Yürümeyi Hatırlamak

Deneyen bilir. Küçükken hoşumuza gider. Sevimlidir. Biliriz, kullansak bize pek yakışır. Büyüyüp rüşdümüz ispat olunca kullanmaya başlarız. Kimine ihtiyaçtır. Çoğumuza kimlik sunar. Sosyal çevrelere girmenin yoludur. Arada bizden bir şeyler götürdüğünü sezeriz. Ne kadar kullanırsak bütçemizi o kadar yorar. Sağlığımızı bozar. Daha az kullanmaya çalışırız. Olmaz. O zaman bağımlısı olduğumuzu anlarız. Artık onsuz yapamayız. Sigara mı? Sigaradan bahseden kim?

Yazık

Bu yazıyı yazdığım günlerde, İstanbul Kozyatağı’nda cinayet gibi bir kaza gerçekleşti. Lüks bir otomobil, taklalar atarak durakta minibüs bekleyen insanların arasına daldı. Sonuç: 3 ölü, 2 ağır yaralı.

Biliyorum. Bu haber çoğumuzu şaşırtmadı. Öyle ya. Bu tip haberlere o kadar alıştık ki... 2009 yılında trafik kazalarında 4.300 ölüm gerçekleşti. Bu kazalarda 200 bin kişi yaralandı. 2009 yılı içerisinde sadece polis bölgesinde 16,875 adet yayaya çarpma vakası gerçekleşti. [1] Bu, sadece kayıtlara girenler. Hafif kazalarda şikayetçi olmadığımızı düşünürsek, bu sayının çok daha yüksek olduğu anlaşılır.

Elbette bu istatistikler işin en dramatik tarafı. Ancak otomobil bağımlısı olmanın yükü bununla sınırlı kalmıyor. Çevre kirliliği artıyor. İklim değişikliği insanlığın geleceğini tehdit ediyor. Trafik hepimizi çileden çıkartıyor. Yüz metrelik yolu gitmemiz bir saati buluyor. Otomobil almak dert. Park edecek yer bulmak ayrı dert. Kaldırımlar park yeri gibi kullanılıyor. Orada da yer kalmazsa, otopark için dünyanın parası ödeniyor. Akaryakıt üzerinden dünyadaki en yüksek vergi alınıyor. Yine de bunların hiçbiri otomobillerin tahtını sarsamıyor.

Neden?

Otomotiv endüstrisi Türkiye ekonomisinin amiral gemisidir. Binlerce kişiye iş sağlamanın yanı sıra, dış ticaret açığına olumlu katkı yapar. Motorlu taşıtlar sayesinde yaratılan doğrudan ve dolaylı vergi geliri (ÖTV, KDV, motorlu taşıtlar), devlet bütçesinin önemli bir kısmını oluşturur. Otomobiller devletlerde de bağımlılık yaratır. İngiltere’de politikacılar, otomobil karşıtı olarak etiketlenme korkusundan, toplu taşımayı kullanmaları için insanları iknaya yanaşmamakla suçlanırlar. 1997 ile 2005 yılları arasında motorlu taşıt kullanmanın maliyeti reel olarak %9 oranında düşerken, otobüs ücretleri %15 yükselmiştir. [2]

Bağımlılığın ideolojik boyutu, ekonomik boyutu ile kol koladır. Bu noktada Enis Akın’a katılmamak mümkün değil: “En önemli sorun, otomobil merkezli ulaşıma, dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir siyasi eğilim tarafından yönetilmesi, müdahale edilmesi gereken bir siyasi konu gibi davranılmaması. Siyaset otomobil merkezli ulaşımı değil, otomobil sektörüyle ciddi reklam bağlantıları kurmuş olan medyanın da desteğiyle, otomobil ideolojisi siyaseti yönetiyor.” [3] Gerçekten de otomobil üreticileri güncel eğilimleri çok iyi değerlendiriyor. Reklamlarla, tanıtımlarla, kampanyalarla duygu ve düşüncelerimizi şekillendiriyor. Büyük bir otomobil üreticisi güncel bir reklamında Haluk Bilginer’in etkileyici sesi ile sürdürülebilirlik kavramının altını çiziyor. Toplumsal adalete gönderme yapıyor. Herkesin otomobil kullanma imkanının olmamasını kabul edilemez buluyor. Ve en önemlisi, küresel ısınmanın egzoz gazlarından kaynaklanan emisyonların çok ötesinde bir konu olduğundan bahsediyor. Bu, üretimin her aşamasında hatta sonrasında kendilerine sordukları bir soru.

Elektrikli otomobillerin bizlere ne şekilde sunulduğunu anlamak için çok uzağa gitmeye gerek yok. Arama motorlarında, otomobil ve çevre anahtar kelimeleri ile yapılacak bir arama, durumu ortaya koyuyor. Açılan ilk 10 sayfanın 7’si büyük üreticilerin çevre dostu otomobillerinden bahsediyor. Şurası bir gerçek: Elektrikli otomobiller, öncüllerinin yarattığı tüm olumsuzlukları ortadan kaldıracak bir mucize olarak önümüze sürülüyor. Henüz Türkiye’de emekleme aşamasında olsa da çevre dostu teknolojilere yönelmenin olumlu adımlar olduğunu yadsımak mümkün değil. Ancak bunlar gerçekten kurtuluşa giden yolu mu işaret ediyor?Elektrikli Otomobiller

Elektrikli otomobillerin temel çıkış noktası, sera gazı salınımı ile fosil yakıtlara olan bağımlılığı ortadan kaldırmak. Bu doğrultuda şirketler milyarlarca dolarlık Ar-Ge harcaması yapıyor. Elektrikli otomobillerin sera gazı salınımının, fosil yakıt kullanan araçlara kıyasla düşük olduğu bir gerçek. Ancak iş egzozdan çıkan gazla bitmiyor. Bu araçların yakıt olarak kullanacakları elektriği şebekeden çekecekleri ortada. Peki şebekeye verilen elektrik ne ile üretiliyor? 2009 yılı verilerine göre, Türkiye’de yenilenebilir enerjiden üretilen elektrik, toplam üretimin %1’ini bulmuyor. Hidroelektriği de yenilenebilir enerji kapsamına alsanız bu oran %19’da kalıyor. [4] Yani bu teknoloji devrimi, otomobillerin egzozlarından çıkan sera gazlarını, santrallerin bacalarına transfer etmiş oluyor. Otomobiller nedeniyle oluşan sera gazı miktarında önemli bir değişim olmuyor. Türkiye’nin elektrik üretimi, büyük oranda yenilenebilir kaynaklardan sağlanmadıkça elektrikli araçların faydası olmayacak gibi gözüküyor.

Günümüze Dönersek...

Elektrikli otomobillerin Türkiye’de yaygınlaşması için uzunca bir süre gerektiği ortada. O halde günümüze dönelim. Benzinli ortalama bir otomobil km başına 250 gram karbon salınımı gerçekleştiriyor. [2] Otomobiliyle yılda 20,000 km yol yapan bir sürücü, 5,000 kg karbon salınımı yapmış oluyor. Yani başka hiçbir yaşam belirtisi göstermezse, sadece otomobil kullanarak dünyadaki ortalama kişi başı salınımı gerçekleştiriyor. [5] Oysa sürdürülebilir bir dünya için bir kişinin ortalama 1,000 kg karbon salınımı yapma hakkı olduğundan söz ediliyor. Ulaşım alışkanlıklarımızı değiştirmeden, bu rakamlara ulaşmak mümkün değil. Sözgelimi İngiltere’de ulaşım araçları toplam sera gazı salınımının %25’inden sorumlu tutuluyor. [6]

Kullandığımız otomobillerin tüm yaşam döngüsünden bahsetmemize gerek var mı? Sözgelimi bir otomobil üretiminde 300-400 ton su kullanılıyor. Yüzlerce kilogram çelik, demir, aluminyum ve plastik harcanıyor. Bu maddelerin üretimi dünyada en çok kaynak tüketen ve çevreye zarar veren endüstriler arasında yer alıyor. Gerçekten de iklim değişikliğinin egzoz gazlarından kaynaklanan emisyonların çok ötesinde bir konu olduğu saptamasına katılmamak mümkün değil.

Şehirlerde Otomobil

Buraya kadar anlattıklarımızdan şu sonucu çıkarmak mümkün: Otomobiller benzinli de olsa, dizel de olsa, elektrikli de olsa, diğer bazı alışkanlıklarımız gibi, çevreye zarar veriyor. Bu zararın miktarı kullanılan yakıta ve teknolojiye göre değişiyor. Otomobil üreticileri Ar-Ge harcamaları ile otomobilden kaynaklanan zararları azaltmaya çalışıyor. Peki, otomobil bağımlısı olmamız şehirlerdeki ulaşımı nasıl etkiliyor?

İstanbul’da otomobil ile taşınan kişi sayısı, toplam taşınan kişi sayısının %20’sini bulmuyor. Üstelik %20’den daha düşük bir oranı taşıyan otomobillerin sayısı, diğer ulaşım araçlarının sayısının 20 katından fazla. [7] Bu rakamlar şehirlerin neden insanlar için değil, otomobiller için tasarlandığını ortaya koyuyor. Aşağıdaki paragrafı atlayabilirsiniz. Bu paragraf çok açık bir gerçeği ortaya koyuyor. Yani malumun ilanından öteye geçmiyor. Ne var ki şehirlerde yapılan yatırımlara bakınca, malumun bıkmadan usanmadan ilan edilmesi gerektiği anlaşılıyor.

Şehirler insanlar için tasarlanmalıdır. Ancak şehirlerimizin içinden otoyollar geçiriliyor. Trafik ışıkları, yaya geçitleri kaldırılıyor. Yayalar alt ve üst geçitlerden geçmeye zorlanıyor. Bütün öncelik otomobil trafiğinin akmasına veriliyor. Şehir merkezlerine büyük otoparklar inşa ediliyor. Biliyoruz, bunları çoğu insan olumluyor. Sanıyoruz ki, şehir içinde otopark yaparsak park sıkıntısı ortadan kalkacak. Şehir içindeki yolları genişletirsek trafik sıkışıklığı azalacak. 3. köprüyü yaparsak, köprü çilesi bitecek. Ancak bilimsel çalışmalar ve geçmiş deneyimler şunu açıkça ortaya koyuyor: Otomobillerin şehir merkezlerine girişini teşvik ederek, trafik sorununu çözemeyiz. Otomobilleri şehir merkezine çekecek tüm düzenlemelerden kaçınmak gerekir. Otomobillerin şehir merkezine girişini caydıracak önlemler (ücretlendirme gibi) alınmalıdır. İstanbul gibi kalabalık şehirlerde, otomobilleri mümkün olduğu kadar şehir dışında tutmak ve insanları şehir merkezlerine toplu taşıma sistemi ile taşımak şarttır.

Çözüm: Toplu Taşıma

Yukarıda anlatmaya çalıştığım sıkıntıları azaltmanın yolu toplu taşımayı yaygınlaştırmaktan geçiyor. Toplu taşıma kullanımı, trafik keşmekeşini azaltır. 50 kişiyi taşıyan bir otobüs, 50’ye yakın aracın trafiğe çıkmasını engelleyebilir. Bu da gürültü kirliliğini önleyecektir. Bir kişi otomobil kullanmak yerine otobüse binmeyi tercih ederse, sera gazı salınımını 2/3 oranında azaltır. [2] Daha az fosil yakıt tüketir. Havayı daha az kirletir. Bunlardan daha güzel şey olabilir mi?

Evet, olur

Yürümek. Yürümekle egzoz gazı üretmeyiz. Havayı kirletmeyiz. Elde var sıfır. Gürültü kirliliği yaratmayız. Fosil yakıt tüketmeyiz. Kendi enerjimizden başka hiçbir kaynak kullanmayız. Yürümek için bir araca ihtiyacımız yoktur. Hiçbir aracın üretilmesi gerekmediği için, üretim sürecindeki enerji kullanımını ve sera gazı salınımını ortadan kaldırırız. Elde var sıfır. Yürüyünce kaldırımda temiz, yemyeşil ayak izimiz kalır. Elde var bir.

Bu söylediklerim garip gelebilir. İstanbul gibi, Ankara veya İzmir gibi büyük şehirlerde gideceğimiz yere nasıl yürüyebiliriz? Elbette her yere yürümemiz şart değil. İnsanlar için tasarlanmış şehirlerde, yürüme yolları oluşturulur ve bu yollar etkin bir toplu taşıma ağı ile birbirine bağlanır. Aslında şimdi bile, yürümeyi toplu taşıma ile entegre bir ulaşım aracı olarak kullanmak mümkündür. Bir noktanın altını çizmek isterim: Biz yürümezsek, şehirler yürümeye uygun hale getirilmeyecek. Yürüme yollarını biz isteyeceğiz. Bunların toplu taşıma sistemi ile birbirine bağlanmasını biz talep edeceğiz. Biz sesimizi çıkaracağız ki, toplu taşıma araçları içerisinde insan gibi sehayat etmemiz mümkün olacak.

Yürümeyi hepimiz unuttuk. Sizlerin aklını yürümeye çelmek için birkaç rakam vereyim. Türkiye’de bu istatistikler tutulmadığından rakamlar yurtdışından. Trafiğin ortalama hızı Londra’da 11 km/saat, Tokyo’da 18 km/saat ve Paris’te 26 km/saat olarak hesaplanıyor. [8] Bu rakamlara baktığımızda, Enis Akın’ın tespitiyle “şehir içi otomobil kullanımının mobil olmakla bir ilgisi bulunmuyor.” [3] Özellikle İstanbul için ortalama trafik hızının daha düşük olduğunu sanıyorum. Üstelik işe geliş ve gidiş saatlerinde trafiğin hızı iyice azalıyor. Kişisel istatistikler bazen çok anlamlı olabilir. İş çıkışında işimle evim arasındaki yaklaşık 4 km’lik yolu bir otomobil ile yarım saatte alıyorum. Bu da o güzergahta trafiğin hızının ortalama 7-8 km/saat’e kadar düştüğünü gösteriyor. Bir insanın yürüme hızından fazla değil, öyle değil mi?

Alışveriş için yaptığımız yol, işe giderken yaptığımız yoldan çok daha kısa. İngiltere’de alışveriş için gidilen ortalama mesafe yaklaşık 7 km. Otomobil ile ortalama bir seferde yapılan yol, 14 km’nin altında. 3,2 km’nin altındaki otomobil kullanımı ise, tüm kullanımın %25’ini oluşturuyor. [9]

Sağlıklı bir insanın yürüyerek saatte 6-7 km yol alabildiğini düşünelim. Türkiye’de İngiltere’dekine benzer rakamların geçerli olduğunu varsayarsak, yarım saat yürüyerek otomobil kullanımını bir anda %25 azaltabileceğimiz açık değil mi? Otomobil ile bir seferde ortalama 14 km yol yaptığımızdan söz ediyorsak, bu seferlerin bir kısmının 14 km’den kısa, bir kısmının uzun olması gerekir. O halde işe gidiş gelişlerin bir kısmı ile alışveriş veya arkadaş ziyaretlerinin büyük bir kısmını yürüyerek yapmamız mümkün. Biraz da toplu taşımayı kullanırsak otomobile ihtiyaç duymayabiliriz. Bu sayede otomobil kullanımı %25’lerden çok daha fazla düşebilir. İşte bu yüzden yürümenin ne kadar önemli olduğunu yeniden hatırlamanın zamanıdır. Yürümek önemlidir ve evet, yürümek mümkündür.

Elde var sıfır

Ben, evimle işim arasında ulaşım amacıyla yürüyorum. Otomobille varacağım zamanda evde oluyorum. Soranlar oluyor: “Neden yürüyorsun?” Üşenmeden anlatıyorum: Yürüyerek çevreye verdiğim zararı azaltıyorum. Doğal kaynakların daha verimli kullanılmasına destek oluyorum. Neredeyse tamamını ithal ettiğimiz fosil yakıtları tüketmiyorum. Gürültü kirliliği yaratmıyorum. Trafiği artırmıyorum. Yürüdüğüm rotada alışveriş yapıyorum. Ekonomiye katkı sağlıyorum. İnsanlar tanıyorum. Otomobille geçsem olmaz. Ancak yürüyerek şehre, semtime nüfuz ediyorum. Spor yapmak için salonlara giderdim. Şimdi bu salonlara gerek duymuyorum. Günde bir buçuk saat yürüyerek, sağlığımı koruyorum. Moralim düzeliyor. Verimim artıyor. Az şey mi? Arabayı satın almaya, bakımına, vergisine, şuna buna vereceğim para cebimde kalıyor.

Reklam, “Gelecek elektrikli otomobille şekillenecek” diyor. Breton “Yürümeye Övgü” adlı kitabında “Yürüyüş dünyayı duyumsamaya götürür.” diyor, “İnisiyatifi insana bırakan eksiksiz bir etkinliktir. Bedenin pasifliğine ve dünyadan uzaklaşmaya neden olan trenden, arabadan farklıdır ve sadece bakışa ayrıcalık tanımaz.” Ben mühendis adamım. Öyle güzel laflar edemem. Trafikte sıkışmış otomobillerin yanından caka satarak geçerken aklımdan şöyle geçiyor: “Yürümek bir mucize.” Ne dersiniz? Bu laf fazla mı taraflı? Bana kalırsa şimdi taraf olmanın tam zamanı.

[1] Trafik Hizmetleri Başkanlığı, http://www.trafik.gov.tr/

[2] Mark Lynas, 2007, “It's carbon judgment day”, The Guardian, http://www.guardian.co.uk/environment/2007/jan/24/ethicalliving.g2

[3] Enis Akın, 2009, “Otomobil Hapishanesi”, Birikim

[4] Tmmob Makina Mühendisleri Odası, 2010, “Türkiye’nin Enerji Görünümü-Oda Raporu”

[5] http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_countries_by_greenhouse_gas_emissions_per_capita

[6] Imogen Martineau, 2005, “Car passengers on the UK’s roads: An analysis”, https://www.liftshare.com

[7] Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi, 2009, “İstanbul’un Son Beş Yıldaki Ulaşım Politikaları Ekonomik, Çevresel ve Toplumsal Açıdan Ne Düzeyde Çözüm Üretiyor?”

[8] Peter Freund ve George Martin, 1996, “Otomobilin Ekolojisi”, Ayrıntı Yayınları

[9] Department of Trade and Industry, “Energy Consumption in the United Kingdom”, http://www.bis.gov.uk/files/file11250.pdf