Son dönemlerin en sık kullanılan ibarelerinden biri; ne mevzuu bahis olursa olsun ona siyasetin bulaşmaması uyarısı: spora siyaset bulaşmasın, dine siyaset bulaşmasın, hukuka siyaset bulaşmasın, ona bulaşmasın buna bulaşmasın... siyaset her şeyden uzak, kendi başına yaşasın, kimseye yanaşmasın, kimseye yaklaşmasın; sakın ha siyasetin sınırlarına girilmesin!
Esasen, böylesi bir uyarı ve siyasetten duyulan derin korku, varolan siyasi ilişkilerin çürüdüğünün bir göstergesidir. Buna göre, siyaset her türlü kötülüğün anasıdır ve şu anda hayatımızı şekillendiren siyasiler, aslında onu bozmaktadır. Dolayısıyla siyaset, mümkünse bizden uzak bir biçimde, kapalı kapılar ardında ne hali varsa görsündür, bana dokunmayan yılan bir milyon yaşasındır... Lakin, siyasetin hayatımızdan uzak tutulmasına dair bir görüş de aslında bir tür siyasi düşüncedir; siyasi bir duruştur. Bu kısıtlı alanda, “siyaset bilimine giriş” derslerine geri dönüp “siyaset nedir” diye tartışmanın bir anlamı olması gerek. Ancak, siyasete bu uzak duruşun nedenlerini ve ondan kurtuluş arayışının nedenlerini araştırmak, siyaset üzerine düşünmeyi “iş” edinen bizler için elzem bir görev olarak önümüzde dikili durmaktadır.
VAROLAN “SİYASET”, ÇÖZÜMSÜZLÜK NEDENİ
Siyaseti korkulan ya da çekinilen bir konuma indirgeyen şey, kurumlaşmış siyasi yapıdır. Diğer bir deyişle, liberal demokraside simgelenen siyaset işleyişi, tepeden inmeci, hiyerarşik, çözüm üretmekten ziyade sorun üreten, bireylerin yaşamlarını kolaylaştırmaktan ziyade onların önünde çeşitli engellerle varolan, kurumlaşmış görünse de tamamen kişisel ilişkilere dayanan ve dolayısıyla patronaj ilişkilerine tabi bir tablo çizmektedir. Dolayısıyla, herhangi bir toplumsal durumda krize düşüldüğünde, insanların aklına hemen o konuda siyasete bulaşılmaması -ki sorunu ve çözümsüzlüğü üreten odur- ya da çözüm aranıyorsa ona bulaşılmaması gerektiği bir çıkış yolu olarak gelmektedir. Dolayısıyla, literatürde uzunca bir süredir yer tutan “siyasetin meşruiyet krizi”, şimdi gün gibi karşımızda durmaktadır. Bu nedenle siyasetin artık toplumsal temellerini yitirdiği rahatlıkla söylenebilir. Siyaset artık “çoklu ortamda düşünme” değil, birilerinin belirlediği sınırlar içinde ve onlarla ilişkiler temelinde varlığını sürdüren bir yapıdır. Ancak insanlar o sınırları geçtiği anda karşılarına çıkacak ilişkilerin batağına girmekten fazlasıyla çekinmektedirler.
Teorik olarak baktığımızda, klasik liberal düşünce zaten sınırlı siyasetin tarafındadır. Bu yaklaşımda kontrol edilmemiş merkezî iktidar, bireylerin özel alanlarına -ki orası kutsaldır!- tehdit oluşturmaktadır. Anayasacılık hareketi de devletin birey karşısında sınırlarının belirlendiği ve kontrol altına alındığı bir mekanizma olarak doğmuştur. Siyaset, temsilcilerin seçimi ve güvenlik-adalet gibi temel ihtiyaçlarda devreye girmesi gereken iradedir. Muhafazakarlar ise bu konuda daha temkinlidir. Çünkü onların cephesinde işin içine ahlak, din ve aile gibi daha hassas kavramlar girer. Siyaset bireyi olduğu kadar böylesi toplumsal kurumların varlığını da zedememelidir. Dolayısıyla siyasetin hareket alanı gittikçe daralır; onun boşalttığı alana ise kimilerinin “soluduğumuz hava” ile eşdeğer tuttuğu piyasa ilişkileri girer. Pazarda kendi çıkarını ve mutluluğunu arayan birey, serbest piyasa ilişkileri çerçevesinde kendi için doğru olanı nötr olarak bulma şansına sahip olduğu için onların teker teker mutluluğu, toplamda toplumun mutluluğunu getirecektir. Siyaset, toplumsal hayatta bu mutluluğa ucundan –mecburen- bir şekilde eklemlenen bir araç olarak, hayatların dışında bir yerde konumlanır. Bu çerçevede, siyaset bizden başka birilerine bir iş olarak bırakılmıştır. Dolayısıyla bir yöneten-yönetilen ayrımı kendiliğinden doğar. Tıpkı piyasadaki özgür tercihleriyle varolan birey misali, bu noktada bize düşen görev, siyasetin ürettiği kararları kabul edip tüketmek veya reddedip başka birine yönelmektir.
Ancak siyaset denen “şey”in, aldığımız tüm kararlar, kurduğumuz tüm ilişkiler ve bağların temelinde yatan temel unsur olduğunu kabul ettiğimizde işler tümden değişir. Bizim siyaseti dışlamamız bile siyasi bir karardır. İnsanı politik bir unsur olarak gören bu yaklaşım, onu varolduğu ortamdan soyutlamaz. Aldığı kararlarda çevresinin ve ilişkilerinin etkisi olduğunu kabul eder. İnsanın kendine dair kararlar alması doğal olarak bulunduğu ortama dair kararlar almasıdır ve kendine dair bir dönüşüm topluma dair bir dönüşüm olacaktır.
Bu noktada herhangi bir şeye siyaseti karıştırmamız yönündeki uyarı, bizi kendi hayatımıza dair söz sahibi olmamamızı beraberinde getirir. Böyle olduğu zaman, sporda, işte, eğitimde, üniversitede bizi belirleyen başka unsurlar olacaktır. Biz onları kabul veya ret noktasında varolacağızdır. Dolayısıyla “bir şeylere siyaset karıştırmamak” uyarısı, bir yanıyla varolan siyasi yapıların bozlulmuşluğuna ve kötü etkilerine diğer yandan da bizim hareket alanımızı daraltıcı etkiler yapmaktadır. Siyasetten kaçmak bizi daha da muhafazakarlaştıracaktır.
SİYASETİ CANLI TUTMAK...
Oysa ki siyasette radikal bir dönüşüm yaratmak hedefiyle yola koyulan radikal demokrasi düşüncesi, siyaset alanını belirleyen ve doğruyu tekelinde tutan her türlü öncülü reddetmektedir. Bu perspektifte, politik olan her türlü ilişkinin içinde varolan gerilimdir. Siyaset tam da bu gerilim üzerinden kurulur. Ancak bu kurulum asla uzun vadeli olmayacaktır çünkü çıkarlar uyuşmaz ve kimlikler çoğuldur. Bu belirsizlik ortamında korumamız gereken, bu çoğulluktur; ancak bu çoğulluk içinde demokratik eklemlenmeler yaratılabilir ve bu eklemlenmeler politik alanın canlı tutulması için temel koşuttur. Herhangi bir düşünce bu eklemlenmelerin doğasını belirlediğini iddia ederse, o evrenselliğe ulaştığını iddia eder ki bu da bizi metafizik alana taşır ve “toplumsal kapanma”ya neden olur. Dolayısıyla, evrensele ulaşmak arzusu ile kurulan geçici ilişkiler, asla tam olarak kalıcı olamasa da evrensel düşünceden her daim beslenir: Bu çabalama siyasetin ta kendisidir.
Bu düşüncenin pratik yansıması bir şeyleri siyasetin dışında düşünmek yerine tam da onun içinde var kılmaktır. Ancak siyaset alanının, varolan kurumların dışında özel alanlarda yaşatılabileceğine dair bir önkabul, onu yeniden yaratmanın bi yolu olabilir. Dolayısıyla, kurumların dışına çıkan siyaset, kaçınılacak korkulacak bir şey değil tam da bize -hayatımıza- dair, içsel bir durak olur. Çünkü şairin dediği gibi kendimizden ne kadar kaçsak da yine kendimizden başka bir yere varamayacağızdır. Siyaseti günlük kararların temelinde yatan bir unsur olarak görmek, hem kendimizi hem de toplumu her seferinde yeniden kurma imkanı tanıyacaktır. Dolayısıyla, siyaseti canlı tutma talebi, hayatımıza dair kararlarda söz sahibi olmamızı beraberinde getirir.