle bağı koparılmış bu demokrasi tanımı sayesinde, demokratik meşruiyete sahip olduğunu ileri sürebilecek olan diktatör ya da diktatöryel yetkilere sahip bir devlet başkanı, Alman halkı adına dost ve düşman arasındaki ayrımı yapmalı, Almanya’nın kaderini belirlemelidir.[10] Kısacası Schmitt’e göre Almanya’nın önündeki temel siyasi karar, dost ve düşman arasındaki ayrımdır.
Schmitt’in görüşlerine karşı çıkan çok az sayıdaki kamu hukukçusundan biri, Türkiye’de daha ziyade saf hukuk kuramı aracılığıyla bilinen Hans Kelsen’dir. Kelsen ısrarla, demokrasinin temel değerinin özgürlük olduğunu vurgular. Yurttaşların kendi kendini yönetmesi anlamında demokrasi, ancak siyasi özgürlüklerinin güvence altına alınmasıyla mümkün olabilir Kelsen’e göre. Homojen toplum kurgusu karşısında halkın sınıf, din ve etnik olarak bölünmüş yapısını bir gerçeklik olarak kabul eden Kelsen, çokluk olarak halkın barış içinde yaşamasını sağlayacak seçeneğin kurum ve kurallarıyla anayasal bir yönetim olduğunu ileri sürer. Kelsen’e göre de Almanya’nın kaderi temel bir siyasi karara bağlıdır: demokrasi ya da otokrasi. Herkesin siyasi eşitliğini ve özgürlüğünü koruyarak, halk tarafından yönetimi sağlayan demokrasi ile ilahi bir kökene sahip bir liderin halk adına yönettiğini, bu nedenle de sınırsızca hükmedebileceğini ileri süren otokrasi arasında.[11]
Heller, böyle bir konjonktürde kaleme alır “Hukuk Devleti ya da Diktatörlük” makalesini. Ona göre de Almanya’nın önünde iki seçenek vardır. Cumhuriyet ya işçi sınıfının taleplerini dikkate alarak hukuk devletini sosyal sıfatıyla taçlandıracak ya da Almanya’nın o güne kadarki tüm kazanımlarını bir kenara bırakarak, neo-feodal bir diktatörlük düzenine yelken açacaktır. Bu makale aracılığıyla kamu hukukuna kazandırdığı sosyal hukuk devleti kavramı ile Heller, özünde sermaye sınıfının iktisadi çıkarlarını koruyan rasyonel hukuk sisteminin artık ezilenlerin ve sömürülenlerin güvencesi olacak şekilde dönüştürülmesi gerektiğini dile getirir. Fakat sermaye sınıfı, demokrasinin gerçekleştirilmesi anlamına gelen talepler karşısında, kurtuluşu halk yığınlarını peşinden sürükleyecek bir diktatörlükte arar Heller’e göre. Diktatörlük yanlılarının önündeki en büyük engel ise artık demokrasi çağının başlaması, irsi bir monarşi ya da soyluluğa dayalı bir aristokrasinin meşruiyet zeminini yitirmesidir. Heller, Schmitt’i tam da böyle bir anda, demokrasi idealini diktatörlüğün inşasının aracı haline getirme çabası nedeniyle eleştirir.[12]
Heller’in hukuk devleti ya da diktatörlük sorusuna Almanya’da verilen yanıtın ağır neticeleri herkesin malumu. Nazi partisi Weimar’ın son demokratik seçimlerinde ancak %43,9 oy alabilse de, parlamento yangını sonrasında ilan edilen olağanüstü hal sürecinde, siyasi partiler feshedilir ve ülke anayasaya aykırı kararnamelerle yönetilmeye başlar. Ardından 1934 referandumuyla başbakanlık ve devlet başkanlığı Hitler’in şahsında birleştirilir ve Alman tipi başkanlık sistemine geçilir. Bu aşamadan sonra yaşananları Fraenkel’ın ünlü İkili Devlet çalışması anlatır en özlü şekilde.[13] Bir yanda gündelik hayatın ve kapitalist üretim ilişkilerinin sürdürülmesini sağlayan norm devleti, diğer yanda devletin ve milletin bekasını ilgilendiren tüm konularda, hiçbir kurumsal ve hukuki sınıra tabi olmadan işleyen tedbir devleti. Yerli ve milli olmadığı “takdir” edilenler açısından öngörülebilir olan tek şeyin belirsizlik olduğu bu ikili devlet yapısıyla başlayan sürecin sonunu ise, aynı zamanda Fraenkel’in yakın dostu olan bir başka kamu hukukçusu Franz Neumann anlatır ünlü eseri Behemoth’ta.
Neumann, Fraenkel’ın de işaret ettiği tedbir devletinin tüm siyasi alanı yuttuğunu, hukukun bazı teknik kurallara ve önceden belirlenmiş amaçlara ulaşmanın aracına indirgendiğini, bürokrasinin ise kurumsal bütünlüğünü yitirdiğini vurgular. Parlamentonun yanı sıra tüm siyasi ve iktisadi örgütlenmelerde seçimler ve kurul halinde karar verme usulü ortadan kalkmış, atanmış küçük Führerlerin sınırsız ve denetimsiz yetki kullanımı belirleyici hale gelmiştir. Sonuç, devlet ve hukuk düzeninin zirvesinde yer aldığı kabul edilen Führer’in karizmasının bir arada tuttuğu parçalı iktidarı odaklarının ve muğlak hukukun doğaçlamaya dayalı kaosudur. Neumann’a göre Almanya’da devlet de hukuk da yoktur artık. [14]
Bu kaos ortamında siyasi rejimin katalizörü ise “Führere Doğru Çalışma” ilkesidir. Ian Kershaw’ın bir Nazi üyesinin konuşmasına atıfla kavramsallaştırdığı bu ilke,[15] Hitler’in varsayılan istek ve niyetlerine göre davranılırsa, bunun er ya da geç onaylanacağına ve mükâfatlandırılacağına dair inancın rejimin işleyişindeki en önemli öğelerden biri olduğunu anlatır. Nazi Rejimi’nin idam makinesine dönüşen Halk Mahkemesi’nin ünlü yargıcı Roland Freisler’in göreve başlarken Hitler’e yolladığı mektubunda sağlamasını bulan bir tespittir bu. Yargıç Freisler, “Siyasi Askeriniz” hitabıyla sonlandırdığı mektubunda, artık yargıçların, önlerindeki davalarda, Hitler o olayı nasıl karara bağlayacağına inanıyorlarsa, o yönde hüküm tesis etmeye çalışacaklarının güvencesini verir.
Peki, neredeyse yüz yüzyıl önce, farklı bir coğrafyada farklı siyasi ve toplumsal koşullarda Heller’in ortaya attığı soru, bugün için Türkiye’de, kritik bir seçim öncesinde bizi ne kadar ilgilendirir?
Bu topraklarda kökleri 19. yüzyılın başına uzanan modernleşme süreci yasal-rasyonel bir otoritenin inşası ve kurul halinde karar verme usulünü temel alan meclisin güçlenmesi yönünde gelişti, düşe kalka da olsa. Bu tespit, o günden bu yana yaşanan ağır insan haklarını ihlallerini, darbeleri ya da keyfiliği, sömürü ve tahakkümü yok saymak anlamına gelmez. Unutulmaması gereken kurum, kurul ve kurallarıyla anayasal bir yönetimin uğruna sürekli mücadele edilen bir ideal olduğudur. 2017 yılında geçilen Türk tipi başkanlık sistemi işte bu idealden kopuşu simgeler. Parlamentonun yanı sıra her aşamada kurul şeklinde karar verme usulünün değersizleştiği, kurumların etkisizleştiği, kuralların öngörülebilirliğini yitirdiği, kısacası cumhurbaşkanının şahsında temerküz eden bir siyasi düzensizlik hali içinde yaşıyoruz artık. 14 Mayıs seçimleri bu açıdan kritik bir dönemeç olacak.
Heller, Kelsen ve Schmitt’in tartışmalarının gösterdiği üzere, tarihte öyle anlar gelir ki, temel siyasi karar bir karşıtlık arasındaki tercih haline gelir. Bu kritik dönemeçte, siyaseti düşmanlarla mücadele üzerinden biçimlendiren, hukuku bu mücadelede bir araca indirgeyen, devletin bekasını koruma iddiasıyla, halk adına yönettiğini ileri süren iktidar karşısında, muhalefetin en azından asgari koşullarını vaat ettiği parlamenter rejim ve hukuk devleti, kuşkusuz bir çıkış yolu sunuyor. Bu fırsatın, Heller’in tarif ettiği sosyal hukuk devletinin inşa sürecinin başlangıç ânı olması umuduyla…
[1] Hermann Heller, “Rechtsstaat oder Diktatur?”, Gesamte Schriften, Band 2, A. W. Sijthoff, 1971, s. 443-462.
[2] Carl Schmitt, Die Diktatur, Von den Anfängen des modernen Souveränitätsgedankens bis zum proletarischen Klassenkampf [1921], Duncker & Humblot, 1994.
[3] Carl Schmitt, Die geistesgeschichtliche Lage des heutigen Parlamentarismus [1926], 2. baskı, Duncker & Humblot, 2017, s. 7-14.
[4] Carl Schmitt, “Der bürgerliche Rechtsstaat” [1928], Staat, Großraum, Nomos, Arbeiten aus den Jahren 1916–1969, Duncker & Humblot, 1995, s. 44-54.
[5] Carl Schmitt, Verfassungslehre [1928], Duncker & Humblot, 1970, s. 237.
[6] Carl Schmitt, Der Begriff des Politischen [1932], Duncker & Humblot, 1963, s. 52-54.
[7] Carl Schmitt, Die geistesgeschichtliche Lage des heutigen Parlamentarismus [1926], s. 14.
[8] Carl Schmitt, “Legalität und Legitimität” [1932], Verfassungsrechtliche Aufsätze aus den Jahren 1924–1954, Duncker & Humblot, 2003, s. 281 vd.
[9] Carl Schmitt, Verfassungslehre [1928], s. 204 vd.
[10] Carl Schmitt, Der Hüter der Verfassung [1931], 2. baskı, Duncker & Humblot, 1969, s. 158 vd.
[11] Hans Kelsen, Vom Wesen und Wert der Demokratie [1929], 2. baskı, Scienta Verlag, 1963, s. 78 vd.
[12] Hermann Heller, “Rechtsstaat oder Diktatur?”, s. 448 vd.
[13] Ernst Fraenkel, İkili Devlet: Diktatörlük Teorisine Bir Katkı, çev. Tanıl Bora, İletişim, 2020.
[14] Franz Neumann, Behemoth: The Structure and Practice of National Socialism 1933–1944, Ivan R. Dee, 2009, s. 447 vd.
[15] Ian Kershaw, “Working Towards the Führer’ Refections on the Nature of the Hitler Dictatorship”, Contemporary European History, 2(2), 1993, s. 115 vd.