Devlette Liyakatten Sadakate

3 Mart 2018 tarihinde İstanbul Kadıköy'den adıma ve adrese teslim olarak gönderilen, içinde sadece iki derginin olduğu APS Kargo PTT’nin kendi sisteminde 5 Mart 2018 tarihinde teslim edilmesi öngörülürken 6 Mart 2018 tarihinden -PTT’nin web sitesinden şikâyette bulunduğum- 9 Mart 2018 tarihine kadar şubede bekledi. Ayrıca bu hususta ne bana herhangi bir bilgilendirilme yapılmıştı ne de şubeden çıkıp beni adreste bulamama gibi bir durum vuku bulmuştu. Fakat ben peşine düşüp de PTT’nin sisteminden kontrol etmeseydim, belki günlerce bekleyip geri dönecekti kargo. Mevzu bahis paket elime 12 Mart’ta geçti; o da yine bin bir uğraş sonucunda. Ve paketimi alırken, çalışanın şikâyetimden dolayı sitemlerini dinlemek zorunda kaldım. Söyleyebildiğim tek cümle ise, “İşinizi iyi yapsanız…” olabildi. Bu ülkede yaşayan herkes iyi bilir ki kamu kurumları kötü çalışır ve vatandaşın mağduriyetinin sebebi, çoğunlukla çalışanların iş disiplininin keyiflerinden sonra gelmesidir. Bununla bitmedi elbet, devlet sektöründen başka bir kurumla sınanma halim. İkinci olarak, tam paketin elime geçtiğinin ferahlığını yaşayacaktım ki akşam eve gittiğimde evde internetin olmadığını fark ettim. Bittabi, içimden -sessiz ama kocaman- bir “olamaz!” nidası ister istemez yükseldi. Biri tam bitmişken, diğer dert buldu beni. Bu sefer sıradaki kurum Türk Telekom idi. Ne yazık ki Hopa’nın talihsizliği TTNET veya Türk Telekom’un çalışma tarzının tam bir fecaat olmasıydı. Adres değişikliğinden hat arızalarına kadar TTNET ile ilgili herhangi bir sorunun çözümü -merkez nüfusu yaklaşık 20 bin, tüm yüzölçümü ise 389 km2 olan ilçede- minimum on beş gün demektir. Mesela, bundan dolayı rakip özel firmaya geçen de çoktur. Filhakika, bu nedenle, yeni bir şikâyet silsilesine hazırlanma modunu bir süreliğine erteleyip, ertesi gün -beyhude olacağını bildiğim- arıza kaydımı 13 Mart 2018 tarihinde müşteri hizmetleri üzerinden yaptım. Velakin biliyordum ki bu arıza bildirimini yapmamın interneti getirecek yanıt ol(a)mayacağını. Hopa gibi ne -hakiki bir kamusal yaşamın eksikliği nedeniyle- yurttaşlık ne de -piyasa mekanizmasının güdüklüğü nedeniyle- müşteri bilincinin gelişmediği taşrada bu tür sorunları çözecek olan yöntem bellidir: Ya ilçede genelde işlerin yürümesinin en emin yolu olan (herkesin herkesin akrabası, tanıdığı ve/veya ahbabı olarak) feodal/patronaj ilişkilerinin ve/veya taşra sosyalleşmelerinin bir getirisi olarak teknik ekipten birilerini tanırsınız, onun kişisel iletişim bilgileri zaten vardır sizde ve samimi bir telefon konuşması sonunda en fazla bir-iki saate çözülür sorununuz (ki bir defasında yaşadığım sorunu bu tür bir ilişki ağı sayesinde çözdüğümü de belirtmemde fayda var sanırım); ya da rakip firmaya geçiş yaparsınız ki o özel bir iletişim şirketidir ve onlar sizin sorunlarınızı vaktinde çözerler. Bu nedenle de, -elbette sorunun hâlâ çözülmediği- 16 Mart 2018 tarihine kadar bekleyip yine Türk Telekom’un web sitesi üzerinden -artık ezberlediğim cümlelerle- şikâyetimi yazdım. 20 Mart’ta müşteri hizmetlerini arayıp internet hattımı kapatmak istediğimi söyledim fakat üye olurken benim düzen ve nizam içinde yazıp da verdiğim bilgilerimin doğru bir biçimde sisteme girilmemesi nedeniyle ilk önce bilgilerimi bir bayiden düzeltmem gerektiğini öğrendim. İlçedeki Türk Telekom bayisinde ise, hem bilgilerimin düzeltilmesi hem de aboneliğimin iptali nedeniyle taahhüt tazminatı vermemem için bir il bölge bayisine gitmem gerektiğini öğrendim: Yani, ya -sık virajlardan oluşan 70 km’lik bir mesafedeki- Artvin Merkez’e ya da -90 km mesafedeki- Rize Merkez’e gitmem gerektiğini. Umuyorum ki orası da beni Türk Telekom Kuzey II / Trabzon Bölge Müdürlüğü’ne ya da Türk Telekom Ankara Genel Müdürlüğü’ne yönlendirmez. Lakin, zannımca bu sorunun hikâyesi daha çok sürecek gibi…

Velhasılıkelam, asıl olarak bu hikâyeden çıkacak kıssadan hisseye gelecek olursak: Bir yandan devlet sektöründe kamu hizmeti veren kurumların taşeronlaşma sürecinin sonuçları bilhassa kamusal hizmet alanına oldukça problematik bir biçimde sirayet etmiş durumda; diğer yandan, özellikle devletin esas yapılanmasını oluşturan bürokrasinin en alttan en üste kadar tüm kadroları artık liyakat esasları yerine sadakat ilkelerine göre düzenlenmektedir. Bu ikinci durum, yani sadakat sistemi, her ne kadar Türk siyasal hayatının ve yönetim tarihinin onulmaz özelliklerinden biri olsa da sanırım Türk siyasal hayatı içinde hiçbir dönemde niteliksel ve niceliksel olarak bu kadar devlete egemen ol(a)mamıştı. Aslında, bu işleyiş sayesinde siyasal iktidar/devlet hem politik olarak hem de ekonomik olarak bir taş ile iki kuş vurmaktadır. Bilhassa, ne kamusal yaşamın ve sivil toplumun ne de piyasa mekanizmasının ve üretici-tüketici bilincinin tam gelişmediği, hatta ikisinin de amorf, garip bir hal aldığı ve siyasal iktidarın/devletin yekbaşına, geçici, kalımsız ve eğreti kararlarla yönettiği bir coğrafyada.

Liyakat kelimesi, “layık olmak, yakışma” manasındaki lyk kökünden türemiş “liyaka” (ar. لياقة) sözcüğünden gelmektedir. Sadakat kelimesi ise, “erdemli, doğru, adil olma” manasındaki ṣdḳ kökünden türemiş “ṣadāḳa” (ar. صداقة) sözcüğünden gelmektedir. Türk Dil Kurumu (TDK) sözlüğünde ise; liyakatin karşılığı “uygunluk, yaraşırlık, değim, kifayet, iktidar, güç, erdem” iken, sadakatinki “içten bağlılık, sağlam/güçlü dostluk, doğruluk, vefalılık” idir. Makyavelci literatürden söylersek, hemen hemen liyakat virtu’ya (lat. virtūs) -yani güç, meziyet, fazilet, erdeme-, sadakat ise fortuna’ya (lat. fortuna) -yani şans, talih, kısmet, kadere- karşılık gelmektedir. Makyavel’e göre, prensin iyi bir yönetici olması için ne fortuna ne de virtu tek başına yeterlidir[1]; yalnızca şansı, talihi yaver gittiği için iktidara gelen bir yönetici yetenekten yoksun ise talihi çok uzun süreler onun yelkenlerini rüzgâr ile doldurmayacaktır. Tıpkı, Ankâzâde Halil Efendi’nin Tûtî İhsan Efendi’ye yazdığı mektupta da dediği gibi: “Evet, ehliyet ve salâhiyet tam olmalı ama sadâkat ehli de olmadan olmaz. Şimdi ne salâhiyet ve liyâkat kaldı, ne de maalesef sadâkat. Sizdeki sadâkat inşallah liyâkatinizi de tamam eder hâlde tecelli eder.”[2]

Bunun yanında, bürokrasi kuramının babası Max Weber’e göre, kapitalizmin ortaya çıkışı ile, sadakate ve feodal/patronaj ilişkilere dayanan geleneksel patrimonyal bürokrasiden liyakate ve iş ahlâkına dayanan modern yasal-rasyonel bürokrasiye geçiş yapılmıştır. Üretim ilişkilerinin karmaşıklaşmasıyla, geleneksel otoritenin şekillendirdiği bürokrasi modeli de yerini, daha kompleks bir bütünlük içinde rekabet ve verimlilik/üretkenlik üzerine kurulu piyasa mekanizmalarının gereklerini yerine getirebilecek şekilde hem bilimsel bilgiye dayalı olacak şekilde rasyonel hem de düzenin, nizamın egemen olabilmesi için yasal bir niteliğe sahip bürokrasiye bırakır. Bu dönüşüm aynı zamanda lidere ya da otoriteye karşı gösterilen sadakat sisteminin yerini, aklın, bilimin, verimliliğin/üretkenliğin lehine olacak şekilde liyakat sistemine de bırakır. Fakat neoliberalizmin ortaya çıkışı sonrasında, özellikle de post-Fordist paradigmanın dünya sathına hakim olmaya başladığı son dönemlerde artık bu denklemin de geçerliliğini yitirmeye başladığını gözlemlemekteyiz. Özellikle, tüm dünya üzerinde popülist, neo-otoriter, neo-patrimonyal yeni-sağcı söylemin yükselişe geçtiği şu dönemde en alttan en üste kadar devlet yönetiminin, Weber’in bürokrasi tanımlarında kullandığı bu cümleleri bozan bir karakter de kazandığı aşikârdır. Hatta günümüzde sadakat sistemi en çok da, popülist, neo-otoriter, neo-patrimonyal söylem ve politikaların işine yaramaktadır da bir yandan. Filhakika, Weber’in betimlediği geleneksel otorite ve patrimonyal bürokrasi modeli âdeta yeniden işler hale gelmektedir:

Geleneksel lider, tevarüs ettiği statüye dayalı olarak emir veren bir efendidir. Onun emirleri, kişisel ve keyfi olabilir, fakat bunlar geleneklerin olanak verdiği çerçevededir. Tebaası ona, kişisel bir sadakat ya da geleneksel statüsüne saygı duyarak itaat eder. […] Patrimonyalizm, tamamen şahsa bağlı idari personelin ve özellikle askeri gücün gelişmesine dayanır. Toplumun ya da grubun mensupları otorite karşısında tebaadır. Otorite, her ne kadar uygulamada geleneği referans alsa da, büyük ölçüde kişisel gücün kullanılmasına dayanır. […] Patrimonyal şef, bürokrasisini oluştururken, kişisel sadakatinden emin olacağı bağımlılarını “hizmetlileri” olarak seçer. Kişisel sadakatin ölçütü, şefin şahsına saygı ve emirlerine sorgusuz itaat etmektir. Söz konusu davranışları gösterecek olanlar, çoğunlukla sosyal hiyerarşide en alt sevidekilerle, köleler, azınlıklar ve şefin kişisel menfaatleriyle çıkarları doğru orantılı olan tebaadır. Kişisel bağımlılardan oluşan memur kadrosu, şefin otoritesinin merkezileşmesi ve merkezileşen otoritenin de aşkınlık arz etmesi sonucunu doğurur. Memurların patrimonyal şef karşısındaki güçsüzlükleri, onların halka karşı güçlü otoriteleri ile büyük ölçüde dengelenir.[3]

Günümüzde, kamusal faydadan, sosyal devletten söz etmek tek kelime ile abesle iştigal etmekle aynı manaya gelir haldedir. Onun yerine, yaklaşık son otuz yıldır bolca özelleştirmelerin yararlarını ve piyasa mekanizmasının nasıl da doğru düzgün bir biçimde işler hale geleceğini dinlemekteyiz. Bu anlatıların arkasında olan ise, insanların bedenlerinden zihinlerine, yaşamlarına, doğanın her bir öğesine kadar metalaşma sürecinin ivedi bir biçimde zaman, mekân, uzam dinlemeden dünya sathına yayılması gerçeğidir. Esas meseleye gelecek olursak da, taşeronlaşma; bir yandan popülist, neo-otoriter, neo-patrimonyal söyleme ve politikalara yönelik rızanın üretilmesi için uygun bir zemin oluştururken, diğer yandan devletin yönetimi altındaki sektörlerin özelleştirilmesinin ve tüm üretim alanlarının piyasalaşmasının önünü açar bir niteliğe de sahiptir. İlk olarak, belli kimliklerle, belli ilişkiler ağı içinde ya da belli koşullar altında doğmuş veya yaşıyor olmanın getirdiği talihin bir neticesi olarak ortaya çıkan sadakat sistemi yoluyla edinilen mevkiler ile mevkiye sahip kişinin kurduğu ilişkinin doğası özellikle de bu ülkede yaşayan herkes için oldukça barizdir. Fakat bu durum ile ilgili olarak son dönemlerde yaşanan yeni gelişme ise yeni yasal düzenlemeler ile taşeronlaşma diye adlandırılan post-Fordist güvencesiz çalışma sürecinin hem kamu hem de özel sektörde bir hayli yaygınlaşmaya başlamasıdır.

Genel olarak bu süreç hususunda kamuoyunun daha çok farkında olduğu özel sektördeki taşeronlaşmanın yarattığı işçilerin çalışma yaşamlarının artık hayati bir tehlike içerir hale gelmesidir. Görünmeyen kısım ise, kamusal hizmetlerin hemen hemen hepsinin taşeronlaşmasıdır. Ulaşımdan iletişime, eğitimden sağlığa, kültür-sanattan bilime kadar birçok alanda bu durum hepimizin yaşamını ciddi biçimde etkiler hale gelmiştir. Mesela, yukarıda anlatılan hikâyedeki gibi artık PTT Kargo çalışanlarının büyük bir çoğunluğu taşeron işçidir ve normal olarak özel bir kargo firmasında çalışan herhangi bir çalışandan ne ücret olarak ne de güvence olarak daha iyi durumdadır. Peki, bu iki sektörde aynı ücretlendirme ve güvencesizlik altında çalışanlar arasındaki fark nedir dersek; elbette işe alınma süreçleridir büyük olasılıkla. Kamu sektörüne işe alımların ağırlıklı olarak belli -kimi zaman politik kimi zaman patronaj- ilişkiler ağı üzerinden yapıldığı bilinen bir gerçektir ve işe bir kere girildikten sonra da öne çıkan iş ahlâkı değil, bu ilişkiler ağına duyulan sadakattir. Çünkü zaten bir kamu kurumunda çalışan herkes bir biçimde bu sadakatin bir parçasıdır: İster girmeden önce olsun, isterse de girdikten sonra olsun. Kamu sektöründe liyakati ile iş bulmuş bir kişi dahi çalışma süreci içinde bir biçimde belli bir sadakat geliştirmek de zorundadır. Oysa özel sektörde işler böyle yürümemektedir. Orada esas olan piyasa mekanizması, yani rekabet, verimlilik, üretkenlik ve iş disiplinidir. Özel sektörde, işe girerken belli ilişkiler ağı kullanılmış olsa dahi, çalışma sürecinde o kişiden istenen işini yapmasıdır. Sadakat burada işe yaramaz. Özel sektörde çalışma hayatı liyakate dayalıdır. Velakin, memleketimiz gibi liyakatin düşük olduğu bir yerde ise istihdamın ana gövdesini elbette ki kamu kurumları oluşturur. Hasbelkader sadakat sisteminin içinde yer alamayan kesimler de çoğunlukla liyakat edinme yoluna giderler. Bu kesimler, bu ülke toprakları üzerinde Türk-Müslüman-Sünni doğmayan ya da sahip oldukları bu kimliklere arzu edildiği gibi riayet etmeyenlerdir. Bu kimliklere sahip olmayıp yine de sadakat sistemi içinde yer alanlara en iyi örneği ise geçen haftalarda MESAM’a kayyum atanma haberlerinde görmüş olduk.

Buna binaen, taşeronlaşma süreci sadakat sisteminden elbette nasibini alır. Bu sayede, bir taraftan oy deposu kitlelerin istihdam edilmesi sağlanmıştır. Diğer taraftan da, sadakat sistemi sayesinde bu işlere giren insanların verimsiz ve keyfî çalışmaları, kısa vadede bu kurumlardan kötü hizmet alıp da bu bıkkınlıkla özel sektöre yönelmesine neden olurken, uzun vadede bu kimselerin çalıştıkları kamu sektörünün iki gün sonra özelleştirilmesi için gereken rızanın, özelikle de bu alanlarda hizmet alan kimselerin rızasının üretilmesine sebebiyet vermektedir. Bir anlamda, bu kurumlarda bu şekilde verimsiz ve keyfî biçimde kötü hizmet veren kişiler tüm kamuda çalışanlarının bindikleri dalı kesmektedirler. Özelleştirmelerin yapılmasını izleyen süreç ise, artık sadakat sisteminin değil, liyakat sisteminin işleyeceği bir âna denk gelecektir. Büyük olasılıkla, bu kadar rahat ve keyfî çalışan bu insanların çocukları, kardeşleri, yeğenleri ve diğer tüm mevcut ve müstakbel çalışanlar yok olan sadakat sisteminden dolayı çok daha zor koşullarda çalışmak zorunda kalacaklar.

Sonuç olarak, elbette buradaki amaç kamu sektörünün piyasalaşmasının nedenini tek tek bireylerin sorumluluğu gibi göstermek değil. Fakat bunun arkasında daha bütünlüklü, daha kompleks, daha yapısal dinamiklerin olduğu açıktır. Ve maalesef ki işçi sınıfının, sınıf bilincini kazanmasıyla sınıf mücadelesini kitlesel ve etkin biçimde yürütmeye başlaması da ancak koşulların zorlaşmasıyla mümkün gibi görünmekte. Yukarıda anlatılan tabloya rahatlıkla verilebilecek en iyi örneklerden biri de elbette ki günümüzdeki üniversitelerin halidir. Devlet üniversitelerinin kadroları sadakat sistemine göre yeniden düzenlenirken, liyakat sistemi ise özel/vakıf üniversitelerin temelini oluşturmakta olduğu artık ayan beyan ortadadır. Buna koşut olarak, devlet üniversitelerindeki öğrenimin kalitesinin gün geçtikçe hızla düşmesiyle eşzamanlı olarak orta ve üstü sosyoekonomik arka plana sahip öğrenciler özel/vakıf üniversitelerine yönelmeye başlamışlardır. Dünya çapında bir nitelikte öğrenim sağlayan birkaç devlet üniversitesi dışındaki üniversitelerin ve kadrolarının hali ortadadır. Niceliksel olarak hayli yüksek olan “bilimsel/akademik” çalışmalar niteliksel olarak içler acısı bir haldedir. Verilen derslerden yazılan makalelere, kitaplara, yapılan araştırmalardan, projelerden katılım gösterilen kongrelere, konferanslara dek o kadar çok örnek birikti ki bilhassa şu son dönemde. Salt pragmatist bir saik ile yalnızca üç puan daha fazla elde etmek için veya iki kuruş daha fazla teşvik almak için üretilen metinler, yapılan çalışmalar devlet üniversitelerindeki akademik kadroların sadakat sisteminden de liyakat sisteminde de ne kadar pay aldığını tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır. Diğer yandan bu ülkenin akademisyenlerini bekleyen gelecek ise devlet üniversitelerinin adım adım tasfiyesi sonrası tamamen piyasalaşan bu sektördeki özel/vakıf üniversitelerinde sözleşmeli ve güvencesiz bir biçimde, elbette verimli, üretken olduğu sürece çalışma alanı bulabilmek olacaktır. Zaman içinde tüm devlet sektörleri gibi eğitim alanını da ve spesifik olarak üniversiteleri de bekleyen son, elbette ki bu alanın da piyasalaşması ve eğitim-öğretim hizmetinin de metalaşması olacaktır.[4] Hülasa, gündelik yaşamımızda çeşitli türden karşılaştığımız ister kamu sektöründeki ister özel sektördeki taşeronlaşma ve piyasalaşma hikâyeleri bir biçimde neoliberal ve post-Fordist dönüşümün ufak birer örüntüsüdür. Büyük resim ise, geleceğe dair olarak dünya üzerindeki insanlığı bekleyen daha nahoş günlerin gelmekte olduğunu gösterir haldedir. Bittabi, tüm bu öngörülere rağmen söylenecek bir tümce de yok değil: “Aklın bedbinliği, iradenin nikbinliği.”



[1] Mehmet Ali Ağaoğulları ve Levent Köker, (2001), Tanrı Devletinden Kral-Devlete, Ankara: İmge Kitabevi, s. 300.

[2] M. Fatih Çıtlak, (2010), Kırk Mektup: Sırlı Şeyhten Seyr u Süluku Adım Adım Mektuplar, İstanbul: Sufi Kitap.

[3] Bilal Eryılmaz, (2013), Bürokrasi ve Siyaset: Bürokratik Devletten Etkin Yönetime, İstanbul: Alfa Yayım, s. 65-67.

[4] Bkz. Emek Yıldırım, “Eğitimde Dönüşümün Ekonomi-Politiği”, Birikim / Güncel, 24 Temmuz 2017, http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/8430/egitimde-donusumun-ekonomi-politigi#.WrJzqB25uUk.