Şimdiye kadar güncel sanat, siyaset, teori ve edebiyat üzerine yazdıklarından bildiğimiz, öykü ve romana da dokunmuş Süreyyya Evren ilk şiir kitabı 23 Nisan Ağıdı’nı yayımladı. Evren’le şiirden başlayıp edebiyatın çeşitli alanlarına sıçrayan bir söyleşi yaptık. Şiir ve siyasete bakarken, Siyahi’ye oradan da romana geçtik. “Şiirin siyaseti” gereği ters düştük, farklı düşündük, babalığın nasıl gittiğinden konuşamadık ama sınırlara uzanan, sınıruçlarını kurcalayan, uçuruma bakmaktan korkmayan düşünceler dolaştı söyleşide.
İlk şiirini 1991’de yayımladın; ancak ilk kitabın ortaya çıkması oldukça uzun bir zaman aldı. Buradan başlayalım istiyorum. Cemal Süreya’nın adından attığı “y”yi sahiplenmiş bir isim olmana karşın neden bu mesafe?
Galiba üç dönem var şiirle ilişkimde. Birincisi başlangıç: Yoğun şiir yazıp yayımladığım, Sombahar, Düşler, Varlık vb gibi dergilerde şiirler, şiir üzerine yazılar ile alanı zorladığım kabaca 91-95 dönemi. 95’te Genç Şairler ve Yazarlar Kitabı’nı (o kitabın üzerinden de 15 yıl geçti ve Türk şiirinde iktidar yapıları üzerine bir yeniden değerlendirme şart) yayımladıktan sonra sanki şiir yayımlamaktan soğumuşum gibi bir hava var... Bir boşluk görünüyor. Bir tür aforoz edilme, sükut suikasti uzlaşması da var tabii arkasında. Bir gruba yaslanarak başka bir gruba değil, kendi doğrularıma yaslanarak tüm gruplara pozisyon alıyordum o kitapta. Bana “yapma, yalnız kalırsın” demişlerdi büyükler. Haklıydılar muhtemelen ama ben de “yalnız kalmaktan çekinecek kadar kötü değilim” diye düşünmüştüm içimden. Öte yandan, yalnız kalmaktan çekinme davranışını hep ve salt edebi değersizliklerini, vasatlıklarını, yaratıcılık ve değer üretme yoksunluklarını kalabalıklaşarak, işbirlikleriyle, uzlaşmalarla, senbenisevbendeseniseveyimciliklere kapatmaya çalışanlara atfediyordum, onlar gibi hırstan ibaret bir şair karikatürü olacağıma yalnızlığı tercih ederim diye kendi kriterlerime göre hayati bir duruş içindeydim. Fakat hesap etmediğim bir nokta da bu süreçte ortaya çıktı: Yalnız kalmak psikolojik olarak zorlayıcı imiş yazdıklarının gücüne inansan bile. Bunu anladığımdan beri hep söylemekteyim: Parrhesiatik bir tutum almak, doğruları söylemeye kalkmak veya bir etik direniş mücadelesi içine girmek aynı zamanda beraberinde otomatikman çelikten sinirler getirmiyor. Yıpranmak, küsmek, isteksizleşmek, başetmekte zorlanmak mümkün. Bence mesele bunların bütün hayata yayılmasını engellemekte. Başetmenin yolu olarak şiir dışındaki hayatta başarılı olarak (ne iyi bir doktor, mühendis, işadamı veya playboy olduklarını ispatlayarak vs) intikam almak isteyenler, herkesi reddedip mistik bir uzamdan kendini deha olarak yalıtarak rahatlamaya çalışanlar, edebiyatçı olarak haklılığını başka (bazen siyasi bazen etnik bazen idari bazen de yaşamsal) haklılıkların yedeğine almak isteyenler hep bu başetme sorununa karşı defanslar geliştiriyorlar gibi geliyor bana. Varlığının bütün anlamını bu sükut suikastçilerine karşı verdiğin yılmaz mücadeleye dayandırma defansı da erken dönemde uzak durmayı yeğlediğim tutumlardan olmuştur. Hoş, benim geliştirdiğim defans da dünya harikası değildi elbet ama sanırım yapabileceğimin en iyisi buydu. Neydi o defans: üretim alanlarındaki kaymaları, yerdeğiştirmeleri buna göre düzenlemek. (Yani başka alanlardaki üretimlere öncelik vermek) Hayat uzun şiarıyla hareket etmek. Psikolojik yıpranmamı ahlaki duruşuma yansıtmamaya, onu sağlam tutmaya özen göstermek. Kısacası kopmadan beklemek. Beslenmeyi, takibi ve düşünmeyi sürdürmek. Ki bu pratikte şiirden uzaklaşmak değildir şiirin yayım alanından soğumaktır daha çok. İkinci dönem dediğim de 95-2007 arası oluyor bu hesapla, şiirin benim için çok önemli olduğu, romanlarımda, öykülerimde, yazılarımda şairlerin ve şiirlerin önemli bir yer tuttuğu dönem. Siyahi dergisinde şiir üzerine hazırladığım dosyalar, sözgelimi senin de en genç katılımcılarından olduğun “Türkiye Şiirinde Bugün Eksikliği Çekilen Nedir?” başlıklı workshop veya “Görsel Şiir” dosyası vs vs. (Genç Şairler ve Yazarlar Kitabı’nın bir öngörüdeki isabetliliğine de geçerken değinelim: Tampon bölgedekilerin ve köşebaşındakilerin kurdukları biat sisteminin şiir, yeni şair, genç şair vs üretemeyeceğini, sürdürülebilirliği olmadığını, ümitsiz olduğunu söylemiştim ve öyle de oldu. 95 sonrası 10 yıl Türk şiiri tamamen tıkandı. Ancak köşebaşlarının çeşitli etmenler sonucu güç yitimine uğramasıyla ve yeni suyollarının açılmasıyla 2005 civarı canlanma çok merkezli olarak başladı. Bu da benim dışımda dışarda durmuş kimi isimlerin de ayrı bir istekle hamleler yapmalarına imkân verdi zaten. 2010’a gelindiğinde bunu yansıtan daha imkânlı bir ortam var elimizde.) Parantez uzayınca unuttum, ne diyordum, evet, sonra 2007’de tekrar şiir yayımlamaya ve şiir üzerine yoğun yazı yayımlamaya başlıyorum. Birgün’de çok sayıda yazım şiir üzerine oldu zaten. Bir başka işaret de belki Birgün yazılarımda entelektüel enerjisini herkesin şiire akıtmasını önerdiğim yazılar. Şiirin kör noktada olmasıyla ilgili çok yazdım. Yasakmeyve’nin 28. Sayısında çıkan yazım ve diğer şiirin kör noktadalığına, şiire entelektüel enerji akıtmanın zamanının geldiğine dair yazılarım hep bir hazırlığın habercisiydiler. Zaten ben bu disiplinleri ayrı ayrı kompartmanlar olarak görmüyorum, şiirde, yazıda, öyküde, romanda yaptıklarım içiçedir. Güncel sanatlara dair yazılarım, çalışmalarım, siyaset üzerine çalışmalarım ile edebiyat çalışmalarım üç paralel evreni değil; bir ağı/şebekeyi, bir sanat/düşünce perspektifinin toplam emeğini gösteriyor. Literal çapraz bağlara da önem veririm: Yasakmeyve’de yayınladığım bir şiirin hemen ardından Varlık dergisine hazırladığım Erlkönig odaklı dosyayı o gözle de düşünürüm, bir şiirdeki Michael Kohlhaas göndermesini bir yazının dipnotunda tartışırım vs. Yazdığım her şeyi okuyacak, belki hayali, bir muhatap için yazıyorum. Sevdiğim ya da bana uygun olduğunu düşündüğüm yazma biçimi bu. Böyle de devam eder sanıyorum.
İkinci sorum da kitabın adından ve ruhundan yola çıkıyor. 23 Nisan, resmî ideolojinin çocuklar için yaptığı ve beynimize “bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan” klişesiyle kazıdığı bir “bayram”. Oysaki kitapta çocukluğumuzun bu yana dünyanın hiç de bayram yeri olmadığına dair bir ruh hali hâkim.
Bu soruya cevap verirken nereye odaklanayım emin olamadım. İki kanal var: Birincisi kitabın kendisi. 23 Nisan’ın bizzat kendisi. Çocukların bizzat kendileri. Şiirin bizzat kendisi. 23 Nisan Ağıdı adlı kitabın ve içindeki şiirlerin bizzat kendileri. İkinci kanal da benim Türk şiirindeki resmî imgeleme dair eleştirilerimin bir devamı olması bu kitabın. Bu anlamda ipucu vermiştim. Türk şiirinin dünya şiirine kaynaşamadığını, kapalılığı sürdürdüğünü, aşırı yerelci, millici bir evreni sürekli yeniden ürettiğini, merkezi ideolojilerden de pek kopamadığını (biliyorsun Nâzım’ın değil ama Nâzım şiirinin bastırılışına direnememiş olmayı unutmak için şairlerin gerçekle ilişkilerini bozduklarını ve garip böbürlenmeler geliştirdiklerini söylüyorum bir süredir). Bu ve buna benzer teorilerin ışığında, nerede bizim Ermeni tehciri ağıtlarımız, nerede 6-7 Eylül ağıtlarımız, Kurtuluş Savaşı destanları ile raflar doldu tamam da nerede dışkı yedirmenin destanları demiştim. Ardından da 23 Nisan Ağıdı geldi...
“95 sonrası 10 yıl Türk şiiri tamamen tıkandı” diyorsun. Bence oldukça önemli bir tespit bu. Sence nedenleri neydi? Yani sadece köşebaşlarının güç kaybetmesi deyip geçebilir miyiz? Bir de o tıkanıklığın –çeşitli yazılarında ele aldığın üzere– aşılması sende 23 Nisan Ağıdı’nın ortaya çıkması için bir motivasyon oluşturdu mu?
Hayır, sistem köşebaşları güç kaybettiği için tıkanmadı; tam tersine, ‘köşebaşları-sistemi’ rakipsiz kaldığı, iktidarını yüzde yüz ilan ettiği için tıkandı. Yani tam anlamıyla başarılı oldular, benim gibi asileri bastırdılar, muhalif bir güç kalmadı. Bütün ödüller dilendiği gibi dağıtıldı, bütün dergiler uygun biçimde haritalandırıldı, bütün bayraklar göndere çekildi, dosyalar, söyleşiler, söylemler, hiyerarşiler hep iktidar yapısının en beğeneceği şekilde idi. Fakat benim baştan söylediğim de buydu zaten, kazanmaya kalkmayın demiştim: Böyle şiir ortamı olmaz. Bu sürmez, sürdürülemez. Pirus zaferi benim doğruyu arayan isyanımdan daha fena bozar sizi. Öyle de oldu. Böyle bir şiir evreni iki yerden tıkanır: Birincisi biat ekonomisi, zararsız şairlerden genç şair takımları seçmeye fokuslanmak, bütün listeleri mevcut yapıyı bozmayacak isimlere göre yaparak irrite edecek, zorlayacak, sorgulayacak, reddedecek, çomak sokacak bütün isimleri bastırmak gürül gürül akan bir şiir dalgasına değil, ardından hiç kimsenin gelememesine yol açıyor. “Az gittik uz gittik bir de baktık başka gelen yok”a yol açıyor. Her şeyin “-mış gibi” yapılmasına kimsenin itiraz etmediği, itiraz edenlerin kalenin dışında kalma endişesi taşıdığı, kimi hoşnutsuzların bile bazen “aman canım ben şairim şiirime bakıyorum sadece” diyerek kendini kandırdığı ama bu sırada söylemle her temasında egemen yapının diline, varsayımlarına, kurgusuna sadık kaldığı bir, ‘full dolu’ dedikleri gibi, ‘full iktidar’ dönemi. Vaziyet buyken gelebilmiş, çıkabilmiş, yeni bir kelam edebilmiş genç şair var mıdır, olabilir mi(ydi), oldu mu? Oksimoron dediklerimden biri işte, şiirin doğası aykırı bu kendi altını oyan mantığa: Sürekli şiir yazılacak ve sürekli yeni şairler çıkacak ama hiçbirinin şair olmasına izin verilmeyecek! Böyle bir planın yürüyeceğine ancak başka ümidi olmayanlar inanır (yani adil bir sistemde yeteneksizliği, çapsızlığı, değer katmadaki zaafları yüzünden silinip gideceği korkusuna kendi kendini ihbar etmiş olanlar). Korku toplumu tehlikeli bir toplum olduğunu hep gösteriyor zaten. Sistemin tıkandığı ikinci yer de şuydu: Tek ses olarak herkesi büyük şairlerin kapıda isimleri asılı şairler olduğuna inandırdığınızda, inanmayanları bina dışına çıkardığınızda, en korkmanız gereken şey başınıza geliyor: Bu büyük şairlerin ne dediğine birileri dönüp bakıyor! İşte bu “felaketim olurdu ağlardım” dizesiyle göz göze gelme ânı. Hiçbir işe yaramayan boş bir iktidar kalıyor o zaman elinizde: Arkadan gelen ciddiye alınacak şair yok, sizden büyükler ne mal olduğunuzu anlamışlar ama kendi korkuları, garanticilikleri yüzünden “-mış gibi” yapıyorlar, cemaat haricinden bakanlar ve okurlar da söylem oyunlarını salt veri olarak almayıp gerçekten yazdıklarınızı okumaya kalkıyorlar. Ve kalkar kalkmaz soğuyup uzaklaşıyorlar. Elde avuçta bir şey kalmıyor o zaman. Olmayan orduların komutanları ardarda askeri şuralar topluyor, ihraçlar, atamalar yapıyor gibi bir sahne karşımıza çıkıyor. Tıkanık seneleri sona götüren faktörlerden biri de bu oldu. Diğerlerine de kabaca bakarsak, kültür endüstrisinin ortaya çıkması ve büyümesi ile şiirin kültür cemaati dışında dinamiklerle sarsılmasının bütün iktidar kadrolarını titretmesi başta geliyor diyebiliriz. Piyasa faktörü ortaya çıkınca ve kadrolardan bile daha boş insanlar şakır şakır star olmaya başlayınca herkesin şirazesi şaştı. İnternetin ülke kültürüne yerleşmesi de mesela kritikti. Ben şöyle düz saptamalara bile inanıyorum. Şiirlerin bizzat şiir dergilerine götürülerek elden teslim edilmesinin, şiir dergisi kadrolarıyla birebir ilişki kurularak yayınlanmasının esas olduğu günlerde ‘kadın şair’ çok daha azdı ve zor yetişiyordu. Çarpışma, cesaret, mesafe gerektiriyordu. Evden e-posta ile şiir yollamak ana koridor olduğunda birden şair kadınların sayısı patlama yaptı. Zaten aynı sebeple öykücü kadın şair kadından daha fazlaydı; çünkü maço şiir dergisi ortamlarına girip çıkmak mecburiyeti yoktu o alanda. Bunu biraz aşırı yorum bulursan çok da ısrar etmem, bir gözlem ve tahmin sadece deyip yetinebilirim. Lakin internetin bir yandan, piyasanın öbür yandan, sürdürülemezliğin beri yandan sardığı otoriteler otorite yitimine uğrayınca, evet haklısın, yukarıda da ima etmeye çalıştığım gibi, salt benim değil, benim gibi dışarda duran başka isimlerin de yeni ve taze hamleler yapabilecekleri bir ortam doğdu. Kimi kendini arkaya çekmiş isimler tekrar dönebilirim duygusu hissetti, kimileri yeniden dergi çıkarttı, kimi heyecan kıpırtısı hissetti içinde eski dergilerini diriltti, kimileri de kaybolma tehlikesi yaşarken birden önplana çıkma, üretkenleşme, eleştiri dozunda çekingenliği iyice bir kenara bırakma, eleştirel, ayrıksı, kendine has bir konumu dilegetirme serbestisi duyar oldu. Bu ortam Türkiye şiir ortamını kuşkusuz daha imkânlı, daha zevkli, daha canlı bir yer haline getirdi ve dediğin gibi 23 Nisan Ağıdı’na giden yolda da elbet benim için de bir motivasyon oluşturdu.
Şiirin kör noktada olması konusunda daha önce de bir şeyler söyledin; ancak burada biraz daha açmalıyız bence o konuyu. Şiir bugün romana göre çok daha avantajlı bir pozisyonda bence. Her ne kadar çeviri projeleriyle filan –kısmen Orhan Pamuk’un Nobel kazanmasının da etkisiyle- Türk Edebiyatı’nı temsile roman namzet gösterilmiş olsa da şiir bu açıdan daha uygun bence. Örneğin roman ödüllerinin bugün çok önemi kalmadı, satış çoktan roman ödüllerini/tartışmalarını ıskartaya çıkardı. Zaten roman eleştirisinde de öyle büyük kavgalar çıkmıyor. Oysa şiirde durum bambaşka. Karşı bildiriye döndü, uzattım. Sen ne dersin bu konuda?
Şiirin kör noktada olmasını ilk Prison Break adlı televizyon dizisine göndermeyle söylemiştim sanıyorum. Hemen her bölümünde cezaevinden kaçma mücadelelerini takip ettiğimiz sözkonusu dizinin bir bölümünde her metrekaresi kameralarla kapsanan bir cezaevinin tek kör noktasını ilk hedef olarak saptamaya çalışıyordu kahramanlarımız. Önce kör noktayı, kameralardan kaçan noktayı bulup sonra oraya göre kaçış planı yapacaklardı. Ve buldular da... İşte şiir de yeni kültür endüstrimizin kör noktasında duruyor. Benim nicedir bunu bir fırsat olarak anmam bundan –çünkü endüstriyel kültürün cezaevinden kaçalım istiyorum. (Israrla Houdini çalışmamın da bununla bir bağı olduğunu zamanla daha fazla açık edeceğim). Şiir piyasanın umursadığı bir disiplin değil, şiirden bestseller çıkarmak gibi niyetleri yok, star parlatmak istemiyorlar, aksine bir şairi star olarak parlatacaklarsa onu şairliğinden soymaları, romancıya, köşe yazarına, sinemacıya, görsel bir figüre, maceraları takip edilebilir bir sevgiliye vs. dönüştürmeleri gerekiyor. Endüstriyel kültür yeni romancı pompalar gibi yeni şair pompalamak derdinde değil. Yeni bir şiir kitabına yatırım yaparak döndürülebilecek bir ekonomik alan sözkonusu olmadığı gibi piyasada karşılığı olan bir prestij alanı da çevirmiyor böylesi bir hamle. Demek ki “şiirin olduğu yer”i kameralar görmüyor. Büyük harfle Kültür’ün güvenlik çemberinde bir delik ihtimali sunuyor. Bütün bunlar özgürlük alanı şansı, sahici edebiyatı öne çıkarma şansı anlamına da gelmekte. Bunları dikkate alarak, epey bir mesaisini romana ve öyküye ayıran biri olarak, hatta Sıcak Nal’ı takip edenlerin bildiği gibi yeni ve iddialı bir öykü dergisi çıkaran biri olarak üstelik, ben de bir süredir şöyle seslenip duruyorum: Entelektüel enerjimizi daha fazla şiire akıtmalıyız! Şiir daha fazla konuşmalı, şiiri daha fazla ciddiye almalı, daha fazla emeğe layık görmeliyiz. Hem bir okur, alımlayıcı, hem de bir yazar, üretici olarak. Dolayısıyla şiirin romana göre avantajını burada görüyorum. Öte yandan, Türkiye edebiyatının yurtdışında temsil edilmesinde (bu kavramlaştırmanın tüm yadırgatıcılığına karşın söyleyecek olursak) şiirin daha fazla rol talep etmesi yersiz olurdu. Birincisi Türk şiiri benim sebeplerini anlamaya uğraştığım ve bir nebze ilerleme kaydettiğimi düşündüğüm bir hastalıklı öz-böbürlenmenin alanı. Gerçekte modern Türk şiiri modern dünya şiiri içinde hayli önemsiz bir kol. Çok fazla boşa zaman geçmiş, çok az farkındalık geliştirilmiş, çok sorunlu varsayımlar tarafından sınırları uzun süre kontrol edilmiş. İkinci sebep de şu: En yerli cemaat şiirde. En yerli ve yerlici, en dünya kültür ağının bir parçası olmaktan uzak zihniyet şiirde. Ben “şiir kör noktadadır, büyük bir imkândır” derken “şairler büyük bir potansiyel yansıtıyorlar” demek istemiyorum, elimizde böyle bir veri yok. Endüstriyel kültürün cezaevinden kaçıp alternatif bir kültür üretimde ilerlemek için çok önemli bir şans bugün şiir. Ancak şairler cemaati bunu ne kadar ister bilemiyorum, buna ne kadar katkıda bulunurlar onu da bilemiyorum, onu düşünmeden soyut olarak söylüyorum ben. Yoksa Türkiye romancılığının kendini dünya romancılığına ait hissettiği her yer’de Türkiye şiiri kendini imgelerde büyütülmüş, gerçeklikten kopuk bir Büyük Türk Şiiri anlatısına bağlı hissediyor. Dolayısıyla festivallerde kişisel ilişkilerle kendini denk kılmakta iyi olabilir, buralardaki insani iklimin yarattığı flulaştırıcı etkiye kendini buluta bırakır gibi bırakmış olabilir, ama geriye çekilip ve hele tüm yüzyılı dikkate alarak bakarsak, daha önce olduğu gibi bugün de dünyada ne olup bittiğinin farkında olmak, takip etmek ve kendi değerlerini belirlerken hizayı dünya ölçeğinde çatmak konusunda diğer disiplinlerin hemen hepsinden geride.
Ödül meselesine gelince: Roman ödülleri gibi şiir ödülleri de güç kaybetmiş durumda bugün. Ben bu durumu İspanyolların sömürgeden fazla altın taşıyarak altının değerini düşürmesine benzetiyorum, diğer pek çok şeyden anlamadığım gibi ekonomiden de anlamam ama bu analoji isabetliymiş gibi geliyor. Ödül enflasyonu da denilen hadiseyi öte yandan ben bir felaket olarak tarif etmiyorum. Ödül enflasyonu iktidar yapılarının dağılmasına katkıda bulunmuş bir enflasyondur ve üstelik piyasanın da egemenlik iddialarını baltalıyor. Hem yerel erklerin hem de endüstriyel kültürün en işine yarayacak resim, sayıları üçü beşi geçmeyen, yüksek meblağlı, çok ses getiren, prestijli ödüllerin hâkimiyeti olurdu. Şu anki kaotik durumu ben iyi buluyorum. Ne güzel, bin türlü ödül, bin türlü jüri, tam bir karmaşa hâkim! Daha da ödüller koymalı, daha da jürileri çoğaltmalı, mansiyonları arttırmalı, daha da gürültüyü büyütmeli! Bizim gibi bakan biri için ne sakıncası olabilir ki bunun?
Roman eleştirisi ile şiir eleştirisini karşılaştırmana cevap vererek tamamlayayım: Romanda bugün neredeyse hiç eleştiri kalmadı, 1990’dan beri bu işin içindeyim, roman eleştirisinin bu denli gerilediği, bu denli konu dışı kaldığı bir moment daha hatırlamıyorum. Neredeyse roman eleştirisi kalemi tahtadan silindi. Yalnız dikkatini çekerim: Tam da böylesi bir momentte “roman eleştirisi yok” diye şikayet eden romancı sayısında da inanılmaz bir düşüş var. Yine neredeyse, böyle mızmızlanan kimse kalmadı! Roman eleştirisi kaybolurken roman eleştirisinin yokluğundan şikayet etme tavrı da beraberinde yitti. Neden? Çünkü başarı ve tanıtım varken bir romancının en son ihtiyaç duyduğu şey eleştiri bugün. Nehrin karşı tarafında ise şiir eleştirisi hayli güçlü. Şiir kitapları tek elle de olsa ses getiriyor ve çok daha fazla eleştiri metni doğuruyor her bir şair. Bununla birlikte şairler hiç bıkmaksızın şiir eleştirisinin azlığından yakınıyorlar. Kötülüğünden demiyorum bak, o ayrı, hayır azlığından yakınıyorlar. Ve bu çelişkili bir durum değil: Eleştirinin çok olduğu yerde çıta yükseliyor ve yokluğundan şikayetler başlıyor. Ayrıca şiirde eleştirinin bir değeri var (çünkü başarı, tanıtım, promosyon vd’leri endüstriyel kültür tatminkârlığında değil). Şiir eleştirisinin şiirin kendisinden çok şairin imgesine referansla kurulduğunu düşünüyor ve bu durumun doğurduğu problemlere dikkat çekmeye çalışıyorum ama o başka bir noktası işin. Burada yoğunlaştığım, karşılaştırınca dikkat çeken fark eleştirinin varlığına/yokluğuna reaksiyonlardan doğuyor. Ayrıca şiirdeki bellek de romanda yok bugün. Her yeni romana, Nietzsche’nin hayal ettiği gibi mi bilmem ama gökyüzünden tükürülmüş ve tanıtılması gereken birer bağlamsız metin gözüyle bakma eğilimi yaygın. Şu örnek yeterli olabilir: Cem Akaş bizim kuşağın en eski yazarlarından, kimbilir kaç romanı, öykü kitabı var, uzun yıllar yayıncılık, dergicilik de yapmış ve ayrıca yazılar da yayınlamış bir isim, değil mi? Ama bir bakıyorsunuz yeni kitabı çıktığında bir yazı çıkıyor kitabı tanıtan, orada yazar, Cem Akaş ismini ilk kez bir öykü antolojisinde görüp beğendiğini ve şimdi bu son kitabından da çok hoşlandığını söyleyebiliyor! Böyle bir tuhaflık şiirde mümkün olabilir mi? Farzedelim ki Enis Akın yeni bir şiir kitabı çıkarmış olsun. Bu kitap hakkında bir tanıtım yazısında birisinin “daha önce bir şiir yıllığında şiirine rastlamış hayran kalmıştım üstüne de bu kitap çıktı gerçekten çok deneyci ve eleştirel bir dil kazanıyor edebiyatımız” demesi imkân dahilinde mi? Beğenir beğenmez, görür veya görmezden gelir, ama bakıp da görmezse kendisine patlar. Romanda böyle olmuyor; çünkü patlama için gereken yankı yapacak mekân yok. Ses dağılıp gidiyor. Hızlı olan kazansın! Şimdi diyelim Hikmet Temel Akarsu veya Vecdi Çıracıoğlu, bugüne kadar hiç denemediği, daha önceki çalışmalarına taban tabana ters yepyeni bir anlatı formu denese ve bütün yazınını değiştirse bunu farkedecek bir eleştiri mekanizması var mı? İlla farkedilsin istiyorsa kendisinin bir söyleşi verirken anlatması lazım. Öte yandan diyelim İzzet Yasar veya Gülseli İnal, daha önce yaptıklarına taban taban ters bir şiir kitabı çıkarsalar, radikal bir kopuş/değişim örnekleseler, atıyorum Gülseli İnal, Roni Margulies gibi İzzet Yasar Hilmi Yavuz gibi yazsa hemen burada bir şey oluyor diyecek bir şiir eleştiri mekanizması var. Mekanizmanın içeriği ile ilgili bir değerlendirmede bulunmuyorum. Sadece şunu söylüyorum, orada var ve ne olup bittiğine bakıyor ve aklında tutabiliyor...
Temsil meselesinde ne dediğimi açmam gerekecek. “İster çeviri projesiyle ister Avrupa 2010 fonlarıyla olsun Türk Edebiyatı’nı ‘dışarıda’ şiir temsil etmelidir” türünden otoriter ve alan kapatma sevdasında bir şey söylemiyorum. Zaten dünyadaki eğilim açısından da romanın baş edilmesi güç bir “satış üstünlüğü” var diğer türlere. Bu, daha çok edebiyat sosyolojisinin bakması gereken bir konu. Senin sözünü ettiğin türden dışkı yedirilmesinin ya da e-muhtıra verilmesinin şiirinin yazılmamasıyla ilgili bir durum. Böylesi durumları tespit edip yazacak kadar “edebiyat sosyologu”muz yok. Benim temsilden kastım, şiirin sesinin romana oranla daha gür ve özgür olması. Sen ne dersin? Yoksa –şiirin kendi başına bir güç olmadığını düşünen– ben mi abartıyorum?
Dışkı yedirmelerin ağıdını yazmak tamam da e-muhtıranın şiiri biraz fazla mı geliyor bana ne. Dolmabahçe Buluşması şiirleri veya YAŞ atamaları şiirleri yerine ben Abu Garib şiirlerini tercih eden hatta bağlı mıyım nedir. Belki doğrudan acıya baktığımdandır. 23 Nisan Ağıdı’nın son şiiri de zaten şöyleydi: “Acı ve Alçaklık”. Ben kendi acılarıma bakıyor, başkalarının acılarına bakıyor, yaralarla konuşuyor, yaraları konuşturmaya çalışıyorum galiba. O yüzden diyorum ya “bazen bir yaranın en son istediği şey pansumandır” diye. Ve acının hemen yanındaki alçaklıkla beraber tabii... (Hoş, böyle söyleyince sen de haklı oluyorsun. Neden birisi de salt alçaklığa bakmasın?) Ayrıca şiirin kendi başına bir güç olmadığını söylerken abartmıyorsun. Hiçbir şey kendi başına bir güç değildir. İktidar bile.
Ayrıca “bir şairi parlatmaları için şairliğinden soymaları gerekiyor” düşüncene bir açıdan katılıyor, öte yandan da katılmıyorum: Katılıyorum; çünkü Ezel dizisinde okunduğu için internette “Ezel’de okunan şiir” diye aratıp Birhan Keskin’le karşılaşmak olanaklı oluyor ve kitabı bir ayda iki baskı yapıyor. Katılmıyorum; çünkü biat ekonomisi ikame ederek çalışıyor. Bir köşetaşını yeterince kullandıktan sonra yerine yenisini hazırlıyor.
Endüstriyel kültürün nasıl iş gördüğüne dair detaylı analizlere girmemize ihtiyaç var mı gerçekten bilemiyorum. Belki de bahsettiğin “edebiyat sosyologları” edebiyat piyasasının işleyiş biçimleri, edebiyat ekonomisi vs üzerine de tezler hazırlamalılar ki oralardan alıntı yapalım. Ama bu tür araştırmaların katkısından yoksun halimizle dahi şunu söyleyebilirim ki Ezel’de adı geçti diye bir şiir kitabının iki baskı yapmasını çok görme, üç yapsa da çok görme. Bunlar detay. Veya rastlantı. Star yaratma prosedürü çok farklı ve organize bir iştir. Yeni bir romanı bir ‘hadise’ye çevirme ve bir ‘hadise’ olarak lanse etme prosedürü daha kitap çıkmadan çok önce başlar. Bazen bakıyorsunuz bir kitabın piyasaya sürüleceği gün ve saat önceden aylık bir dergide haber yapılmış.
Öte yandan biat ekonomisinin ikame ederek çalıştığı tespitine kesinlikle katılmıyorum. Benim gözlemlerim bu yönde değil. Örneklerle ispat etmen gerekecek ısrar edersen. :)
Tabii ki örneklerle ıspat edebilirim. :) Aradan çıkartayım: Siyahi fena bir ritm tutturmamış, Hrant Dink dosyasıyla güncel siyasete, dosyalarıyla edebiyata ve sanata açılırken birden kapandı. Ne oldu Siyahi’ye?
Siyahi kapanmadı Pentimento kapandı! Pentimento Dağıtım batınca son üç sayımızın tüm gelirleri de elimizden kaçmış oldu ve yayına hazırlanmış, tasarım aşamasına gelmiş 10. sayıyı basacak nakiti bulamayarak yazıları dağıtmak zorunda kaldık. Her zaman ihtiyaç duyulan bir baş kışkırtıcı olarak benim İngiltere’ye gitmem (ve sonra baba olup bebek bakıcılığına başlamam) gibisinden gündelik sebepler de bu tür güçlüklerle mücadeleyi zorlaştırdı elbet. Ama şunu unutma; Siyahi bir başlangıç değil geldiğimiz bir noktaydı, 1990’ların ortasında Karaşın ile başlayan bir postyapısalcı anarşist yayın serüveninin üçüncü evresini oluşturuyordu. Bu tarih hakkında İngilizce olarak detaylı da yazdım (http://www.interfacejournal.net/2009/01/alternative-publishing-experiences-in.html). Siyahi o ya da bu formda devam eder. Bahsettiğim tarihe baktığında, hep geçmişte ne yaptığımıza ve şimdi neye ihtiyaç olduğuna dair yeni düşünümler ve tespitlerle yeni adımlar atarak, yeni sayfalar açarak, arada duraksar gibi görünerek ama toplamda hiç durmadan devam ettiğimizi görürsün.
23 Nisan Ağıdı ve şiirle başlamıştık. Öyle sonlandıralım. Başta dile getirdiğim gibi pek çok alanda kalem oynatıyorsun. Sıra şiire bir daha ne zaman gelecek?
Sevdiğim şairlerin eski söyleşilerinin en sevdiğim bölümleri arasındadır bu tarz sorulara verdikleri cevaplar. Hiçbir zaman yayımlamadıkları kitaplardan an meselesiymiş gibi bahsederler bazen. Ben de aynısını yapabilirim: Hiçbir zaman yayımlanıp yayımlanmayacağını bilemeyeceğimiz kitaplardan an meselesiymiş gibi bahsedebilirim ve etmek de istiyorum galiba. Tek tek şiirler yazıp dergilerde yayınladığım oluyor, olacaktır. Ama kitap olarak düşündüğüm iki şiir kitabı hayali var. Biri Houdini’nin En Büyük Sırrı üzerine. Houdini’nin narsizmi kendi narsizmimi anlamamda çok yardımcı olduğu gibi onun tüm o zincirlerden vd’lerinden kurtuluş trükleri, kendi kendisini bağlayıp/bağlatıp, hapsedip, zincirleyip sonunda büyük zaferinin bebek gibi çıplak bir şekilde ortada duruvermek olduğu gösteriler çok yazdırıyor bana, çok şey anlatıyor. Dolayısıyla daha içe dönük bir kitap olan Houdini şiirlerimin yayımlanması an meselesi! Bir de tabii daha dışa dönük denebilecek Abu Garib ve Uygarlık şiirleri var sırada. Onların da eli kulağında elbet! Daha önce yazdığım, Varlık’ta ve sonra yurtdışında birkaç yerde yayımlanan bir Abu Garib yazısında ipuçlarını bulabileceğiniz metinler. Eğer olursa, kapağında Botero olmalı mı olmamalı mı diyor bana arkadaşlar? Emin değilim.