Anlaşılan, Sosyalist Sol’un bir bölümü, 12 Eylül’ün otuzuncu yıldönümünde, bir kez daha yenilecek. Hem de bu kez, doğrudan muhatap kendileri olmadığı halde. Üstelik otuz yıl önce ocaklar söndüren kanlı zalimin oyuncağı, bu kez kısmen de olsa, elinden alınırken. Ve buna itiraz edenler otuz yıl öncenin mazlumları olduğu halde…
Kim ne derse desin, teori, işin kolay tarafı. Koyun dünyayı ideolojik merceğinizin altına, göreceğiniz neredeyse pürüzsüz bir gökyüzüdür. Ama iş gündelik hayata müdahaleye geldi mi merceğe netlik ayarı vermek her baba yiğidin harcı değil. Aslında dünya üzerinde nasıl ki tek bir din, tek bir kitap tek bir tanrı yoksa; tek bir sosyalizm, hatta tek bir Marx da yok. Yani hayatı merceğin altına koyan sol, kendi göz merceğindeki kırılmayı da hesaba katıp “lam”a bakınca ortalık panayır yerine dönüyor. Her siyasetin ayrı bir dünya görüşü çıkıveriyor. Bu nedenle solda en yaygın eleştiri miyopluktur. Herkes, ötekini en hafifinden uzağı görememekle suçlar. Ama mesele belki de burnun ucunda, gündelik olayların siyasi analizindedir. Referandum gibi aslında o kadar da karmaşık olmayan mesele bile içinden çıkılmaz bir hale dönüşüverir Sosyalist Cephede…
Tamam. Hepimiz teorinin çocuklarıyız. Mercek önemli bunu da anlıyoruz. Ama, cuntacıların göz nuru, şeffaf zarflı Eylül Anayasası’nda küçük de olsa delik açacak düzenlemeyi elinin tersiyle itmeyi teoriyle izah etmek pek kolay değil. Ama bakın ülkenin sosyalist partilerinin ekseriyeti red cephesi kurdular bile. Aslında bu cephenin makul teorisi şu olabilirdi: Burjuva demokrasisi ile Faşizm arasında bir fark yoktur. Meclis, ordu ve yargı burjuva iktidarın farklı görüntüleridir. Muhatap alınacak tek anayasa işçi sınıfının devrimci anayasasıdır. Bu anayasayı da zaten emekçiler yapar. Bunun dışındaki her türlü anayasal reform burjuva katmanlar arasındaki çatışmanın tezahürüdür. Bizi ilgilendirmez. Siyasetiz özü şudur: Ya devrim ya hiç! Teori bu olunca referanduma hayır demek sol olmanın icabıdır. Bu durumda, -siyaset, devrimci duruma endekslediği için- gündelik gelişmeler pek ilgi çekmez.
Ne ilginçtir, anayasa paketine hayır diyecek olan sosyalist ittifak, hiç de sekter yapılardan oluşmuyor. Bilakis gündelik hayatın içinde toplumu dönüştürmek için didinip duruyorlar. Yani toplum, devlet ve siyasetin reformlar yoluyla dönüştürülmesini onlar da önemsiyor. Mesela işkencecilerin yargılanması ve karakolların işkencehane olmaktan çıkarılmasını talep ediyorlar. Polis de yargıç da burjuvazinin. Al birini vur ötekine kimse demiyor! Burjuva demokrasisinin kurumsallaşmasını mesela askeri diktatörlük ya da faşizme tercih ediyorlar. Siyaset yapmanın zengin işi olduğu vakıa ise de meclisi ve seçimleri meşru görüyorlar ki hepsi yasal partilerle seçimlere iştirak ediyor, etmek istiyor. Ki ne seçimler ne de meclis tek başına demokrasi anlamına geliyor. Hele Türkiye’de hiç…
Hayırcı Sosyalist İttifak, düzenin kurumlarına reformist müdahaleyi önemsiyor. Ama Ak Parti’nin kendi başına hazırladığı anayasa paketine onay vermeyeceğini söylüyor. Bu siyasi tavrın 3 nedeni var: 1. Ak Parti samimiyetsizdir. Gelenekleri, tarihsel arka planı ve söylemi ile gerici ve anti demokratiktir. 2.Bu anayasal düzenleme ile meclisi değil, meclis üzerinden kendi partilerini güçlendirmek ve yargıyla hesaplaşmak istiyorlar. Hedefleri sivil diktatörlüktür. 3. Anayasa paketinde demokratik reform adına bir şey yok. Aksine yargı güçten düşürülerek yürütmenin iktidarı hedeflenmektedir. Maddeler anti demokratiktir. Cuntacıların yargılanmasına cevaz veren düzenleme ise göz boyamadan ibarettir. Mesela, bu paketle grev hakkı “tümden” yasaklanmaktadır. Dolayısıyla bu antidemokratik anayasaya hayır demek sol olmanın gereğidir.
Yalan yok. Red Cephesi’nin tezleri doğru noktalara işaret ediyor. Ama çelişki tam da burada: Söz konusu tezlerin referandumla ilgisi yok!
Ak Parti, milli görüş geleneğinden gelmekle birlikte değişimi savunan pragmatik, İslamî kapitalist bir parti. Bir kez daha hatırlatalım. Solcu değildir. Ama ne ironidir ki Türkiye’nin son on yıllık siyasi koşulları, bu partiyi mesela Cehape’ye göre daha liberal bir çizgiye sürükledi. Darbe tehdidi, Ergenekon, Anadolu sermayesinin güçlenmesi ya da Washington’un müdahalesi vesaire sebebi ne olursa olsun Türkiye’nin kendi meşrebindeki demokratikleşme sürecini Ak Parti, gönülsüz ve ürkek bir tavırlar üstlendi. Devletin eski sahipleri karşısında iktidarı ele geçirmek için demokrat olmayı seçmiş olsalar da rejimin sivilleşmesi için siyasi ve hukuki düzenlemeler yaptılar. Doğrudur. Bu parti siyasi çapı kadar demokrattır. Amaç hasıl olduğunda şimdi dillerine pelesenk olan demokrasi, tıpkı YÖK’te olduğu gibi, geri plana düşecek görünüyor. Ama devletin reorganizasyonu ve kurumların kısmen demokratikleşme sürecini, sosyalist sol reddetme lüksüne sahip midir? Ak Parti, hiçbir zaman sosyalist bir anayasa hazırlamayacak. Ancak klasik burjuva demokratik standartların sisteme içkin hale gelmesi solun itiraz edeceği bir hak gaspı mıdır? Yargı erkinin gücünün kırılmasını Ak Parti güçlenmesin diye istemek herhalde sol siyaset değil. Nihayetinde bir sistemden söz ediyoruz. Dikta anayasasından uzaklaşan sivil bir sistemden. Campanella’nın Güneş Ülkesi’nde kendi kendini seçen Yargıçlar Diktası’nın bir benzeri bugün Türkiye’de var. Bunu ortadan kaldırmaya neden itiraz edelim.
Ne Anayasa Mahkemesi’ne hukukçu olmayanların atanması ne de HSYK’da Adalet Bakanı’nın yerini koruması. Bugüne kadar paket üzerinden yürütülen sol için tartışmalar aslında, Ak Parti’nin hazırladığı kötü niyetli anayasaya nasıl evet deriz? noktasında düğümlenip kalıyor. Ancak tartışma yürütülürken paketin eskisinden çok daha kötü olduğu tezleri neredeyse asparagas yorumlar eşliğinde yürütülüyor. Yirmili yaşlarında jeoloji mühendisi bir arkadaşım, oyunun hayır olacağını çünkü paketle birlikte emeklilik hakkının ortadan kaldırıldığını söylüyordu. Bir yerlerde öyle okumuş çünkü. Grev hakkının yasaklanması ise sahiden dikkat çekici bir tartışma. Olmayan grev hakkının eskiye göre ileri - ve yetersiz- adım teşkil eden toplu sözleşme düzenlemesiyle birlikte -uluslar arası sözleşmelerini devre dışı kalmasıyla?- ortadan kaldırıldığını söylemek zorlama bir yorum. Oysa aynı pakette, Burjuvaziye devrim kabusları gördüren siyasi grev yasağı da tarih oluyor.
Ama pakette ne olup olmadığının önemi yok. Ak Parti Hükümeti’nin toplumsal uzlaşma aramadan ve çoğunlukla kendi siyasi ihtiyaçlarına göre hazırladığı paketin bu nedenle Hayır’ı hak ettiği düşünülüyor. Hâlbuki paket, mevcut anayasanın ilerisinde maddelerle siyasi rejime esneklik kazandırabilecek düzenlemeler içeriyor. Şurası açık ki yargının mevcut yapısı değişmeden bu ülkede Kürt Meselesini çözmek neredeyse imkânsız! Ama Sosyalist Red Cephesi bu düzenlemeleri önemsemediği gibi tehlikeli buluyor. CHP ve MHP’nin de hayır cephesinde ittifak etmeleriyle referandum Ak Parti’nin güven oylamasına dönüşüyor. Bunun siyasi sonuçları için kahin olmaya gerek var mı? Ak Parti, 13 Eylül’de bir yandan paketi tek başına savunarak halktan güven oyu almış olacak, öte yandan kendisi dışındaki geniş siyasi yelpazeyi, cunta anayasasını desteklemekle suçlayarak demokratlığını kendince ispat edecek. İhtimal o ki bu iki argümanın desteğiyle, 2011 seçimlerinde Akepe, üçüncü hükümeti kurmak için vize alacak. Tabii Kürt Meselesini hakkaniyetle çözmeden hükümet etmek kimse için kolay değil.
Kürtlerin, referanduma ilişkin tavrı, açık ve anlaşılır. Hükümet, Türkiye’nin bir numaralı meselesinin çözümüne pakette yer vermedi. En acil meseleyi es geçip aktörünü görmezden gelen Paket’e karşı Kürt Siyaseti, hayır değil boykot demeyi tercih etti. Ama, BDP’li vekil Pervin Buldan, 17 Ağustos’ta Birgün’e verdiği mülakakatta, Akepe’nin tavrına bağlı olarak kararlarını evet yönünde değiştirebileceklerini açıklıyor. Kürtler, hayırdan yana değil. Onlar da biliyor ki Paket’in reddi ülkede kadim militarist iktidar odaklarına güç verecek ve niyet ne olursa olsun çıkacak hayır, 12 Eylül Rejiminin sandıkta bir kez daha aklanması, hatta yıpranmış cuntaya iadei itibar anlamına gelecek. 13 Eylül günü Kenan Evren’in Gördünüz mü halk bizi seviyor! demesini kim duymak ister?
Sosyalistler, bu referandumu kendi adlarına sıradan bir olurla geçiştirecekken, hayır diyerek son tahlilde kendilerine vuruyorlar. Otuz yıl önce birinci dereceden can bedeli muhatap oldukları eylül faşizminin anayasasını, niyet ne olursa olsun otuz yıl sonra zımnen destekler pozisyona gelmek gibi tarihin acı bir oyunu içinde kendilerini buluyorlar.
Başka bir siyaset sahiden mümkün değil mi?