1. GENEL BİR GİRİŞ
Siyasi şahsiyetleri, hele yakın tarihe ait olanları, yazmak her zaman meşakkatli bir uğraştır. Nitekim, başta kendilerinin sonra da yakın çevrelerinde bulunan insanların bir siyasi ve ideolojik tutumdan ziyade bir hayat hikayesi olarak gördükleri meselelere dokunmak çok polemik yaratabilmektedir. Bu yazının böyle bir gayesinin olmadığını baştan belirtmek gerekir. Bu yazı, adına şarkılar ve oyunlar yazılmış, yarışmalar düzenlenmekte olan, adı birçok yere verilen Musa Anter’i (Apé Musa) ve onun içinden geçtiği dönemleri tüm detaylarıyla işlemek iddiası da taşımamaktadır.
Birçok “eski tüfek” Kürt aydınından duyulabilecek bir argümandır; elli yılın şahidi, kırk yılın tanığı vs. olmak. Benzer bir iddiayı Anter’de de görmekteyiz. Musa Anter sadece bir devrin şahidi ve tanığı mıdır? Bu yazı, modern Kürt siyasi tarihi içindeki dönemleri, aktörleriyle beraber farklı bir anlatı sunmaya çalışmaktadır. Musa Anter, modern Kürt siyasi hareketi göz önüne alındığında, birçokların tekleştirdiği üç farklı dönemin içinden geçmiştir. Bunlardan ilki; Kürt Etnobölgesel hareketinin doğduğu ve geliştiği 1959–1974 yılları arası dönem. İkinci dönem ise, 1971’de içeri alınan DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları), TİP (Türkiye İşçi Partisi) ve T-KDP (Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi) üyelerinin 1974 affıyla dışarı çıktığı ve 1984 yılına kadar birçok farklı aktörün Kürt siyasetinde söz sahibi olmak istediği dönem. Son olarak da 1984’ten Abdullah Öcalan’ın yakalandığı 1999’a kadar PKK’nin Kürt siyasetinde tartışmasız tek aktör olarak kaldığı dönem. Bu dönemleştirmenin, Türkiye tarihinin siyasal dönüşümleri içinden okunan modern Kürt siyaseti çalışmalarına oranla, kullanılması daha uygun olacaktır. Bu vesileyle dönemler arası devamlılıklar ve kesintiler de daha ayrıntılı ortaya çıkacaktır.
Burada üzerinde çok durmayacağım fakat dikkat çekmek istediğim bir özelliği daha var bu dönemleştirmenin. Gazete fıkralarından tutun da doktora tezlerine kadar bu konuda yazanların çoğunlukla düştüğü bir hatadır bu; Kürt Meselesi’nin yukarıdaki üç farklı dönemini ve bu dönemlerin aktivistlerinin siyasal çabalarını, konjonktürel değişimler ve dolaysıyla Kürt sorununun resmedilme biçimleri arasındaki dönüşümleri fark etmemek. Başka bir ifadeyle “Kürt Sorunları"nı hep aynı sorun üzerinden okumak. Bir devamlılık içerisinde okunan modern Kürt siyasi tarihi, topyekûn milliyetçi olarak “damgalanmakta” ve bu vesileyle tüm dönemler aynı savaşın ve tek bir mücadelenin tarihi olarak görülmektedir. Bu çalışmaların tümünde altı çizilen unsur Kürdiyati dediğimiz; Kürt kimliğinin ve Kürt halkının siyasal, kültürel ve ekonomik talepleri içerisinde kimlik vurgusunu ön plana çıkaran kısmıdır. Nihayetinde bir devamlılık olmadığını iddia edemeyiz. Fakat bunun her dönem aynı şekilde başat olduğu fikrine karşı çıkmak gerekir. Bu durum Musa Anter’in kendisi ve birçok Kürt entellektüeli için de geçerlidir.
Fakat bununla ilgili birkaç noktaya dokunmakta fayda var. Bu dönemleri –özellikle 1959-1974 ve 1974-1984 yılları arasındaki dönemleri– birazcık ayrıntılı ve çapraz okumaya çalışan herkesin dikkatini çekecek ilk şey; bu dönemde aktif olan Kürt şahsiyetlerinin çoğu arasındaki –gerek o zamanlarda gerekse sonradan oluşan– karşılıklı “kin ve suçlamalar,” birçoğunun “ilk defa”larla, “tarihsel bir devamlılık mücadelesi” ile dolu siyasi okumaları, kuşaklar arasındaki “sosyoekonomik uçurumlar,” kendilerini takip eden dönemin aktivistleriyle “fikir ayrılıkları ve liderlik sorunları” olacaktır. Bu savımızı destekleyen onlarca örneğin olduğunu, hatta bunun bazen ölümler ve suikastlarla da sonuçlandığını belirtmek gerekir. Bu dönemler arasında 1959-1974 dönemi, üç neslin aynı sahnede görünmesi açısından oldukça önemli bir yere sahiptir. Musa Anter, göreceğimiz gibi, bu dönemde 58’ler diye tanımlayabileceğimiz neslin temsilcisidir.
Kendisini, hem içinden geldiği nesilden hem de onu takip eden diğer nesil içerisindeki (68’ler) şahsiyetlerden ayıran temel özelliği, bir ideolog veya bir tarihçi ve siyaset bilimci olma çabası içerisine girmemiş olmasıdır. Yakın dönem Kürt siyasal hareketinin tarihini yazan Kürtlerin ekseriyeti, ya bir ideolog edasında milliyetçi bir tarihyazımı yaratmaya çalışmış ya da konunun erbabı olmamalarına karşın bir tarihçi ve siyaset bilimci gibi meseleyi nakletmeye ve analiz etmeye oldukça zaman ayırmışlardır. Şahsi tarihlerini, sosyal ve siyasi tarihle aynı tutmak, tarihi, özelde kendileri üzerinden okumak, herhangi bir meseleyi müşahede edenlerin, onun tarihini yazma rüştü Musa Anter’de görülen bir durum değildir. Yazarlığı ile ilgili Welat gazetesinde yaptığı şu benzetme aslında ne kadar kendisinin farkında olduğunun da iyi bir örneğidir: “Yazarlığım” isimli Kürtçe yazısında, kendisini yazar olarak kabul etmez, “milletim açtır, o yüzden yazdıklarım da onlara bulgur pilavı ve soğan cücüğü gibi lezzetli bir yemek gibi gelmektedir.”
2. ÜÇ FARKLI DÖNEMDE MUSA ANTER:
Asıl doğum tarihini kendisi bile bilmese de resmî kayıtlara göre 1920 doğumlu olan Anter’in hikâyesi, 1943 yılında Dicle Talebe Yurdu’na gelen bir polis memurunun: “Eşek herif, radyonuz yok mu? Hain oğlu hain, o kadar güzel Türkçe plaklar var; siz neden yurtta Kürtçe ıslık çalıyorsunuz?” diye başlayan ve yaşamından birçok yılını içerde geçirmesine neden olan, Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kürtlere yönelik, farklı dönemlerdeki özde değişmez politikasının da hikâyesidir.
Yine de, gerek sınıfsal açıdan gerekse de eğitim bakımından Anter’in hikâyesi birçok Kürt’ün hikayesinden farklıdır. Musa Anter bu açılardan Kürtlerden birisi miydi? Anter’in birçok yazısında kendisinin de üstü kapalı olarak belirteceği gibi onlardan biri değildi. Nitekim, konuştuğu dil ve içinden geldiği kültür Kürt halkının ekseriyetince paylaşılsa da yaşam biçimi ve sosyoekonomik durumu, eğitimi ve zevkleri açısından uzun bir süre oldukça sınırlı kalan bir azınlığın mensubuydu. Türkiye’deki Kürtlerin %80’inin köylü olduğu ve okuma yazma bilmediği bir dönemde –1950 ve 1960’lar– birçok Kürt’ün varlığından bile habersiz olduğu Kürt klasiklerini okumuş ve Kürtçe konuşmanın ötesinde bir de milliyetçiliğin o birçok münevvere sunduğu tatlı hislerini görmüş, Kürtlerin Bajari (kentli ya da kent soylusu) dedikleri sınıfına mensuptu demek yanlış olmayacaktır kendisi için. Aslında 1950’lerden 1960’ların sonlarına kadar devam eden süreçte, gerek Kürt kimliğini açık bir şekilde dışarı vursun gerekse de türlü sebeplerle bunu kamusal alanda saklasın, bu dönem aktif siyasette görünen şahsiyetlerin genel bir özelliğidir yukarıdaki Bajari tanımlaması. Son dönem Kürt aktivistleriyle aynılaştırmak açısından kendisini farklı şekilde sunmaya başladığını belirtmek mümkün. Kendinden sonra gelen nesillerle arasındaki temel farklardan birisini, sanırım Anter’in sosyoekonomik konumu oluşturmaktadır.
a) 1959-1974; Kürt Etnobölgesel hareketin doğuşu ve kitleselleşme süreci
Bu dönemin en temel özelliği, İkinci Meşrutiyet’te (1908-1918) yetişmiş ve siyasallaşmış, ekseriyeti 1921-1938 yılları arasındaki başkaldırılar döneminde ya idam edilmiş ya ülkeden kaçmak zorunda kalmış ya da sürgüne gönderilmiş olanlardan sonra bir Kürt aydın ve entelektüel sınıfını yeniden yaratmış olmasıdır. Bu zaman aralığında, 1967 yılında birçok Kürt kentinde ardı ardına gerçekleşen “Doğu Mitingleri”ni saymazsak, kitlesel bir hareketten bahsetmek biraz zor görünmektedir. Daha çok, sonraki dönemlerde bu kitleselliği yaratacak olan entelektüel, aydın ve öğrencilerin kültürel, ideolojik ve politik formasyonu sağlanmıştır. Tarık Zafer Tunaya, bazı fikirlerine katılmasam da, İkinci Meşrutiyet dönemi için; “Cumhuriyet’in siyasi laboratuarı” benzetmesini kullanmıştı. Aynı şekilde bu dönemin, PKK’nin ve nispeten de bugünkü gelişmelerin bir siyasi laboratuarı olarak görülebileceğini iddia edebiliriz. Buradaki laboratuar, önce bir şeyi deneyip sonra başka bir hareket biçimine yönelmek anlamında değil, buradan çıkan deneyimlerin ve başarısızlıkların yeni bir aktivizm yaratmasıdır. Bu aktivizm, her ne kadar retorik düzeylerde değişmiş olsa da, ideolojik bağlamda gerek Türkiye’deki gerekse de Avrupa’daki 1980 sonrası Kürt gruplarında benzer olacaktı.
Bu siyasi laboratuarın en önemli özelliği, bu dönem aktif olanların basın ve yayına verdiği önemdir. Sosyalist hareketle ve neşriyatla tanışan Kürt aktivistler –burada bu tanışmanın karşılıklı olduğunu hatırlatmakta yarar var–, Musa Anter de dâhil, benzer jargon içerisinde, daha çok iktisadi gelişmecilik üzerine vurguyu artıracak, etnik ve kültürel anlamda ise belki ancak 1960’ların sonunda ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini konuşmaya başlayacaktır. Bu dönemde Anter’in 1959 yılı boyunca İleri Yurt gazetesinde yazdığı yazılar ve bunlardan o dönem en çok tepki ve ilgi uyandıran Kımıl’ı için açılan davanın bilirkişi raporu ile Barış Dünyası’na yazdığı bir makalesinin de bulunduğu Kımıl kitabı, aslında sonraki çalışmalarında da görülecek dilin ve üslubun en iyi örnekleridir.
Dicle-Fırat Talebe Yurdu ya da 58’lerin Hikâyesi’ne Giriş:
Dicle Talebe Yurdu’ndan (1940) Devrimci Doğu Kültür Ocakları’na (1969) giden süreç anlaşılmadan ne Musa Anter ne onun akranlarının hikâyesi, ne de bugünkü Kürt siyasi hareketi anlaşılabilir. Bu yüzden, Kürtlerin eğitim alma imkânı olan kesimleri arasındaki değişimin altı çizilmelidir. Kürt bölgelerinde eğitimin yaygınlaşamamasının ve dolaysıyla bölgenin gelişememesinin nedenini, eğitim dili ile konuşma dili arasındaki farklılığa bağlayan, birçok kişi ve çalışma tarafından paylaşılan tez, kanaatimce en azından 1980’lere kadarki süreçte tutarlı değildir. Bu tez, Kürtlerin 1980’lerden sonraki siyasal ve kültürel bilinci göz önüne alındığında bir anlam ifade etse de 1940’ların, ’50’lerin ve ’60’ların Türkiyesi için geçerli sayılamaz. Kürt toplumu içinden okuyabilenlerin, Kara Yara tarzındaki yokluklarından kaynaklanan azlığı, okumaya dair genel bir fikir soğukluğu, ayrıca genel olarak bölgedeki okulların sayısındaki azlık bir arada düşünülmelidir. 1940’ların ortasında kurulan Köy Enstitüleri, Kürtlerin kaymak tabakası diyebileceğimiz kesimin dışındakilerin de yüksek tahsil yapmasını sağlamıştır.
1940 yılında Mustafa Remzi Bucak tarafından kurulan ve Kürt aydın zümresinin oluşumunda oldukça önemli bir rolü olduğu iddia edilen Dicle Talebe Yurdu, Musa Anter’e göre “İstanbul’daki perişan Kürdistanlı talebelerin okuması için” kurulmuştu. Dicle Talebe Yurdu’nu 1943’te Fırat Talebe Yurdu alıyor. Modern Fırat Talebe Yurdu’nda kalanlar Muzaffer Akkılıç, Turhan ve Selçuk İlhan kardeşler gibi isimlerdi diyor Musa Anter.
58’ler kuşağının ekseriyetinin kaldığı bir yerdir Dicle Talebe Yurdu. Lakin burada kalmış kişilerden bazı örnekler verirsek Musa Anter’in resmettiği durum değişmekte. “Yusuf Azizoğlu, Mustafa Ekinci, Faik Bucak, Musa Anter, Tarık Ziya Ekinci, Ali Karahan, Edip Karahan, Ziya Şerefhanoğlu, Edip Altınakar, Necat Cemiloğlu, Enver Aytekin ve daha pek çok kişi…” İsmi zikredilen şahsiyetlerin hiçbiri sosyoekonomik açıdan ne perişan ne de politik anlamda bir ara Faik Bucak’ın dışında belki, Kürdistani bir siyaset yolu izlemiştir.
1950’lerin başında CHP karşısında DP’li olan, DP karşısında da, 1950’lerin son yarısında DP’den ayrılanların kurmuş oldukları Hürriyet Partili 58’lerle siyasal partiler boyutunda aynıdır Anter. 1960’larda ise 1959’da 49’lar tutuklanmasında ilk defa keskin bir şekilde ortaya çıktığı iddia edilen “sağcı” ve “solcu” ya da sosyalist Kürtler ayrışmasından sonra Musa Anter ise, 1965’te Türkiye İşçi Partisi’nden seçime girmek istemiş fakat Canip Yıldırım ile Mardin adaylığı için önseçime girmesi gerektiğinden dolayı seçime bağımsız katıldığını belirtir, ama burada seçilemez.
İleri Yurt, 49’lar, Musa Anter, Kımıl ve Kara Yara:
Diyarbakır’da çıkarılan İleri Yurt gazetesinde Anter, yazılarını genel olarak siyasi hiciv şeklinde yazmış. İleri Yurt’ta mesela “Mademki Lozancıyız” isimli bir yazısında Lozan Antlaşması’nın 39. maddesi ile dil, matbuat ve neşriyat hususlarında, umumi içtimalarında, istediği lisanı kullanılacağı hatırlatılmakta. Kürtçe yazdığı “Kımıl” şiirine karşı koparılan yaygarayı gördünüz der ve şöyle devam eder; “Efendim ekalliyet değilmişiz. Peki, ekalliyet kadar hakkı olmayan ekseriyeti ben ne yapayım?”
Gerek Anter’in gerekse de o dönemki aktif Kürt ve Türk sosyalistlerinin temel sorunsallarından biri bölgenin yoksulluğu ve iktisadi geri kalmışlığıdır. 1960’ların sonuna kadar çok fazla ön plana çıkmaz bölgenin Kürt bölgesi olması. Kımıl, bölgenin geri kalmışlığının, Musa Anter ve birçoklarına göre unutulmuşluğun ve bölgedeki siyasetin diğer adı gibidir. Bu durumun düzeltilmesi de, Anter’in belirttiği gibi “Bacıyı süne ve sünenin ıstırabından kurtaracak kardeşlerin yetişiyor olmasıyla” olacaktı.
49’lar olarak bilinen hadise tam olarak bu yetişeceği belirtilen kardeşlerin tutuklanma hikayesi olarak da görülebilir. 1959’un Aralık ayında tutuklanan 52 Kürt’ün (daha sonra bunlardan biri olan Emin Batu’nun ölmesi ve iki kişinin de serbest bırakılmasıyla bu sayı 49’a düşer) 1962’ye kadar hapiste kalması, 49’lar olarak bilinecek yeni bir devrin habercisidir. Bu olayın detaylarına fazla girmeyeceğim. Yine de genel olarak Türkiye’deki siyasi ortamın ve DP’ye karşı muhalefetin artmış olması ve Irak’ta yaşanan gelişmelerden, özellikle Molla Mustafa Barzani önderliğindeki hareketin tedirginliğinin kurbanlarıdır 49’lar. Ayrıca bu tutuklanmayla başlayan ve Kürt siyasi tarih analizlerinde çok dikkat çekmeyen bir unsur daha var. O da ileride de devam edecek bu tarz toplu tutuklanmaların aslında birbirinden uzak ve bazen birbirinden haberi olmayan Kürt aktivistlerinin tek bir çatı altında toplanıp, muhtelif fikrî ve siyasi alışverişlerde bulunması ve aynı zamanda ayrılıklara düşmesidir. Nitekim yukarıdaki hadisenin en önemli özelliklerinden birisi Anter’in belirttiği gibi Harbiye’de aralarında zamanla, kökeni daha eskilere dayanan politik-ideolojik ikilik çıkmasıdır.
1960 askeri darbesinin ardında bıraktığı 1961 Anayasası’nın birçok Kürt’te umut yarattığı bir gerçektir. Anter 49’lar davasından dışarı çıktıktan sonra Ahmet Hamdi Başar yönetimindeki Barış Dünyası’nda “Doğu’nun kalkınması”, “Kürtlerde Edebiyat” başlıklarıyla yazılar yazar. Genel olarak gelişmecilik ağırlıklı ve çekingen bir dil kullansa da Anter’in söylemi daha da belirginleşmektedir. Bu çekingen dile en güzel örnek şu cümlede verilebilir:
“Kendimizi neye bir Kürt münevveri yerine koymuyoruz? Halbuki Kürt münevverleri çoğunluk itibarile cidden Türklerle beraber, aynı bayrak altında yaşamayı ve Türk olmayı gaye edinmiş olan insanlardır… Bizim için Doğu meselesinin bir Kürt meselesi halinde ele alınması, sonsuz milli gaflet olur.”
Kürtçe radyo yayını, gazete basımı ve Kürtçenin okulda öğretilmesini önerir, bunun Türkçeden kopma olmayacağını belirtir.Bu yaklaşım 1960’ların ortasında başat olacaktır. Mesela, birkaç yıl sonra yayımlanan Doğunun Sorunları isimli çalışmasında, Mehmet Emin Bozarslan da benzer şeyleri iddia edecektir. Fakat, mesela Yön’de yazan Sait Kırmızıtoprak (dr. Şivan) gibileri bu çekingen dili oldukça eleştirecek ve bölgenin iktisadi gelişmesinin yatırımlarla olamayacağını, asimilasyona karşı çıkılması gerektiğini belirtirler.
Aynı dönemde Edip Karahan tarafından çıkarılan Dicle-Fırat gazetesinde “Neden Çıkıyoruz?” isimli yazısında amacını şöyle belirtmektedir; “Bu gazete, parti politikası yapmayacak, bütün partiler karşısında objektif ve tarafsız kalacaktır… Gazetemiz, memleket ve Doğu’nun hayrına olan fikirleri destekleyecek, aksine fikirlerle mücadele edecektir. Gazetemiz, Doğu’nun gerçek kalkınmasının başlıca engellerinden biri olduğuna inandığımız antidemokratik kanunların kaldırılması mücadelesini de destekleyecektir.”
23’ler, Musa Anter, Deng ve “Bilinmeyen Doğu”:
1963 yılındaki 23’ler olayının neredeyse habercisidir yukarıda bahsettiğimiz Dicle-Fırat gazetesi. Nitekim bu tutuklanmanın özünde yatan şey, basındaki görece özgür ortamdan yararlanan yayınların kullandığı dilin daha belirginleşmesi ve buradaki tartışmaların devletin sabit suçlaması olan bütünlüğü bozmaya yönelik olarak yorumlanmasıdır. 1963 yılında çıkarılan Deng, Kürtçe ve Türkçe yazılar ve şiirler yayımlamış, azgelişmişliğin ve unutulmuşluğun kurbanı olarak gösterilen Kürt bölgelerini “Bilinmeyen Doğu” olarak tanıtmaya başlamıştır. Bilinmeyen Doğu’nun en temel özelliği şöyle belirtilmiştir: “Doğu’da kendi ana dili olan Kürtçeyi konuşan, örf, adet ve ananelerini devam ettiren, geniş bir müzik ve folklor dünyasına sahip etnik yapısını muhafaza eden bir grubumuz vardır. Bu bir gerçektir.”
Kendine has bir dili ve ananesi olan “Bilinmeyen Doğu”, özellikle Irak’taki gelişmelerle birlikte okunduğunda ve yakalananlar arasında Irak Kürtlerinin de bulunduğu hatırlandığında çok ciddi bir endişe yaratır. Bunun yanında, dönemin ulusal gazete ve dergilerinde bilinmeyen bir Doğu olduğu kabul edilmek zorunda kalınmıştır. Fakat bu durum, Doğu’nun bu haliyle kabul edilmesi ve meselenin bu durumuyla nasıl çözülebileceği tartışmalarından ziyade, başarılamamış bir asimilasyon politikasının kamuoyundan yıllardır saklanılan “acı bir gerçeği” olarak görülmüştür.
Deng dergisiyle, genel olarak Kürt entelektüelleri özel olarak da Anter –Barış Dünyası’ndaki yazıların ve yaklaşımın aksine– Bilinmeyen Doğu’nun sosyolojik gerçekliğiyle kabul edilmesi ve yapılacak uygulamaların bu sosyolojik gerçekliği göz ardı etmesi gerektiğini söylemeye başladı.
Sosyalizm, Musa Anter ve Doğu:
Anter’in sözünü ettiğimiz sınıfsal gerçekliğine rağmen, 1950’lerin ve 1960’ların birçok Kürt’ü gibi büyük şehirle tanışmanın şaşkınlığı içerisindedir Anter de. Köyden Adana’ya lise okumak için gittiğine benzer bir şaşkınlık, Anter’i Adana’dan İstanbul’a giderken yakalayacaktır.Anter, sosyalizmi ilk başta, gelişmecilik ve kalkınmacılık için bir ilaç olarak görür; daha sonraki dönemlerde ise, özellikle 1984 sonrasında, ulusların kendi kaderini tayin hakkı şeklindeki siyasi bir yöntem olarak da benimser. Bunların dışında ayrıca içinden geldiği toplumun sosyoekonomik gelişmişlik düzeyi ve bir münevver olarak bunlara karşı fikrî sorumluluğu Anter’de, hep gizil bir sosyalist söylemin izlerini bırakacaktı.
Nokta dergisinin kendisiyle 1989 yılında yaptığı röportajda, Anter, ne Türklerin ne de Kürtlerin bağımsız olduklarını, ikisinin de emperyalizmin kolonisi olduğunu belirtir. Buna benzer fikirleri 1969’un sonu ile 1970’in başında iki sayı çıkan ve bilimsel sosyalizmin ışığında Doğu sorunlarını inceleyen aylık Doğu dergisinde, Kürt sorunu ilk defa sosyalist bir gözle ele alındı demektedir Anter. Yine de belirtmek gerekir ki 1966 yılında Mehmet Ali Aslan tarafından çıkarılan Yeni Akış dergisi de aynı iddiayı taşımaktadır. Gerek Doğu’daki gerekse de 1960’ların sonlarında Kürt sosyalistlerinin ekseriyetindeki söylem, iç sömürü şeklinde özetlenebilecek; Doğu’nun bilinçli bir politikayla Kürt olmasından dolayı geri bırakılması ve sömürülmesi olarak özetlenebilir.
Türkiye İşçi Partisi (birinci TİP 1961–1971) 1960’lar Türkiyesi’nde sosyalizmin tanıtılması ve legal düzeyde kitleselleşmesinde oldukça etkili olmuştur. Musa Anter de gerek partinin başkanı Mehmet Ali Aybar’ın şahsından gerekse de ilk defa CHP dışında bir partinin alternatif bir söylemle siyasete girmesinden dolayı TİP’i desteklemiştir. Hatta, dönemin sosyalistlerinin çoğunun Kürt Meselesi’ne bakış açılarının değişmesinde diğer sosyalist Kürtler gibi etkisi olmuştur.
Devrimci Doğu Kültür Ocakları ve Musa Anter: Bir Devrin Son Perdesi:
Birçoğu TİP üyesi olan kurucuları, çoğunlukta öğrencilerden oluşan Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) 1969-1970 yılları arasında Ankara, İstanbul ve Diyarbakır başta olmak üzere birçok yerde kurulmuştu. Dönemin sosyalist hareketinin siyasi pratiklerinden de etkilenen, yine de Sol hareketin benimsediği silahlı mücadele yöntemini benimsemeyen DDKO’lar, halkların kardeşçe ve eşitçe yaşamalarını ve mutlu olmaları yolunda mücadele veren kuruluşlar olarak kendisini tanımlamaktaydı. Bölgede yürütülen Komando Hareketi'ni ve Türkiye’de yükselen aşırı milliyetçi eğilimleri eleştiren birçok bildiri çıkartmış, bünyesinde onlarca konferans ve seminerler düzenlemiştir.
1971 yılında gerek TİP gerekse de DDKO davasından yakalananların ayrışması genel olarak Kürt kimliğini ve Kürtlerin varlığını siyasi bir gerçek veya sosyolojik bir gerçek olarak görme üzerine yoğunlaşmıştır. Sosyolojik bir gerçek olarak gören grup, Musa Anter de bunların arasındadır, Kürtçenin bir dil olarak inkârının hiçbir şeyi değiştirmeyeceği, bu vesileyle Kürt etnisitesinin gerek dil gerekse de kültürel olarak varlığının politik bir anlam içermediğini belirtmekteydi. 1960’lar boyunca aktif olan başka Kürtler ise, özellikle DDKO’nun bazı mensupları, sosyolojik bir gerçekliğin yanında devlet politikalarının da ciddi bir eleştirisini yaparken, Kürtlerin siyasi haklarından ve Kürt Meselesi’nin siyasi boyutundan da söz etmekteydiler. 49’lar davasındaki sağ ve sol olduğu iddia edilen ayrışma, burada daha çok şahsî ve yönteme ya da stratejiye yönelik olmuştur.
b) 1974-1984: Kürt Etnobölgesel Hareketinde Çatışmalar:
Bu dönemin temel karakteristiği, aktif tüm Kürt gruplarının Kürdistan’ı bir sömürge olarak algılaması ve sosyalist bir devrim ile Kürdistan’ın kurtarılabileceğine inanmalarıdır. Bu dönemde çok sayıda aktör (Kemal Burkay çevresi, Mümtaz Kotan çevresi, DDKO geleneği, PKK/Apocular vs.) aynı amaca ulaşmak için farklı stratejiler belirlemişlerdi.
Bu dönemi, Musa Anter şöyle tanımlamaktadır: “Ben şahit oldum, geçmişte bölgemde bu örgütlerin çoğu devletin güvenlik güçlerine hacet kalmadan birbirlerini yok ediyorlardı.” Bu yok etme meselesi bahsi geçen oluşumların daha çok nüfuz kurmak ve Kürt siyasi hareketinin hamisi olmak çabalarından kaynaklandığı belirtilmelidir. Ayrıca, bu dönemin aktivistlerinin gerek Anter’in içinden geldiği gerekse 1960’larda sosyalist ağırlıklı siyaset yapan nesille hem ideolojik hem de stratejik bir kopukluğu karşılıklıdır. Öyle ki, onlara göre kendilerinden önceki dönem sadece bir kayıptır. Türk hukuku ve siyaseti hiçbir şekilde onlara kamusal alanda yer bırakmadığından, illegal ve silahlı direniş olmazsa olmaz bir yöntemdi.
Bu dönemin küskünüdür Musa Anter. Başkaldırı dönemini yaşamış, ya da bunların zamanında çocuk olan herhangi birisinin net bir şekilde hissettiği bir çekincedir bu dönemki gelişmelere bakış açısı. Nitekim, gerek kendisi gerekse de içinden geldiği nesil, silahlı bir mücadelenin başarılı olabileceği fikrine pek sıcak bakmaz. Yukarıdaki örgütlerin neredeyse hiçbiriyle organik bir ilişki kurmamış ve bu dönemde bahsi geçen yayınların hiçbirisine yazmamıştır. 1974’teki afla dışarı çıktıktan sonra köyüne yerleşir fakat 1979’da tekrar tutuklanır ama kısa bir süre sonra serbest bırakılır. 1980 darbesi olurken de tutuklanır ve çok sürmeden serbest bırakılır.
c) 1984-1999: Kürt Siyasi Hareketinde Tek Unsur: PKK Dönemi
PKK önce Apocular olarak bilinen grubun 1978’de isim ve strateji değiştirmesiyle kurulmuş ve 1980’e kadar şehir savaşı denilen hem kendisine karşı gruplarla hem de devlet güçleriyle çatışmalarından sonra askeri ve siyasi tarihini asıl 1984’teki Şemdinli baskınıyla başlatmak mümkündür. Bu dönemde, gerek 1984 öncesi oluşumlar varlığını sürdürmüş (Bunların ekseriyeti Avrupa’da bölünmüş birçok farklı grup ve yayın oluşturarak devam etmişti) ve gerekse de Hizbullah gibi çok başka çizgilerde oluşumlar da görünmüştür. Yine de, kitleselleşme ve ideolojik söylem açısından silahlı gücünden kaynaklanan tartışmasız bir ağırlığı vardır. 1984-1999 yılları: PKK’nin bölgedeki aktif gücünü kırmak için, binlerce köyün boşaltıldığı, yüzlerce aktif siyasetçi ile sivilin katledildiği, olağanüstü halin bölgedeki inisiyatifin ekseriyetini askere bıraktığı bir dönemden bahsetmekteyiz. Kürt sorununun ve muhataplarının yanında Kürt kimliğinin de dönüşümü, Avrupa’daki Kürt gruplarının aksine, PKK pratiklerinden oldukça etkilenmiştir. Musa Anter bu dönemki dönüşümü genel olarak şöyle özetlemektedir; “Kürtlerdeki değişimi kendini yönetme arzusunun güçlenmiş olmasına bağlıyorum.” Ayrıca, “kim ne derse desin, ister “eşkıya”, ister “terörist” desin, hava. Bugün Kürt milletinde bir milli şuur uyanmıştı ve yedisinden yetmişine kadar bir ilkeye bağlanmıştır. İlke de şudur: “Biji Kurdistan”, yani “Yaşasın Kürdistan.”
Yeni Gündem, Welat, Yeni Ülke ve Özgür Gündem
Musa Anter, 1950’lerden beri savunduğu Kürt ve Türk kardeşliği söyleminden uzaklaşmamış olsa da doğal olarak dönemin havasından etkilenmiştir. Musa Anter, yerinde bir tahlille PKK’ye karşı yürütülen çok boyutlu devlet politikasının ve söyleminin çelişkisinin altını şöyle çizmektedir. “Devlet organlarının ikide bir “Biz PKK’nin kökünün kazıyacağız” demeleri, bize soykırım tehdididir. Zaten onların kökü biziz… Çocuklarımız zulümden, hürriyetsizlikten, anadillerini konuşamamaktan, kendilerine her yerde hain gözü ile bakılmaktan…Kürdistan dağlarına çıktılar.”
1960’ların ve 1970’lerin Kürt siyasetini anımsatan tarzda yayımcılık ve basın tekrar gün yüzüne çıkarken, Anter 1974-1984 yılları arasındaki suskunluğuna devam etmemiş tam aksine yazılarının büyük çoğunluğunu bu dönemde yazmıştır. Bu dönemde güncel olaylar üzerine sıkça yazmakla beraber, kendisinin müşahede ettiği olaylar ve yazdığı yazılar da çalışmalarında tekrarlanmıştır. Bu dönemle ilgili olarak belirtilmesi gereken başka bir durum ise Musa Anter’in Kürt hareketindeki legalleşme ve Kürt Sorunu’nu ve silahlı mücadeleyi siyasi parti yoluyla bitirme çabalarının ilki olan HEP’in (Halkın Emek Partisi-1990) kurucu üyeliğini yapmış olmasıdır. Bunun yanında İstanbul Kürt Enstitüsü’nün kurucu sekiz üyesi arasında yer almış, yöneticiliğini yapmaktaydı.
Anter’in Kürtlük üzerine kurduğu bağlar, tıpkı Kürtlüğün tanımlanmasında olduğu gibi, konjonktüre göre değişiklik göstermiştir. Yine de aynı kalan bir şey varsa o da dil üzerine söyledikleridir. Örneğin, 2000’e Doğru dergisindeki bir röportajda anadiliniz nedir sorusu sorulsa ne cevap verirsiniz sorusuna Anter: “Bir erkeğe ‘kadın mısın, erkek misin’ veya aynı soru kadına da sorulsa ne kadar garipse, bence ‘anadilin nedir’ sorusu da bu kadar acayiptir. Biz Kürtler 70 yıldır bu idareyi kabul etmiyoruz. 1925 Şeyh Said başkaldırısından 1992 PKK başkaldırısına kadar” dese de Anter, 1960’lar ve 70’lerdeki durumu da kabul etmektedir; “Gerçi bugün oğullarımız, hatta torunlarımız durumunda olan gençlerimiz gibi net olarak Kürtlerin doğal haklarının isteminde bulunmadık: Tarihî bir kusurumuzdur.” Nitekim 1962’de Barış Dünyası’nda Anter şunları yazacaktı: “Biz Türkler kendimizi bile yasak koyma ve kaldırmadan başka idare etme yolunu bulamamışız ki, içimizde yaşayan başka ırklardan, başka kültürlerden müteşekkil toplulukları bu yol dışında idare etmesini becerebilelim!… Atatürk, büyük ve erişilmez inkılâpçı ve dahi olarak, dini taassup ve hurafelerden ve bunları doğuran ve yaşatan müesseselerden bu milleti kurtardı.”
1960’ların tam aksine bu dönemki yazılarında bir özgüllük olgusu din, kadın vb. konularda kendisini belirgin bir şekilde göstermektedir. Ayrıca, çok net bir milliyetçilik altı doldurulmadan bu özgülleştirmeleri belirlemekteydi. Örneğin Anter bir yazısında; “Doğru, önce etrafımız bizi parçaladı, aşiret hayatına soktu ve ondan sonra da emperyalistlerin “Parçala ve ye” formülü uygulandı.”Din üzerine söyledikleri 1960’larda da aynıysa da yorumlama biçimi milliyetçi bir söyleme bürünür. Özgür Gündem gazetesindeki bir yazısında; “Hele Kürt dinimiz olan Zerdüştlük, İslamiyet’in zulüm ve ateşiyle ve gayet doğal olarak zorla yasaklanınca, Kürtler büsbütün çobansız bir sürü ve bahçıvansız bir park durumuna düştüler” der.Aynı söylem kadınlarla ilgili yorumlarında da geçerlidir. “Kürt tarihinde kadının yeri” başlıklı yazısında şöyle demektedir: “İslam ulusları arasında kadınları serbest olan birinci millet Kürtlerdir. İdarenin Kürtlere yaptığı baskı sonucu yapılan başkaldırılarda Kürt kadını da erkeklerle beraber şahlanmıştır”“Kadınlar ve Erkekler” başlıklı başka bir yazısında ise “Kürtlerde kadın millidir, muhteremdir ve her şeyden üstündür”diye yazmaktadır. Son dönem yazıları arasında özellikle Özgür Gündem’e yazdıkları birçok konuyu aşırı milliyetçi bir dille ele almış ve özgülleştirmiştir.
3. DİJWAR
Dijwar, Musa Anter’in katledileceği gece otel resepsiyonuna not bırakan JİTEM’linin kod adıdır. Dijwar’in hikâyesi genelde Kürtlerin özelde Türkiye toplumunun geçirdiği dönüşümlerle açıklanabilir. Musa Anter’in ve aynı zamanda Hatip Dicle’nin “faili malum” dediği yüzlerce cinayetin en önemli nedeni, geleneksel devletin kendi toplumunun mobilizasyon, politikleşme ve hak talep hızına ulaşamaması olarak gösterilebilir. Nitekim geleneksel devletlerin farklılıklara açık, heterojen ve dinamik toplumları yöneteme metotlarının başında; kendi koyduğu kanunlara kendisinin uymaması, buna uygun olarak kanun dışı oluşumları bilhassa kendisinin kurması veya bunlara göz yumması ve toplumun bazı kesimlerini diğerlerine karşı kayırmak ve kollamak olduğunu belirtmek gerekir.
4. SONUÇ YERİNE:
Özellikle 90’larda yazdıklarının ihtilaflı birçok tarafları olsa da Musa Anter’in 58’ler, 68’ler ve bugünkü siyasi durumun mimarları olan 78’ler içerisinde farklı bir yeri var. 1959-1974 yılları arasında Kürt gruplarının genel talepleriyle uyuşan ve hatta bunları etkileyen Anter, Kürt gençlerinin 1970’in başında beliren radikalizminden yana olmamıştır. İki dönem arasında bir devamlılık varsa o da bir önceki dönemde yer alan aktivistlerin söylemleri ve talepleri değil, kendileridir.
İlk iki dönemle ilgili esas kopuş ise, Türkiye genelinde siyaset üretmekten vazgeçilip bölgeye odaklanma ve daha özelde “Kürdistan’ın yeniden keşfi” üzerinden olduğu iddia edilebilir. 1984-1999 dönemiyle kendinden önceki dönem arasındaki devamlılık “Kürdistan’ın sömürüden kurtarılması” ve “özgürleştirilmesi” söyleminde yatmaktadır. Esas ayrışma ve kopuş ise, PKK’nin bu süreçte kendisinden başka bir aktör tanımaması ve buradaki ideolojik ve sembolik tekeli elinde tutmasıdır. Silahlı mücadele ve bağımsız bir Kürdistan söylemi, 1990’lara gelindiğinde Abdullah Öcalan’ın da kurtulmaya çalışacağı bir çıkmaz haline gelmişse de bu durum gerçekleşmeyecekti. Bir taraftan PKK’nin hem konjonktürden kaynaklanan hem de 1980 darbesinin yarattığı siyasi sonuçlardan doğan ortamı iyi kullanması, diğer taraftan da 1974-1984 arasında ortaya çıkan radikalizmi son kerteye taşıması ve bunu bir nevi Kürtlük'e ve Kürt kimlik taleplerine atfetmesi bu dönemin kendisinden önceki iki dönemle olan en önemli farkı olacaktı.
Musa Anter’in en temel özelliği belki de, siyasi pratik ve sosyoekonomik anlamda birbirinden farklı üç kuşak arasında (58’ler, 68’ler ve 78’ler) köprü görevi yapması, bu kuşakların siyasi ve pratik dönüşümlerinin farkında olması aynı zamanda bu kuşakların hiçbirine tam anlamda dahil olmaması olarak gösterilebilir. Mesela, PKK silahlı mücadeleye başlarken, her ne kadar bunu tasvip etmese de, meselenin gittiği yönü çok iyi kestirmiştir, bundan dolayı da hareketin kendisine yazılarıyla destek vermekten çekinmemiştir. Yine de, PKK ile kendisi arasında her zaman bir mesafe var olagelmişti. 1980’lerin sonunda Mardin’den İstanbul’a tekrar taşınmasının nedeni PKK’nin kendisinden karşılayamayacağı bir hibe istemesi olarak iddia edilmekte. Ayrıca genel olarak örgüt içerisinde “lider” kültüne zarar verecek, örgütün radikalizmini eleştirecek her türlü yaklaşım tasfiye edildiğinden Musa Anter’in görece sivil duruşu ve söylemi PKK’yi pek de tatmin etmeyecekti. Ayrıca bu üç dönem ve üç nesil arasındaki sınıfsal farklar genel olarak nesiller arası ayrışmalarda ve kopuşlarda, özelde Anter’in PKK ile mesafesinin de radikalizme ek olarak belirleyici olmuştur.
Kürt hareketinde esas olarak her üç dönemde de görülen fakat 1984-1999 yılları arasında özellikle vurgulanan ve işlenilen mağduriyet siyaseti, Anter’in katliyle de önemli bir yer kazanmıştır. Ayrıca Anter’in ölümünü bir nevi simgeselleştiren PKK’nin bu yaklaşımıyla birçok kişi ve grup tarafından eleştirildiği bilinmektedir. Anter’in katli her ne kadar devlet politikasının kontrgerilla ve olağanüstü hal uygulamalarının zirve yaptığı bir döneme denk düşüyorsa da, unutulmaması gereken şey PKK’nin askerî kaybını, serhildanlar vb. mobilizasyon girişimleriyle sivil alana çektiğidir.
Legal alanda, bugün bile çokça görülen, mağdur olmuşluk psikolojisi ve siyaseti Musa Anter gibi barışçı bir şahsiyetin katledilmesi ve Kürt parlamenterlerin 1990’larda siyaset yapamaması cezaevine konulmaları (en son DTP’nin kapatılması) ve devletin muhtelif şiddet siyasaları ile daha da perçinleşip devam etmekte ve meseleyi çözmekten çok daha da karmaşık bir çıkmaza sürmektedir. İşin en ilginç kısmı belki de, Anter gibi köprü ve diyalog adamı olacak, Türkiye siyaseti içinde Kürt meselesine bakacak başka Kürt aydınlarının çok olmamasıdır. Gerek Türkiye’deki gerekse de Avrupa’daki Kürt aydınlarının 1990’lara kadarki (belki de Anter’in katlinden sonra bile) söylemi, farkında olsunlar veya olmasınlar, bu mağduriyet ve gadre uğramışlığın tek yanlılığında; savunmacı ve dışlayıcı bir milliyetçilikte kalmış, Türkiyeli siyaset yapmamanın eksikliğini çok iyi göstermiştir.